Sevdanın ateşi duştuğunde icine,

yureğinde kırk mum yanar.

ve bir gun;

ayrılık,

caldığında kapını

otuz dokuz gun boyunca,

her gun

bir mum sırayla soner.

bir sarışın sis perde olur

sevdanın kumral yuzune,

..dağlanır acın,

unutmaya başlarsın...

ama,kırkıncı mum

ciğerlerini yangın yerine cevirircesine

ve hic sonmemecesine yanar.

karnı burnunda huzunlerle;

her anıda,

her şiirde,

bir kedi golgesinde,

buz mevsimlerinde doğan ilk kardelende,

saksıda bir sonbahar yaprağında,

ve sacak altlarına sığınan sercelerin

huzunlu yağmur turkulerinde,

hatıralarını yakar;

ne yapsan sonduremezsin...

..unutamazsın’ demiştin.

gulup de gecmiştim.









cunku ben buralara,

koşutlanıp yoksulluğumun gonul yolculuğuna,

doru atların nal izlerini suren yağmurların nefesini

ve sevdamın adını bilip de gelmiştim,

ve gozlerimden,

bir mavi balıkcılı

yalnızlığına ucurmuştum vodvillerle.

gulumsemiştim...

bir ofkeli kasırga gibi gecmiştim

yıldızların halesinden

ve ateşe kıvılcım serpmiştim.

koşmuştum,

tarih ve doğanın şahane evliliğinin icinden;

travmaların,

ve bitmesiz olumlerin ortasında

ısıtmıştım buz yanığı golgemi.

bilirdim;

eninde sonunda gidecektin.

ayrılığına,

ve tohumladığın her acıya hazırlıklıydı yureğim.

bir başka bin yıla ikramdı maceram,

yokluğuna,

kınını yırtan bıcak gibi bilenmiştim,

ki, ne gidişler gormuştum ceşit ceşit

..bilmediğin,

ne acılarla orselenmiştim.

oyle,mumlar falan da teslim alamazdı yureğimi,

ve hicbir acı kuşatamazdı yiğitliğimi.

ben istesem var ya,

ben istesem:

‘kucuk nefes darbeleri’ ve

kırk mum,

bir anda sonup giderdi...

değil mi ki,

yıldızları bir hancer gibi saplamıştım

yokluğunun sokaklarına,

ve şakulunu bozmuştum butun terazilerin,

neyi anlatırdı ki dağlı bir huznun ağıtı?

cevabını arayan sorular,

bir tanrısız gomut,

..duasız...

sevgiyi soylemiyorsa dili

onemlimiydi hangi dinden olduğu turbelerin?

ve carmıha gerilmiş suskunluğumun fişengi,

neyi anlatırdı ki?..

kaldı ki;

ben ne badirelerden gecmiştim,

o, felsefenin dikenli/gul kokulu şehirlerinden.

kac acıyı yenmiştim.

kac kez yaralanmış,

kac kez olmuştum.

bir zumrud-u anka gibi

yokluğunun ustune

kac kez doğmuştum kullerimden.








aslında;

beni sevmediğini bilirdim,

‘ doğrucuydu gozlerin ’

bakışından anlardım,

duruşundan,

bardağı tutuşundan,

burnunu cekişinden,

sigarayı icişinden,

ağzını şapırdatışından anlardım...

ve icindeki hicbir mumu da ateşleyememiştim.

yalancı toklukların cemberinde,

nobetci kulelerinin golgesi duşuyordu pencereme,

ama duşmedim ağına karamsarlığın,

bir kez olsun kuşkunun resmini cizmedim.

sınırları olmayan bir hoşgorulu davetin

tapınma odalarına hapsolan sahibiydim.

soyle;

yokluğundan daha beter caresizlik mi var?

ha, soyle;

kısılır mı karanlığın mumu?

bir sahte guluşe bozulur mu susmanın orucu?

seni tarif neyle mumkun,

seni ben hangi dilde, kime/nasıl anlatırım?

ya da,peşinden cağlayan gozyaşlarını mı toplasam

yollarını bekleyen bulutların?...

neyi anlatırdı ki,

gonuller kalesinin yaşlı istasyonları,

perdeleri cekilmiş sokakların ıssızlığı,

donuşu olmayan gocler,

bir dağ ateşinin yalnızlığı,

neyi anlatırdı?

..susardın...

oysa ben,

cevabını arardım

beynimi kuşatan butun soruların;

..sen hala,bendeki mumları sorardın.

aslında;

butun şamdanları boştu yurek odamın,

bilmezdin.

derdim başkaydı benim,

oyle umurumda falan da değildin.

ne cıkardı;

ruzgarlar yağsa butun aşk soylencelerine,

fırtınalar,tufanlar,

ve nisan yağmurları doğsa kızgın collere,

turkumuzu unutsa şehirli cicekler,

ve Yunus yeniden

şeyhin asasını aramaya mahkum edilse,

ne cıkardı?

ben,

Pandora’nın kutusunda sakladığı

umudun peşindeydim.

gecip Epimethieus’un zifaf odasından,

ve Zeus’un olumcul kartalının

golgesiz kanatlarından,

umudu bulmak icin gozlerinin sınırına gelmiştim.

şifresi : kahverengi

dişlerimde ham cağla izi,

aşkın evrensel kimyası,

bir parolanın suskun işareti,

..bilemezdim;

saclarının yuzumu saran kemendi,

kahverengi.

ve ardımdan calardı

butun alarm zilleri...

sen ise hep inat ederdin,

bir turlu beni sevmezdin.

oysa;

nereye baksam,

gozlerinle karşılaşırdı gozlerim.

..gerceğimdin...

zincire vurulmuş Promethieus’un

avuclarındaki ateşi calarak,

yureğindeki mumları yakmaya soyunmuştu

kar yanığı ellerim.

yuzumu dayamıştım ayak parmaklarına,

celiğin ışıltısına surtunurken şakağım,

topuğuna takılıyordu soluğum kan ter icinde

ve bıcaklıyordu ışığını mumların

cifte su verilmiş cıplaklığım.

Promete’nin kendini yenileyen durmadan,

olumsuz kara ciğerini

kurtaramamıştım kartalın celik gagasından.

kırım,

bozgun,

ve olum,

yenilmiştim.

butun bayraklarımı toplamıştım

utkulu savaşlara cıktığım geri cekilme yollarından.

koşuladığım her yol beni sana gotururdu,

ben şiirin yolunu secmiştim.

ve Zeus’a ateşin bedeli;

yakamozlarında her akşam guneşin boğulduğu,

ve an be an mum olup yanan

parafin denizlerimi vermiştim.

..ve Pandora’dan caldığım umudu...

coğalışımın bedelini odeyip yitmiştim!

..guvercinlere;

yuva olmuş doğal oluşumlar,

bir yusufcuk kanmış caldığım ateşin rengine,

bir de butun tanrıların saklandığı anıtlar.

orduların yolumu kestiği,

mabetlerin,

dulda – pusat eşgudumu

egemenleri,

ve bileğime saldıran zincirleri kırıp gelmiştim.

bitmesiz yolları aşıp,

kulaklarımı cınlatan ‘vur’ emirlerinden gecmiştim.

oysa;

sen benim umurumda bile değildin,

zaten, beni de sevmezdin.

ben yalnızca,

Pandora’nın sakladığı umudun peşindeydim.

..bir de Promethieus’un avuclarındaki ateşin.

..icindeki mumları yakmak icin...









biliyor musun?

yalan soyledim.

doğru değildi ‘umurumda değilsin’ sozlerim.

erteledim omrumun rengince kara sevdalarını,

kendi damarlarını ısıran kanımı

bir gumuş tasa icirdim,

bandım ayışığını,

sesimin sesine dokunarak

coğaldığı zamanlardan geldim,

ve sana koşan adımlarımın

butun bedelini odedim,

aydınlığa baktım,

ışığa kanatlarımı verdim,

seni Spartakus’un ozgurluğe olan

sevdasınca sevdim,

ekmek gibi,tuz gibi,

bir anne,

ninni,

ishak kuşu,

vezuv gibi,

seni Spartakus gibi sevdim.

..cok sevdim, cok...

bırak; senden ne alırlarsa alsınlar,

benim verdiklerimi goturmelerine imkan yok.

şimdi sen yoksun;

artık memede sut ısırgan ağısı,

ve yokluğunun kuşatmacı yangısı

icimi bir kurşun zehiri gibi acıtıyor.






butun kutsal kitaplar;

‘insan iki kez doğarmış,

birincisi annesinden,

ikincisi,

yureğindeki mumları ateşe verenden’ diyor.

ve o mumlar,

ateş ulkesinin şiirini dans eden ışığıyla yakan:

..sonduremedim hicbirini,

kırkı birden yanıyor...