

( Merdivenler, tablodan yansıyan bakışları sunarken gozlerime, adımlarım senin icin cıkıyordu biz’li bir bilinmezliğe… Boynumda kelimelerimi duğumleyen bir ipin sıkılgan sancısıyla, sana gelmiştim. )
I-
Aylardan mart.
İstanbul sanrısının kırk ikinci gunu.
…
Sen gozlerini kapatıyorken;
bulutlar denize,
şehir, tutkuya karışıyordu.
Zaman, altıya zincirlemişti kendini
bense kendime.


Aşk,
tavan arasına sakladığın
kıskanc bir olumluydu…
Yıkık dokuk,
durmadan kemirdiğin ve ancak
ısırdığında kanatmayı bildiğin,
nabzına hukmeden,
bir olumlu.
...
( Kırmızının davetkar kollarında işte baş başaydık! ...)
II –
Aşka susamış tenin, ter dokuyordu
o vakitler.
Ve ellerin gezinirken umarsızca…
eski an’lara kan kusan bedenimde,
dudaklarının arasından
bir ihanet daha,
nakış nakış işleniyordu geceye.


Nargilenin dumanına boğulmuştu
kadınlığım.
Maskesi duşen sozlere,
ezilen ruhlara,
titreyen bedenine uzak sandığın,
tenime rağmen.
…
( Cocukluğumdan kalma bir şeker alıyordu bedenimin titreyişini ellerimin arasından… )
III –
Bil ki;
anlamı yoktu seni isterken
dur! diyen sozleri(mi)n.
Engellerim yoktu.
…
Kuşanmışken
en derin yaralarıma sebep acılarımı,
karşında dimdik durduğuma bakma!!
…
IV –
Ama sen yine de
boş ver
ve hic durma (vur) kac!!
…
Tek soru dahi sormadan,
sadece kac
goz bebeklerimden.
…
V –
Sen,
sana geldiğim ilk an sonrası kilitlendiğim
sessiz bir oyunun ilk sahnesindeki
tek kare resimde;
suflesini alamamış bir oyuncu şaşkınlığıyla
bekleyişin,
titreyen bedeniyle
urkekliğinin,
ve sırılsıklam sen kesen kadınlığımın,
ebedi suskunluğu olarak kal.


…
Adımların sonsuzluk,
nefesin buz,
kırmızıya boyadığın duvarlar
beklentisiz, aşkının olsun.
…
ve tek bir soru dahi sormadan
dal gozlerine denizin
…
(Burcu Yıldızer )