

Bir California gunu daha başlamıştı. Mavi gokyuzu ve enerjisini eksik etmeyen guneş. Bir de garip bir gurultu. Yarı uyanık halde kapıyı actığımda, İsa ile yuz yuze geldim. Yuzundeki yorgunluk, bu ulkede başına nelerin geldiğini acıklamaya yetiyordu. Sabahın yedisinde İsa’nın kapımı tekmelemesi pek rastlanacak bir olay olmadığından hemen kendime gelmeye calıştım. İsa ise konuşmadan kanapeye coktu.
“Dostum okul ile yine bir sorun oldu, erkenden okula gideceğim.”
20 dakika sonra, evime 10 dakikalık mesafedeki Universite caddesi uzerinde bulunan Starbucks’a gittik. Her zamanki gibi gunun kahvesi ve “apple turnover” denen şeyden aldıktan sonra, bahcede oylesine oturmaya başladık. Bir taraftan da elimize gecirdiğimiz “Los Angeles Times” ile ilgilenmeye calışıyorduk. İsa ise daha cok sevdiği “Register” adlı gazeteyi kurcalıyordu.


Ne kadar sure gecirdiğimizi hatırlamıyorum, ancak saat 8.30 olmalıydı. Kahve kuyruğunda Angie’yi gordum. Saat gibi adam. Her sabah kahve icmeye aynı saatlerde gelir ve butun gazeteleri okuduktan sonra işe giderdi. Ama ne iş yaptığını hic oğrenemedim. Onu daha onceden tanıyanlar, Pakistan’da zengin bir ailesi olduğundan bahsetmişlerdi. Butun her şeyi bırakıp, once Almanya sonra da İngiltere’de yaşamıştı. Sonunda buralara kadar gelmiş bir şekilde de Amerikan vatandaşı olmuştu. İsa ise olmak uzereydi. Ben mi? Dunya vatandaşı.
Her zaman yapmış olduğumuz muhabbet saatin ilerlemesi ile birlikte sona ermek zorunda kaldı. İsa’nın “Panzer” olarak adlandırdığımız 1984 model VW Golf’u ile birlikte I-215 uzerinden San Bernardino’ya doğru yola koyulduk. Universite’de işler kısa surdu.
“İsa, San Bernardino’ya gidelim. Şu ilk Mc Donalds’ı gormek istiyorum”.
Bir zamanlar, aslına bakarsanız Palm Springs keşfedilmeden once, San Bernardino, Riverside ve Redlands kentleri iklimin uygunluğundan dolayı emekli Amerikalılar cenneti haline gelmiş, ancak sonraları Meksikalıların coğunluğu ele gecirmesi ile birlikte, yaşlı Amerikalılar, ozellikle San Bernardino şehrini terk etmişler. Bir de gun gectikce engellenemeyen cete savaşları, San Bernardino’yu cok kişi icin yaşanılmaz derecede guvensiz hale getirmiş. Hala da oyleydi. Akşam karanlığı ile birlikte başınıza her turlu belanın gelebileceği bir yer. Yani, ilk Mc Donalds’ın kurulduğu, ve fikrin butun dunyaya yavaş yavaş yayıldığı bu şehir artık başka ilklerin peşindeydi.
San Bernardino’dan sonra, Guitar Center’a gittik. Randy Rhoads ve Sammy Hagar’da bu şehirden cıkmıştı. Rock tarihinden iki onemli gitarist. Biri artık yaşamıyor.
Sıkıntıdan patlıyorduk. Kendimizi Big Bear kayak merkezine doğru giderken bulduk. Bu eyalette isterseniz, aynı gun icerisinde, okyanusa gidebilir, sonra da kayak yapabilirsiniz. Hemen sonra, cole gidip yuruyuş yapabilirsiniz. Mesela, “Joshua Tree” milli parkı vahşi doğa icinde yuruyuş yapabileceğiniz bir yer.
Meksikalıların ve diğer yabancı milletlerden olan insanların California ruyası sonucunda, gercek Amerikalı dediğimiz kesim ( tanım aslında yanlış ama onlar kendilerini bu şekilde adlandırıyorlar ) ya okyanus kenarına, ya dağlara, ya da col icinde bulunan luks yapılardan oluşmuş ve sonradan kurulmuş yerleşim merkezlerine cekilmişler. Bu gibi yerlerde, Meksikalı ya da “Hispanic”, zenci veya diğer yabancılara pek rastlayamazsınız. Pardon bir istisna var, İngilizlere rastlayabilirsiniz. Onlar da pek yabancı sayılmazlar. En azından bana gore.
Big Bear şehir merkezinde biraz dolaştıktan sonra, yerel halkın oldukca kaba olduğunu anlamam uzun surmedi. Hatta biraz ırkcı desek pek yalan olmaz. Tabi ne de olsa yabancılardan kacmışlardı, ve biz yabancıların gezi amaclı olsa bile onların yakınına gelmiş olmamız karşısında tedirgin olmaları normal sayılabilirdi. Tıpkı Arizona’da olduğu gibi, insanlar yabancılar ile minimum iletişim kuruyordu. Her neyse beni ilgilendirmez, kendileri bilir.
Gol kenarındaki gezinin arkasından, daha once hic gormediğimiz bir yola saptık. Nedense İsa boyle maceraları severdi. Yolun ismini bile ilk defa goruyordum. “238” nolu yol. Gidiş gelişten ibaret. Oyle filmlerde gorduğunuz gibi 5 geliş 5 gidiş şeritli değildi. Cam ağaclarının icinden suzulmeye devam ettikten bir sure sonra, yolun sağında ufak bir park alanı gorduk ve durduk.
Ucurumun kenarına geldiğimde, onumde uzanan cole bakmakla yetindim. Ucsuz bucaksız bir duzluk. Yer yer yeşillikler vardı. Kaktus ormanları. Manzaraya daha dikkatlice bakmaya başladım. Colun ortasında ufak bir yerleşim merkezi vardı. Oraya gitmem gerektiğini duşundum, neden bilmiyorum? Hedefe doğru hızlandık.
Yerleşim merkezine yaklaştığımızda bu yeri yakından tanıyamıyacağımızı anlamıştım. “Reservetion Area”. Yani kızılderililerin yaşam bolgelerinden biri. Bizi pek sıcak karşılamadılar. Tam beklediğim gibi. Bu bolgelerde istedikleri gibi serbest yaşayan hatta bırakın eyalet yasalarını, bazı federal yasalardan bile etkilenmeyen bu kara parcasının ilk yerleşenleri, bizim malesef yabancı olduğumuzu anlayamayacak kadar ofke dolu olmalarından kaynaklanan bir on yargı ile bize “Beyaz” muamelesi yapıyorlardı. Zaten bu acaip yerde gorulecek bir şey olmadığına karar vermiş ve kasabadan bir paket sigara alarak uzaklaşmıştık. Yukarı baktığımızda cam ormanının icinde zorla gozuken ihtişamlı dağ evlerini gordukten sonra, bu insanların neden ofkeli olduklarını anlamanız biraz daha kolay hale geliyor. Bir de kovboy filmleri ve uydurulmuş hikayeler var.
Colde son surat ilerlerken kaybolduğumuzu anladık. Aynı yoldan geri donmek istemiyorduk ancak bize yol gosterecek hic bir ibarede yoktu. Sızlanarak geri donmeye karar verdik.
Big Bear’e yaklaştığımızda, tam anlamıyla şok gecirdik. Yaklaşık 4 saat once guneşli bir şekilde geride bıraktığımız şehir, aniden bastıran kara teslim olmuştu. Karın beklenenden once yağdığı Ranger’ların yolları kontrol altına almasından belliydi. Bizi de durdurdular.
“Merhaba, arabanızda zincir yoksa daha ileri gidemezsiniz. Zinciri ileride sağda guvenlik alanında takabilirsiniz”
Zincirimiz yoktu. İsa zincirimizin olduğunu soyledi. Sonra guvenlik alanına doğru ilerledi. Diğer arabaların yanına geldik. Sonra da caktırmadan yola koyulduk. Ancak bir sonraki kontrol noktasında yakalanabilirdik. Kar şiddetini arttırmıştı. Yol kenarında mahsur kalanlar, kayıp şarampole yuvarlananlar ve son derece rahat şekilde hareket eden 4x4 sahipleri yol manzarasını tamamlıyorlardı.
Son kontrol noktasından da gectik. Şimdi aşağı doğru kıvrılan dar ve bir o kadar da kaygan bir yolda, eski lastikler ile ilerliyorduk. İsa sanki askerdeyken karlı havalarda kullandığı Land Rover’ı kullanıyormuş gibiydi. Ama arabamız Land Rover değildi. Bir kac ufak tehlikeden sonra, benzincinin birinde durduk. Kahve ve sigara molası. Muthiş kar yağıyordu. Dışarı cıktık ve manzaranın keyfine daldık. Uzerimizde sadece yarı kalın sweat shirtler vardı.
15 dakika sonra kar arkamızda kaldı. Hızlandık. I-10’ cıktık. Yaklaşık 1 saat sonra, Orange County bolgesinin dayanılmaz guzellikteki sahil şeridinde kendimizi bulduk. Hava cok sıcak olmamakla beraber, kısa kollu t-shirt ile dolaşılabilecek nitelikteydi. Suyun uzerinde yukselmiş Pier’den, surf yapanları seyrettik. Bir sure sonra, inanılmaz bir ruzgar cıktı. Aslına bakarsanız fırtına gibi bir şeydi. Ayakta durmak zorlaşmıştı. Arkasından da, şiddetli bir yağmur. Geri donme vakti gelmişti.
30 dakika sonra, yağmuru geride bırakmıştık. İlerlerde bir yerlerde kar yağıyordu. Arkamızda yağmur. Colde ise hava sıcaktı. Riverside’a yaklaştığımızda hava kararmak uzereydi. Gokyuzu oldukca guzel gozukuyordu. Şimdi gece başlamıştı. İsa ani bir hamle ile arabayı sağa cekip yavaşladı. Ben ise gorduklerim karşısında taş kesilmiştim. Guneş tekrar cıkmıştı sanki. Hatta dunyanın sonu geldi herhalde dedim. Cok kısa sure sonra yapay ışık gucunu kaybetmeye başladı. Sonra gokyuzunde suzulen rokete benzer şeye bakmaya devam ettik. Bizden başkaları da durmuş ve onu seyrediyorlardı.
İsa hafif bir kufurden sonra yola devam etti. Eve geldik. Televizyonda, “Recycle” malzemelerden yapılmış ilk roketin denemesinin başarılı gectiğinden bahsediyordu. Bir de, kacak olarak ulkeye sızmaya calışan ama sussuzluktan ve sıcaktan dolayı colde olen Meksikalılar ile ilgili bir haber vardı. Diğer bir haber ise, California’da kumarhane calıştırma yetkisinin kızılderelilerden geri alınmasını istiyordu. Ne de olsa yanıbaşımızda Vegas vardı.
Tekrar dışarı cıktık. Limericks adlı bara gittik. Kapıda, kimlik kontrolunden sonra, icerideki etten duvara doğru ilerlemeye başladık. Koşede aynı zamanda sınıf arkadaşım olan Lubnan asıllı garson ile goz goze geldim. İsa hemen bira aldı, bense her zamanki gibi Club 7. Diğer koşede, Gretchen Miller ve arkadaşları vardı. Beyaz Amerikalılar. Barın diğer tarafına gectik. Genc yaşta docent olmuş Yanni ile karşılaştık. Yunan ve Turk muhabbeti başladı. Yanni’nin inanılmaz iyi espri anlayışı her zamanki gibiydi. Sadece guluyorduk. Derken genc Turk grubunu gorduk. Arap arkadaşları ile koyu bir sohbet dondurdukleri belliydi. Biraz ileride ise alkolun etkisi ile kendilerinden gecmiş Amerikalılar vardı. Uzakdoğulu olanlar, Meksikalı olanlar ve diğerleri.
Dışarı cıktık. Cok kişinin bilmediği ve sadece Meksikalıların takıldığı akşamdan kalanlar icin gec saatlere kadar calışan ufak bir restorana gittik. İşkembeye benzeyen corba fena değildi. Corbanın neden yapıldığını yine soramamıştım. Cesaretimi toparlayıp bir turlu soramadığım bu sıcak sıvı nedense hoşuma gitmişti. Aklıma, toprağı bol olsun, boyle bir mekanın var olduğunu bana soyleyen, uzun seneler Turkiye’de calışmış, Kanada asıllı Amerikalı AP Roberts geldi. O olmasaydı, burnumun ucundaki boyle bir yeri asla bilemeyecektim. Sonra, şehrin tehlikeli bolgesinin sınırı sayılan bir yere gidip, doner yemeye karar verdik. Az ileride Cafe Azteca denen asla icine girmeyi duşunmediğimiz barda, polisin bir Meksikalıyı yere yatırdığını gorduk. Sonra diğer polisler ve Meksikalılar arasında koşe kapmaca başladı. Oradan arazi olduk. Arkamıza bile bakmadan.
Eve geldik. Uyuma zamanı gelmişti. İsa beni sitenin girişinde bıraktı. Sonra hızlı bir şekilde arabanın camını actı.
“Dostum dun olanlar icin kusura bakma. Amerikalı bir hatunla tanıştım ve seni orada bırakmak zorunda kaldım”.
Ust kattaki Tayvanlıların cıkardığı gurultu ile birlikte uyumaya calıştım. Derken birisi camımı tıklattı. Arjantinli komşum, cakmak arıyordu. Bir tane buldum.
Televizyonu actım. Conan O’Brien show yeni başlamıştı. İrlanda asıllı talk show ustadı.
“St.Patrick gunu artık İrlandalıların gunu olmaktan cıktı. Neydi şu son gecit toreni. Turkler, Yunanlılar ve diğerleri, onlar da yeşillere burunmuş ve gecite katılmışlardı. Nasıl bir St.Patrick gunu bu........”. Arkasından, guluşmeler.
kaynak:uzaklar.com