

Hayır! Başlık sizi şaşırtmasın, bu bir Yunanistan yazısı değil. ‘Karşı yaka’ dediğim Portekiz… Cunku Selanik’te ne kadar İzmir’in ayak sesleri varsa, Lizbon’da da İstanbul’un yansımalarını goreceksiniz. Hem de bu benzerlik İzmir’le Selanik’ten daha fazla… Tajo Nehri’nin uzerindeki kopru, boğaz koprusunu hatırlatıyor. (Tabi Portekizliler, daha az trafiğe karşın bizden daha ileri goruşluler ki, koprunun ustunde otomobiller, altında ise tren gidiyor.) Tajo oldukca geniş bir nehir. Bu nedenle tanıştığınızda goreceksiniz, pek cok Portekizli, Marmara Denizi’ni nehir sanıyor.
Lizbon’la İstanbul karşılaştırılırken, en başta yedi tepeli olduğu soylenir. Ama ne yedi tepe… Yuruyerek inmenin ve cıkmanın turist olarak bile mumkun olmadığı yedi tepe… İşte bu nedenle tramvaylar kentin simgesi haline gelmiş ve yine bu yuzden Avrupa’yla karşılaştırıldığında en zayıf ve en sportif gorunuşlu insanlar burada yaşıyor.
Uzun zamandır, gittiğim ulkelerde rahat ve huzuru bir kenara bırakıp hostelleri tercih ediyorum. Yaşım ilerledikce oteldeki yıldız sayısını arttırmam gerekirken, ilginc bir şekilde bu tersine donuyor. İstanbul’dan rezervasyon yaptırdığımız Lisbon Poets Hostel’e gittiğimizde henuz şehrin bu kadar merkezinde olduğumuzu bilmiyorum. Tabi bir paralel sokağın “Karanfil Devrimi”nde devrimcilerin ve halkın bir araya geldiği meydana acılan sokak olduğunu da… Aylardan ağustos ve havanın 50 derece olduğunu duşunuyorum ama terlemek yok. Denizin kenarında ama nemden uzaktayız… Lizbon’da en cok meydanlar ilgimi cekiyor. Cok fazla, ama Avrupa’da ozellikle Fransa ve İngiltere’nin ovunduğu devasa meydanlar değil. Kucuk, heykellerin suslediği meydanlar, yol bulmakta yardımcı oluyor.
Burada amacım tarihi yerleri anlatmaktan ote gideceklerin aklının kenarında bulunması gereken notlara yonelik. Bunlardan bir tanesi ve belki de en onemlisi deniz… Portekiz, denize girilmek icin gidilecek bir ulke asla değil. Hayatımda bu kadar soğuk deniz (okyanus!) ne gordum ne de duydum. Şoyle soyleyeyim; kasım ayında Saros’taki denizin 5 katı daha soğuk. Gercekten elektroşok etkisi yapıyor. Sanırım bu nedenle, herkes denizin kenarında olmasına karşın denizde, sadece soğuktan morarmış cocuklar bulunuyor. Denize girebilecek Lizbon’a en yakın yer Cascais. Merkeze 20 kilometre uzaklıkta ve ulaşım trenle cok kolay. Ben bu denememden sonra bir daha denize girmeye kalkışmadım, ta ki Portekizli arkadaşım Pedro beni Alcochete’nin ilerisindeki “cıplaklar plajı”na goturene kadar. Orası da boyu sanırım 4 metreyi bulan dalgalar yuzunden sorfculerin uğrak alanıydı.
Lizbon’un en onemli eğlence merkezi Bairro Alto. İşlevi acısından Taksim gibi. Ama daracık sokakların, onlarca bara ve restorana acıldığı, gece karanlık olan ve pis kokan, bir gece gittiğiniz yeri ertesi gun aramak zorunda kalacağınız, labirent gibi bir yer. Tum Portekizliler orada. Lizbon’un cevresine dağılmış luks sayılabilecek fado barlara kıyasla en guzel fado da yine Bairro Alto’da. Ev şarabı eşliğinde, muşterilerin de sırayla, askıdaki siyah şalı alıp omuzlarına koyarak sahneye cıktığı bu barlarda, dikkat etmeniz gereken en onemli şey, gurultu yapmamak. Portekiz’in emperyal cağlarında denize giden ve geri donmeyen kocalarının arkalarından tuttukları yas, yani fado, luks olmayan ve Portekizlilerin gittiği bu barlarda, hala ‘kutsal’…
Akdeniz’e kıyısı olmayan, buna karşın sıcak insanları nedeniyle bir Akdeniz ulkesi olarak kabul edilen Portekiz’in en unlu yemekleri tabi ki deniz urunleri uzerine kurulu. Fransa’da ciğ yenen -bence iğrenc, denedim, gercekten iğrenc- kabuklu deniz urunleri, Portekiz’de cok lezzetli. Bunun nedeni denizden cıkarıp sofraya getirmeden once, pişirme, tuzlama, kızartma gibi Turkiye’de de bildiğimiz yontemlerin uygulanıyor olması. En unlu balıkları, bizim morina dediğimiz Bacalau. Pedro’dan oğrendiğime gore, bu balık 100 şekilde yapılıyormuş. Ben en cok tuz icinde pişirilenini sevdim. Hindistan cevizi soslusu da hic fena değildi. Ahtapot ve bir tabak dolusu midye de yenilmesi gerekenlerden. Bu arada adını unuttuğum bir şarap var, -pembe, Saddam Huseyin de vaktiyle Portekiz’den ozel olarak getirtiyormuş- bence muhteşemdi.
Porto’da kuru fasulye keyfi
Portekiz’e kadar gidip de şaraplarıyla unlu Porto’ya uğramamak olmaz. Aslında Portekiz’in tamamı iyi bir planla 10 gunde gezilebilir. Mimarisi harika olan Orient istasyonundan trenle yola cıkıyorum. Sabah 5.00’da yatmış ve 7.00’da kalkmış biri olarak planım yolda uyumak. Ama etrafa bakınırken dort saatlik yol gecip gidiyor. 1 gece kalacağım Porto’da, zaman kaybetmemek icin otel bile aramıyorum. Oncelikle, şunu soylemek gerekir ki; Porto tren istasyonu cok guzel. Kucuk olmasına karşın duvarlarındaki resimlerle 1900’lu yılların başından kalma filmlerdeki, herkesin siyah silindir şapkayla iceri girdiği bir istasyonu anımsatıyor.
Porto da Lizbon gibi tepelerin olduğu bir kent. O kadar ki, sadece bir tepeye cıkmak icin 70 metrelik bir yola teleferik, tramvay arası bir arac konulmuş. Kalenin surlarını yalayıp gecen bu arac, insanları yerleşim alanlarına taşıyor. Portekiz’in neredeyse butun şarap uretim tesisleri Porto’da. Turistler icin fabrikalarda, şarapları da tadacağınız birkac dilde rehberi olan geziler duzenleniyor. Uykusuzluk ve yuruyuş, ustune de şarap, resmen cokuntu icindeyim, karnım da ac! Ulkeleri, o ulkelerin insanlarıyla gezmek buyuk şans, boylece ozellikle yiyecek, icecek ve eğlence konusunda sınır tanınmıyor. Ben de bu şansı sonuna kadar kullanıyorum; biraz pis fakat kokuların muhteşem olduğu bir esnaf lokantasına gidiyoruz.
Portekizli arkadaşıma illa ki bir Porto yemeği istediğimi soyluyorum. Tamam diyor, once şarap… Sipariş ediyoruz, bizim icin sectiği yemek “Moda da Porto”. Once pilav geliyor ortaya, sonra tencere icinde heyecanla beklediğim yemek. “Pilavı tabağına koy” diyor, “Yemeği pilavın ustune koyacağız”. Sonrasında tencerenin kapağını acıyor; Kuru fasulye, hem de aynı annemin yaptığı gibi! (Tek farkı icinde kocaman bir işkembe parcası olması) İşte, burası Turkiye’nin karşı yakası! Bu arada soylemeden gecemeyeceğim, kırmızı şarap, ‘pilav ustu kuruyla’ hic de fena olmuyor!
kaynak:uzaklar.com