ataturk doğduğunda selanik
Ebru Erdoğan İcimde farklı duygular uyandıran bir şehir... İttihat ve Terakki'nin başkenti. Buyuk usta Nazım Hikmet'in doğduğu kent. Abdulhamit'in surgun yeri. Jon Turkler'in, Omer Seyfettin'in, Yahya Kemal'in, Hareket Ordusu'nun cıkış noktası. Ve en onemlisi; Gazi Mustafa Kemal Ataturk'un doğduğu şehir.
Uzun zamandır gitmek istiyorduk... Hem yakın, hem de Ataturk'un evi dolayısıyla duygusal bağlarımız var. Ustelik İstanbul-Selanik arasında calışan "Dostluk Treni", bir suredir merak konumuzdu. Şubat ayının ilk hafta sonunda gitmeye karar verdik. Tren bileti, otel rezervasyonu ve sağlık sigortası icin cok az zamanımız vardı. Biliyorsunuz ki butun bunlar olmadan vize almak pek mumkun değil. Yunanistan Başkonsolosluğu da vizeyi ancak bir haftada alabileceğimizi soyledi. Ama bir "şans dedik" ve pazartesi gunu başvurumuzu yaptık. Hicbir sorun cıkmadı, carşamba gunu vizelerimizi aldık. (Ustelik acil bir işiniz varsa bir gunde de vize alınabildiğini gorduk) Her şey tamam olduğuna gore, seyahat gununu beklemeye başladık. Trenle ilgili bir takım korkularımız vardı tabi; Gercekten vaktinde varabilecek mi? Acaba carşaf, yastık veriyorlar mı?..
Sonunda cuma gunu saat 20.00'de yola cıktık. Gercekten tren 20.01'de hareket halindeydi. (Bu arada unutmadan, bilet fiyatları gidiş donuş 162 YTL) İstanbul'dan ayın tek gunlerinde Turk treni, cift gunlerinde ise Yunan treni kalkıyor. Aynı şekilde Selanik'ten gelirken ayın cift gunlerinde Turk treni kalkıyor. Yolculuk hic de fena başlamadı. Zira her şey cok guzel... Kompartımanlar iki kişilik... Hareket ettikten sonra calışanlar, yastık, yastık kılıfı, carşaf ve nevresim takımı getirdiler. Tum bunlar bembeyazdı, hatta daha da fazlası mis gibi kokuyordu. Kompartımanda bir lavabo bulunuyor. Boylece yatmadan once dişlerinizi odanızda fırcalayabiliyorsunuz. Gidiş heyecanıyla pek fazla uyuyamadık, sohbet, muhabbet ve cekirdek citleme merasimleri derken bizim sınıra, yani Uzunkopru'ye varmışız. Bu arada sınır mevzuundan once belirtmekte fayda var; zira bizi en cok hayal kırıklığına uğratan da bu oldu: Trenlerde restoran yok. Cay, kahve, alkollu icecek alabiliyorsunuz. Bunun icin bir bufe bulunuyor. Turk treninde caylar demleme, yani hic de fena değil. Neyse geldik sınıra... Bilindiği uzere Turkiye'yi terk etmeden once odenmesi gereken bir yurtdışı cıkış harcı var. Sorun olmuyor, sınırda odeyebilirsiniz. Ama "Ben trenden inmek istemiyorum" derseniz, yola cıkmadan once banka yoluyla bu parayı odemenizi oneririm. Sınırda, tum kompartımanların kapısı bir bir calınıyor ve pasaportlar toplanıyor. Bu sırada inmekte fayda var. Zira, her ne kadar gece ve gittiğimiz tarih itibarıyla hava soğuk olsa da, "free shop"u gormek cok eğlenceliydi. Mahalle arasında kalmış bir bakkal buyukluğunde. İcinde sadece icki ve sigara var. Fiyatlar havaalanlarındaki free shop'lardan biraz daha pahalı. Zaten giderken bir şey almanın da bir luzumu yok. Sınırda yaklaşık 45 dakika bekliyoruz ve pasaportlarımız geldikten sonra yine yola koyuluyoruz. Sırada Yunan sınırı var. Burada yine pasaportlarımız toplanıyor. Yunan polisi pasaportlarımızı alırken, elinde eldiven olduğunu goruyoruz, doktor eldivenleri... Kuş gribi sanki Yunanistan'da yok... Astronot gibi giyinmiş bir adam dışarıda vagonların altını ilaclıyor. Hemen calışanlara soruyoruz; "Biz de bunu Yunan trenine yapıyor muyuz?" Hayır cevabını almak, gecenin o saatinde sadece sinir bozuyor. Artık gozlerimiz kapanmaya başladı ama uykumuz bolunmesin de şu pasaportların geri gelmesini bekleyelim... Sure uzadıkca uzuyor, pasaportlarımız da geldi ama neden hala beklediğimizi bilmiyoruz. Meğer, sınırda cekiciler değişiyormuş. (Selanik'ten gelen Yunan trenin cekicisi bizim vagonları, bizim cekici de Yunan vagonlarını cekiyor.) Derken bir memur daha geliyor, "Gumruk var mı" diye. "Yok" diyoruz. Saat gece yarısını coktan gecmiş, cok da fazla uğraşmıyor bizimle... Saat sabahın 04.00'une doğru tren yeniden hareket ediyor. Artık biraz uyuyalım diyoruz, ama ancak uc saat... Cunku guneşle birlikte biraz sağa sola bakalım diye yeniden pencerenin dibindeyiz. Her yerde kucuk yerleşim birimleri var; uzaktan gorduğumuz bazıları o kadar net ki; planı yapılmış ama plansız inşa edilmiş evler, aralarda kucuk ve anlamsız boşluklar, mezarlıklar... Bildiğiniz Turkiye... Bu arada mezarlıklardan bahsetmişken, tum mermerlerin uzerine, naylon kaplara konmuş taptaze ve rengarenk cicekler bizi cok etkiledi. Hani Turkiye'de hep oluye saygıdan bahsedilir ya, cok da doğru değil galiba. Ya da bazen es geciyoruz. Sınırdan sonra, Selanik'e kadar ki istasyonlar cok guzel. Onlar da bizimkilere benziyor; eski ve guzel istasyonlar, restore edilmiş... Bu arada tren gorevlisi geliyor ve kahvaltı isteyip istemediğimizi soruyor. "İstiyoruz" diyoruz ne geleceğini bilmeden. 15 YTL karşılığında, tereyağı, receli, krem peyniri, domatesi olan kahvaltı tepsileri geliyor, sıkı durun; ustelik kızarmış ekmeklerle birlikte. Kızarmış ekmekleri de gorunce uykusuzluğu falan unutuyoruz, neşemiz yerine geliyor. Bu arada tren calışanlarıyla sohbet ediyoruz, donuş tarihimizi soruyorlar, biz de pazar gunu olduğunu soyluyoruz. Başlıyorlar Yunan treninin ne kadar kotu, soğuk olduğunu, hatta icinde farelerin gezdiğini anlatmaya.
Bizi de bir dert alıyor tabi, "Donuş yolu nasıl olacak?" Zira İstanbul'a iner inmez hepimiz doğrudan işe gideceğiz, yani iyi bir uyku en onemli şey... Bizimle dalga gectiklerini sonradan anlıyoruz, donuş yolunda, ustelik ucakla donmeyi bile duşunduğumuz iki tartışmalı gun boyunca. Allah'tan paramız yok da donuşte de treni kullanmak zorunda kaldık. Neyse donuş yoluna sonra geleceğim...
Selanik dedik, bir turlu Selanik'e varamadık... Saat 10.00'da sonunda Selanik'teyiz. TCDD'nin sitesinde yer alan varsayıma gore, 08.00'de olmamız gerekiyordu... Otel tren garına cok yakın, zira Holiday Inn Hotel'de kalıyoruz. (Selanik'te tarım fuarı olması nedeniyle başka hicbir otel bulamadık. Yoksa oda başına 135 avro vermeyi biz de istemezdik.) Gardan otele giden yol cok kotu. Kotu demem gorunuş itibarıyla, şehir hakkında ilk izlenim nedeniyle... Ankara'da İtfaiye Meydanı'na, İstanbul'da Laleli'ye benziyor. Biraz moralimiz bozuldu, ama sizin bozulmasın, zira gercekte boyle değil. Şansımıza hava cok guzel. Hani neredeyse bahar gibi. Otele cantaları, sokağa da kendimizi atıyoruz, tabi once resepsiyondan bir harita alıyoruz. Her ne kadar gidip goreceğimiz yerleri belirlemiş de olsak, nasıl gideceğimizi bilmekte fayda var. İlk gideceğimiz yer tabi ki Ataturk'un evi. Sabah 10.00'da acılıp 17.00'de kapanıyor. O nedenle daha vaktimiz var. Biraz cevreyi tanıyalım, sonra da bir denizi gorelim. Burada haritaya ihtiyacımız yok, zira yokuş aşağı indikce denize varıyoruz. Deniz kenarı, İzmir'in Kordon'unun tıpatıp aynısı. Butun kafeler, haliyle de butun genclik burada. Gitmeden once herkes dedi ya, "Frape icin" diye, ben hemen istiyorum. Fakat Frape'den de cok, kahvelerini oneririm. Adı "Yunan kahvesi", Turkce meali, "Turk kahvesi". Yapılışı, sunuluşu, kopukleri aynı. Tadında biraz farklılık var, sanki bizimkine nazaran daha aromalı gibi. Gayet guzel. Biraz "Kordon"da geziyoruz, saat oğle oldu. Biz Turkler yabancı ulkeye bile gitsek once karnımızı doyurmaya bakarız, hemen oturuyoruz bir restoranın bahcesine. Meze secmeye gidiyoruz, bizimkilerin aynısı, hatta kimse kızmasın bizimkilerden daha guzel. Barbunya, dolma, karides, cacık... Monu bizimki kadar zengin olmasa da Nevizade tadını buluyoruz. Yanına Barbun balıklar ve pek tabi ki uzo. 4 kişi toplam 70 avro civarında oduyoruz, her şeyi de yiyiyoruz. Ata'nın evine gitmek uzere yola cıktığımızda, hem şehri gormek icin, biraz da yerini bulamamazlıktan epey yuruyoruz. Bu arada Aya Sofya cıkıyor karşımıza. Bu kadar kotu bir taklit hayatım boyunca gormedim. Kucucuk bir "kilise". Hani bizim Miniaturk'teki minyaturlerden biraz hallice. Yine yol ustunde opera binasını goruyoruz, dehşet buyuklukte... İcine giremiyoruz... Bu arada yururken akşam icin guzel bir taverna da arıyoruz ama nafile... Sonunda ders kitaplarında, tarih kitaplarında gorduğumuz, ev cıkıyor karşımıza, Ata'nın evi. Eskiye bir yolculuk gibi... Oncesinde cevresinde bir tur atıyoruz, sonra da kapıdan iceri giriyoruz. Turk Konsolosluğu, Ataturk'un evinin bahcesinde bulunuyor. Onun icin de gayet sıcak karşılanıyoruz. Tarım fuarına gelen Turkler de ziyaret etmişler burayı. Onların gezisinin bitmesini bekliyoruz zira bizi gezdirecek rehberin işinin bitmesi lazım. Ataturk, babası oldukten sonra okul dolayısı ile kucuk yaşta ayrılıyor evden. Ev 1980'li yıllara kadar Yunanlı sahipleri ya da kiracıları tarafından kullanılıyor. Ancak 1980'li yılların ortalarında bize veriliyor. Ataturk'un doğduktan sonra cok az yaşadığı bu evdeki eşyalar, Anıtkabir'den ve Dolmabahce Sarayı'ndan goturulmuş. Cocukluğuna dair iz yok, butun eşyalar Cumhuriyet sonrası donemden... İyi kalpli ve yardımsever rehberimizle fotoğraf cektirdikten sonra ayrılıyoruz evden. Cıkarken de duşunuyoruz, "Hazır Mustafa Koc, İngiltere'deki Ataturk heykelini yeniden yaptırmışken, şuraya da bir el atsa, burası da gercek bir muze halini alabilse..."
Selanik'te hafta sonları, kafe ve restoranlar dışında saat 15.00'ten sonra her yer kapanıyor. Yapacak bir şey yok, yolları arşınlamaya devam ediyoruz. Ataturk'un evi ile aynı caddede olan Saint Dimitrius Katedrali'ne gidiyoruz, zira burası Yunanistan'ın en buyuk katedraliymiş. Şansımıza bir duğun toreni var. Bir saat civarında suren duğunde butun rituelleri oğreniyoruz. Dışarı cıktığımızda, yeni bir duğun icin erkek tarafı coktan gelmiş bile. Katedralin bahcesinde davullu zurnalı bir eğleniyorlar ki, sormayın gitsin...
Guneş ağır ağır batıyor, artık taverna bulmalıyız... Başlıyoruz aramaya, yok... Ne yapacağımızı bilemiyoruz ve otellerin resepsiyonlarına sormaya karar veriyoruz. Bir iki otel şurası burası diyor, hatta uzun uzun kroki ciziyorlar anlatıyorlar, ama tavernaya değil restoranlara gonderiliyoruz. Sonunda gidip bir yerlerde bira icelim diyoruz, biralardan sonra gidip bir restorana oturacağız artık, uzoya devam... Biralar iciliyor, saat oldu 21.30. Bardan cıkıyoruz, derken karşımıza bir taverna cıkıyor. Nasıl da daha once gormemişiz... Hemen gidiyoruz, salon bomboş ama şef garson tipli biri butun masaların dolu olduğunu soyluyor ve bizi başka bir tavernaya gonderiyor. O da yakında zaten ama maalesef o da dolu ve hatta ucuncusu de dolu. Bir tanesine mutlaka girmeliyiz... Yine başa donuyoruz. Şef garson tipli dediğim adam Lubnan'lıymış. Diyoruz ki, biz buraya girmek zorundayız, zira ikinci bir gecemiz yok. Olurdu olmazdı derken adam alıyor bizi ikinci kata. Allah'tan sahneyi goruyoruz. Sonrasında gelip icki isteyip istemediğimizi soruyor, muzik 23.30'da başlayacakmış... İstiyoruz diyoruz, şaraplar geliyor. Tavernada vergi kesintisi nedeniyle uzo satılmıyor, şarap ya da viski icebilirsiniz. Bin avro bile verseniz yemek yiyemezsiniz, zira yemek yok. Dort kişiye iki şişe şarap getiriyorlar, yiyecek olarak da ortaya mezelerden oluşmuş kocaman bir tabak. Muzik de dahil, her şey adam başı 25 avro. Muzik dediği gibi 23.30'da başlıyor. Birkac kişinin yaptığı bir muzik değil bu, kucuk bir orkestra, zira 10 kişiden oluşuyor. Biraz keyifleniyoruz ama daha muşteriler yeni yeni gelmeye başlıyor, kimsede hareket bereket yok. Bu arada bir arkadaşımız, "Ben sıkıldım otele gidiyorum" diyor. Biz de sıkıldık ama kalkmaya niyetimiz yok. Zira saat 01.00'de herkes sahneye dokuluyor. İki restoran gorevlisi kız, tabaklarla surekli karanfil dağıtıyor. Oynayanların ustune atılıyor bu karanfiller. Herhalde artık kırılan tabakların yerini bu karanfiller aldı. Bu arada kulağımıza tanıdık sesler geliyor, iyice kulak kabartıyoruz şarkıya, nakaratlarda Turkce kelimeler soyleniyor, "ciftetelli, haydi yavrum", bunları duyunca kanımız kaynamaya başlıyor. Peşinden "Konyalım yuru" calmaya başlayınca tutamıyoruz kendimizi atıyoruz piste, Yunanlılarla karşılıklı ciftetelli oynamalar, halaya durmalar... Yan masamızda iki yaşlı cift oturuyor, iki dakika dinlenelim diye oturduğumuzda, adamın biri bana bir şeyler soyluyor. "Yunanca anlamıyorum" diyorum, Yunan olmadığımıza cok şaşırıyor. Bu arada tanıştığımız iki kız da, "Yabancı Damat" izlediklerini ve Turkiye'ye gelmeyi ne kadar cok istediklerini anlatıyorlar... Yiyiyoruz, iciyoruz, oynuyoruz, Lubnanlı şef garson gece ucte bize iki şişe uzo getiriyor, "alın" diyor "bu benden, kimseye soylemeyin"... İyi adamlar vesselam. Saat 04.00'te kalkalım diyoruz. Taverna hala tıklım tıklım, sahneden inen bir kişi bile yok, sanırsınız duğun...
Otele gidip hemen uyuyoruz ki erken kalkalım, o kadar para verdik kahvaltıyı bedava yapalım. Sabah 09.00 gibi uyanıyoruz, duş alıp doğru kahvaltıya... Holiday Inn Hotel ya, yok yok. Kahvaltıdan sonra, cantalarımızı resepsiyona bırakıp yine cıkıyoruz sokağa. Bugun muzeleri gezeceğiz... İlk gittiğimiz muze, Bizans Muzesi. (Muzelerden pazar gunleri giriş parası alınmıyor.) Cok guzel ve buyuk bir muze. Bizanslıların kullandığı alet edevattan, silahlara, paralara kadar her şey var bu muzede. Ustelik sergilenen şeylerin ustunde korumak icin konmuş cam falan yok. Siz ve aletler karşı karşıyasınız, hani sanki elinizi atıp bir altın parayı cebinize atabileceksiniz. Tabi muze calışanları her daim sizin peşinizde, kameraları da unutmamak gerek. Bu nedenle aslında arada cam olmasını tercih ediyoruz, zira peşimizde birinin olması, sanki cabuk olmaya mecbur bırakıyor bizi... Bizans'ın her turlu maddi aracının sergilendiği bu buyuk muzeyi gezmekte fayda var. Sonrasında Arkeoloji Muzesi'ne gidiyoruz. Mucevherler ve altın işlemeciliği eserleri muhteşem... Selanik'in tahminimce en guzel yeri Beyaz Kule. Tahminimce diyorum cunku saat 15.00'e doğru kapısına varabildiğimiz icin bizi almıyorlar. Bu nedenle kuleye cıkamıyoruz. "Kordon"un sonunda deniz kenarında bulunan kule, muhtemelen tum Selanik'i goruyor. Bu nedenle iyi bir planlama yapın ve 15.00'ten once gidebileceğiniz her yere gidin... Her yer kapandığı icin kendimizi yine bir restorana atıyoruz. Burası da Nevizade'nin aynısı... "Kordon" denizin tam tersine yuruduğunuzde bir meydana cıkıyor ve bu meydanın sol tarafında "Nevizade"ye benzeyen bir sokak bulunuyor. Sokaktaki restoranlardan, adı "Bosphorus" olanına oturuyoruz. Yine uzo eşliğinde hic de fena olmayan balık, ızgara ve mezeler. Dinen bir mecburiyetiniz yoksa domuz yemenizi tavsiye ederim. Avrupa'nın ceşitli yerlerinde genellikle tiksindiğim domuz, burada cok lezzetli...
Bu arada İstanbul'da da eş zamanlı olarak başlayan kar, kendini gostermeye başlıyor. Sonunda yolculuk vakti yaklaşıyor, bir markete girip, birkac şişe Uzo ve kahve alıp, yeniden tren garına yollanıyoruz. Turk trenindeki gorevlilerin pek de iyi anlatmadığı Yunan treni ile karşı karşıyayız. Kompartımanlar, Turk treninkinden biraz daha kucuk. Yunan treninde "bizi yormamak" icin carşaflar yataklara coktan serilmiş, ustelik bunlar da tertemiz. Korktuğumuza değmedi, ısınma sorunu dışında her şey cok guzel. Isınma sorunu da bir problemden kaynaklanıyormuş, zira zaten boş olan trende kompartımanlarımızı değiştirdik ve sıcağa kavuştuk. Donuş yolunda yine aynı işlemler, sınır kapılarında beklemeler ama bu sefer yolculuk tam 17 saat suruyor ve 13.00'te İstanbul'da oluyoruz. Kar hızımızı engelliyor, bu arada kar nedeniyle yolda kalan ve Romanya'dan gelen Turk treni de bizim cekiciye takılıyor; kervan yolda duzulur misali. Bu arada anlatmadan gecmemek gerekiyor; trenlerdeki Turk ve Yunan konduktor ve calışanları kardeş gibi, ama televizyonlardaki "Turk-Yunan kardeşliği" zırvaları gibi değil, gercekten... Bize de cok eğlenceli gelen bir anekdotu anlatmadan gecemeyeceğim. Sabah saat 10.00, bırakın İstanbul'a varmayı, nerede olduğumuzu bile bilmiyoruz ve sormak icin gorevli arıyoruz. Vagonlar arasından gecip bufeye vardığımızda, Turk ve Yunan gorevlileri cay eşliğinde sohbet ederken, gulup eğlenirken buluyoruz. Ne de olsa sık sık goruşuyorlardır, arkadaş olmaları kadar normal başka bir şey olamaz. Nerede olduğumuzu sorup yanıtı aldıktan sonra, kompartımana geri donerken, durum anlaşılıyor ve "dumur" mevzuu bizi yakalıyor; Yunan gorevli, Turklerle anlaşamadığını, İstanbul'a ne zaman varacağımızı merak ettiğini soyluyor. Biz de aldığımız bilgiyi tercume ediyoruz ve onları anlaşamadan yaptıkları sohbetle baş başa bırakıyoruz.





kaynak:uzaklar.com