MUHAMMED ALEYHİSSELÂM
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Doğumu, Cocukluğu ve Gencliği
İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dunya ve ahiret saadetlerini sağlamak uzere Allah Teala tarafından gonderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildiğine gore 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi gunu Mekke'de doğdu. İslam tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci gobekten atası olan Adnan'a kadar ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı farklılıklar ortaya cıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail soyundan olduğunda şuphe yoktur. Buna gore Adnan'a kadar Rasulullah'ın şeceresi şoylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib b. Ha-şim b. Abdumenaf b. Kusayy b. Kilab b. Murre b. Ka'b b. Lueyy b. Galib b. Fihr b. Malik b. En-Nadr b. Kinane b. Huzeyme b. Mudrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar once babası Abdullah, ticarî bir seferden donuşunde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi Amine, Kureyş Kabilesinin kollarından Benu Zuhre'nin reisi Vehb b. Abdumenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke eşrafı, cocuklarını colde bir sut anneye vererek emzirme adetine sahip oldukları icin Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafından ancak bir kac kez emzirilmiş, sut anneye verilinceye kadar da amcası Ebu Leheb'in cariyesi Suveybe, O'na sut annelik yapmıştı. Daha sonra Mekke'ye komşu collerde yaşayan Hevazin kabilesinin kollarından Benu Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Zueyb, uzun sure Hz. Peygamber'e sut emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve sıcak havası cocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı goruluyor; ayrıca hac munasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabancı tesirler altında kalabildiğinden, fesahat ve belağata onem veren Mekkeliler cocuklarının dili oğrendikleri ilk yıllarının Arapcanın saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve belagatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde gecmesini gerekli goruyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapcaları ile un yapmış Benu Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki bucuk yılını geciren Hz. Peygamber, ileride ustleneceği ilahî risalet gorevi icin hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz. Peygamber'in kırk yaşından itibaren yuruttuğu İslam'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslında meşakkatli, yorucu, bir takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu ve meşakkatli gorevi layıkıyla yerine getirebilmek icin sağlam ve sıhhatli bir bunyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, boylelikle cocukluğunun ilk yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı havasından uzaklaşmış, suyu ve havası guzel bÂdiyede sağlıklı bir şekilde gelişme imkanını bulmuş oluyordu. Diğer taraftan guzel konuşmanın kitleler uzerindeki etkisi malumdur. İleride muhtelif insan kitlelerine muhatap olacak bir peygamberin şuphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve dili, davasının uğrunda en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. İşte bu yonlerden Hz. Peygamber henuz cocukluğundan itibaren davet faaliyeti icin hazırlanıyordu. Yalnız kendisi henuz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hic bir bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayıp, Cenab-ı Hakk'ın yonlendirmesi, kontrol ve murakabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin sut annesi Halime'nin yanında iken vuku bulan "Goğsunun yarılması" (Şerhu's-Sadr veya Şak-ku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in goğsu, gorevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi cıkarılarak Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak tekrar yerine konulmuştur. Boylece Hz. Peygamber, ruhen davete hazırlanmış oluyordu.
Şerhu's-sadr olayından sonra sut anne Halime tarafından Mekke'ye getirilerek oz annesi Amine ve dedesi Abdulmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi Amine'nin yanında kaldı. Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına alarak Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile, altı yıl kadar once Medine'de olen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı. Bir ay suren bir misafirlikten sonra Mekke'ye donerken henuz Medine'den pek fazla uzaklaşmadan Ebv denilen koyde Amine aniden rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem de oksuz kalan cocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ummu Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdulmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede, kalben buyuk bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına bastı. Abdulmuttalib'in temsil ettiği Haşimoğullarının Mekke'deki itibarı ile Abdulmuttalib'in şahsî ozellik, kabiliyet ve ahlaki faziletleri ve ozellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup cıkarmış olması, onun Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sozune itibar ve itaat edilen bir reis haline gelmesini sağlamıştı. Abdulmuttalib, Kabe duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi huviyetini taşıyan Daru'n-Nedve'de Mekke halkının ceşitli problemlerini dinler ve cozum yolları arardı. Dedesi Abdulmutta-ib'in yanından hic ayrılmayan kucuk Muhammed, Daru'n-Nedve'de yapılan idareye ve ceşitli problemlere ait muzakerelerde de dedesinin yanında bulunuyor ve daha o yaşlarından itibaren zulmun hakim olduğu Mekke toplumunda ortaya cıkan problemleri, insanların dinî, idarî, iktisadî, ilmî, ictimaî yonlerden nasıl bir bataklığın icinde bulunduklarını yakından gorup idrak ediyordu. Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdulmuttalib seksen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bunye, uğradığı hastalıklara tahammul edemeyerek bu dunyadan ayrıldı. Abdulmuttalib vefatından once sevgili torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed'in babası Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti. Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebû Talib'in yanında kalmıştır.
Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne kendisinin ne de cevresinin kesin bir bilgisi olmadığından, tabiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de ilgilendiren bazı olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı rol, kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasında şuphesiz onemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Rahib Bahîra ile karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında iken amcası Ebû Talib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busr adlı bir mevkide mola verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahîra adlı rahib, İslam kaynaklarına gore Hz. Peygamber'deki ozelliklere bakarak O'nun ileride cıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanaatine varmıştı. Musteşrikler bu olayı kendi yanlı bakış acıları ile ele alarak islam'ın doğuşunda Hristiyan ruhiyatının etkileri olduğunu, Rahib Bahîra'nın dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî şuuru geliştirerek ileride İslam'ı ortaya attığını iddia ederlerse de, İslamiyet'in temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın temeli olan teslis inancının asla bağdaşamaz bir karakterde oluşu, İslam'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis duşuncesini şirk olarak kabul etmesi, bu iddianın ne derece asılsız gulunc olduğunun en acık delillerindendir.
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha sonraki, yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke, dışına yapılan bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bolgelerde yaşayan insanların farklılık arzeden dinleri, orf ve adetleri, hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin daha sonraları İslam'ı tebliğ ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna gore cereyan eden bu olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak değerlendirmek gerekir. Cenab-ı Hakk'ın kontrol ve murakabesi, mustakbel Peygamberi ruhen de davete hazırlıyor ve cahiliye doneminin her turlu şirk ve sapıklığından, kotuluk ve ahlaksızlığından uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir ayini ve bayramı olan Buvane'ye cocukluk yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile goturulen Hz. Muhammed, adet uzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada hazır bulundurulan bir puta tapmak icin sıraya girdiğinde, henuz kendisine sıra gelmeden ilahi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın haşyeti icerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık gecirmişti. Bu olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak icin her harhangi bir ısrarda bulunmadılar. Tabiidir ki Peygamber Efendimiz cocukluk yıllarından itibaren hayatı boyunca asla hic bir puta tapmadığı gibi, onlar adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen hayvanların etini yememiş, onlar adına yemin etmemiş, hatta onların adını dahi ağzına almaktan hoşlanmadığını belirtmişti. Gecim sıkıntısı ceken amcası Ebu Talib'e yardırcı olmak icin genclik yıllarında Mekkelilere ucretle cobanlık, yapan Hz. Muhammed, cobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı, debdebeli, şirkin hakim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı karşıya gelmiş, bu anlarda muhakeme ve idrak gucu gelişerek herşeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini, O'na eşler koşmanın sapıklık olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı bir takım sıkıntı ve meşakkatler O'nu ruhen olgunlaştırmıştı. Cobanlık yaptığı gunlerden birisinde surusunu bir coban arkadaşına emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eğlencelerini seyretmek icin kırdan şehire inen Hz. Peygamber, eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenab-ı Hakk'ın kendisine verdiği bir uyku ile, ickilerin icildiği, oyunların oynandığı, ahlaksızlıkların yapıldığı bu işret alemini seyretmekten dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine boyle bir eğlenceyi seyretme arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber boyle bir şeye teşebbus etmemiş, istek de duymamıştı. Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevazin kabilesi arasında Ficar Harbi vuku buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve gucte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının gerisine duşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Boylece genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrubeler oluşturduğu bir gercektir. Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir uye olarak katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu acıkca belirttiği Hılfu'l-Fudul ise hemen bu savaştan sonra gercekleşmişti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış, cahiliye toplumunda guclunun gucsuzu nasıl ezdiğini, guc ve kuvvet karşısında zalimlerin nasıl eriyip titrediğini ornekleriyle gormuştu. Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında gercekleşen evlilik, Hz. Muhammed'in amcası Ebû Talib'in yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice'den altı cocuğu olmuştu. Bunlardan dordu kız olup Zeyneb, Rukiyye, Ummu Kulsum ve Fatıma adlarını almışlardı. Bunların dordu de babalarının peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk oğlunun adı Kasım olduğu icin kendisine Ebu'l-Kasım kunyesi verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tahir adında iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'ın lakabı olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı cariye Mariye'dendir. Hz. Peygamber'in butun erkek cocukları henuz kucuk yaşlarda vefat etmişlerdi. Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin gecimini ticaret yoluyla sağlamaya calışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan mustakil olarak ticaret yapmıştı. Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki durustluğu, doğru sozluluğu, ahde vefası, adil ve alicenab davranışları, herkes hakkında iyimser gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun, muhtacın elinde tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı gosterdiği ilgi, ahlakî olgunluk ve ruhî ustunlukleri ile derhal temayuz etmiş, cevrede herkesin guvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği bir kişi haline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = guvenilir kişi" lakabını vermişlerdi. Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında iken meydana gelen Kabe tamiri olayı ve bu olay sırasında el-Haceru'l Esved'in yerine konması meselesinde Mekke Sulaleleri arasında cıkan ve kanlı bir catışmaya donuşme temayulu gosteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve adil bir şekilde cozmesi, O'na duyulan guveni daha da artırmıştı. Allah'ın mukaddes evi Kabe'nin tamiri dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar şuphesiz harekete gecmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan itibaren Rabbi ile başbaşa kalma arzusu gorulur. Bir de buna toplum icinde işlenen haksızlıklar, zulumler, ahlaksızlıklar, din adına icra edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in boylesi cahilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz, sakin bir mağarada bir sure uzlete cekilmesinin sebebi daha iyi anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibaren Hz. Peygamber, belli zamanlarda ozellikle Ramazan ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine sectiği Hıra dağındaki bir mağarada gunlerini gecirerek Cenab-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, O'nun gucu karşısında mahlukatın aczini ve zayıflığını duşunuyor; Rab Teala'nın insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankorluğunu, onların dinî, siyasî, ictimai, ahlakî vs. yonlerden icerisine duştukleri kotu durumları hatırlıyordu, işte bu uzlet, gunleri Hz. Peygamber'i ruhi, ahlakî bir olgunluğa goturduğu gibi tefekkur ve istidlal melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir yuceliğe de eriştirdi.
Peygamberliği ve Mekke Donemi
Boylece kendisine verilecek ilahî risalet gorevini ustlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir sırada, kırk yaşında iken yine boyle bir uzlet anında Hıra mağarasında, Cenab-ı Hakk'ın peygamberlere vahiy getirmekle gorevli meleği Cebrail (a.s), O'na ilk vahyi, Alak Suresi'nin ilk beş ayetini getirdi. Artık Allah'ın Rasulu, insanları hak din olan İslam'a cağırmakla gorevli idi. O, bu gorevine ailesi halkından ve hak davaya gonul verebilecek yakın arkadaşlarından, gerceği kabul edebilecek kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, duşunme istidadı korelmemiş kişilerden başladı, ilk once O'nu sevgili eşi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebubekir, cocuklardan Hz. Afi, azadlı kolelerden Zeyd b. Harise kendisine ilk iman eden kimselerdi. Ardından Hz. Ebubekir'in de aracılığıyla Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Zubeyr b. el-Avvam, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebî Vakkas, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ud gibi şahsiyetler musluman oldular. Hz. Peygamber ilk uc yıl davetini gizli surdurdu. Yalnız bu gizlilik, İslam'ın esasları ve prensipleri acısından değildi. İslam, sır perdeleri arkasında, gizli saklı, esrarengiz ve gizemli, anlaşılmaz bir takım duşunceler ve doktrinler ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet acık, net, anlaşılır, sade, arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu gizlilik, İslam'ın sadece belli bir zumreye has bir grup dini oluşundan da değildi. Aksine İslamiyet cihanşumul bir din olup butun bir beşeriyetin hidayet ve saadetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber'in ilk uc yıl davetini gizli surdurmesi, cevredeki insanların İslam'a karşı takındıkları duşmanca tavırdan, inanc ve ibadet hurriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından kaynaklanıyordu. Musluman olanların mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan İslam davasına acımasız bir balta vurulmaması acısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faaliyetini genellikle davet merkezi edindiği Daru'l-Erkam'dan yurutmuştur. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın Kabe karşısında Safatepesi yamaclarındaki evi idi. İlk muslumanlardan bir coğu islam'ı burada kabul etmişler, Hz. Peygamber'in eğitimine burada mazhar olarak İslam'ın eşsiz esaslarını ruhlarınaa ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada İslam davasına gonul bağlayarak mallarını ve canlarını bu hak dava uğrunda fedadan cekinmeyen sadık, vefalı ve ihlaslı bir kadroyu oluşturmakla meşguldu. O, biliyordu ki boyle bir kadro olmaksızın İslam davasının ortaya cıkıp yayılması mumkun değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in bu devredeki icraatı ashabını birbirine kenetlendirmiş ve aralarında mukemmel bir bağlılık oluşturmuştu.
İşte Hz. Peygamber İslam davası etrafında boyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dorduncu yılından itibaren İslam'ı acık acık tebliğ etmeye başladı. Kureyş muşriklerinin İslam'ı engellemek icin başvurdukları cok ceşitli careler, Hz. Peygamber'e ve İslama samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke muşrikleri ozellikle korunmasız muslumanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber, isteyen muslumanların Habeşistan'a gidebileceklerini belirtip hicret izni verince, nubuvvetin beş ve altıncı yıllarında muslumanlardan birer grup l. ve II. Habeş hicretlerini gercekleştirdiler. Mekkeli muslumanların boylece Mekke haricine İslam'ı taşımaları, muşriklerin hınc ve kinini artırmıştı. Ama Cenab-ı Hakk'ın yardım ve inayeti sebebiyledir ki İslam'a gosterilen bu duşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Mesela azılı muşriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sozlu ve fiili bir sataşma, Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle buyuk bir itibara sahip olan Hz. Hamza'nın musluman olmasını sağladı. Ardından Mekke idare meclisi Daru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i oldurme kararını uygulamak icin harekete gecen guclu şahsiyet Omer b. el-Hattab, Hz. Peygamber'i oldurmek uzere O'nu ararken aslında ayakları onu hidayete sevkediyor ve Omer'in gucu islam saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nın ve Hz. Omer'in musluman olmaları, Kureyş muşriklerinin gozunu bir sure yıldırmış, artık mustumanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen gunlerde Habeş muhacirlerinden bir kısmı Mekke'ye geri dondu. Ancak bu sırada muşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehalet ve bağnazlıkla bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu icin İslam'ın ortadan kaldıracağı şahsî cıkar ve menfaatlerini, batıl tahakkum ve zorbalıklarını kurtarabilmek icin akıl almaz carelere başvurmuşlardı. Bu turden olmak uzere hem muslumanlar, hem de muslumanları koruyan Haşimoğulları, peygamberliğin yedinci senesi île onuncu senesi arasında tam uc yıl devam eden bir boykot ve muhasaraya maruz kaldılar. Mekkeliler ne muslumanlarla, ne de onları koruyan Haşimoğulları ile hic bir munasebette bulunmayacaklarına, her turlu ilişkiyi keseceklerine, onlarla hic bir şekilde alış-verişte bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu kararı yazdıkları sahifeyi Kabe'nin ic duvarına asarak dinî bir huviyet de vermişlerdi. Bu karara muhalefet eden, hem vatana, hem de dine ihanet etmiş sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından uc yıl sureyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette muslumanlara sıkıntılı, guc gunler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhasara kaldırıldığı vakit muslumanlar peK ziyade sevinme imkanı bulamadılar. Cunku cok gecmeden Hz. Peygamber iki buyuk yakınını, amcası Ebû Talib'i ve eşi Hz. Hatice'yi uc gun arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullah'ın uzuntusune muslumanlar da katıldılar ve bu seneye Huzun yılı adını verdiler. Ozellikle Ebû Talib'in vefatı, Hz. Peygamber'in Mekke'de İslam'ı tebliğ etmesini bir hayli gucleştirdi. Cunku Ebû Talib'in sağlığında Mekkeliler Ona hurmet duydukları icin himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı icin Hz. Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Boyle bir ortamda İslam'ı tebliğ etmek adeta imkansız hale geldiğinden Hz. Peygamber, İslam'ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kolesi Zeyd b. Harise ile birlikte bir gun gizlice Taife gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gorduğu alaylı ve acımasız muamele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri donmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice cıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce oğrenilmişse onun gidişi ulke dışına kacma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyasi suclu sayılabilirdi. Bu duşuncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir eman ve himaye altında girmek gerektiğine kanaat getirerek muşriklerin ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himayesini sağladı ve onun koruması altında şehre girdi. Yıllar boyu Mekkelilerin İslam'a karşı gosterdiği kin; duşmanlık ve engellemeler, uc yıl sureyle devam eden ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhasara olayı, ardından Ebû Talib'in ve Hz. Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına maruz kalması, bunu takiben de Taif halkının horlayıcı tavrı, her ne kadar Allah Rasulunun umit ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de, şuphesiz bir beşer olarak O'nu uzmuş ve rencide etmişti. İşte boyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en buyuk mucizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenab-ı Hak, Rasulunu teselli etmek, bunca gorduğu duşmanlıklara rağmen gosterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O'nu taltif edip lutuf ve ikramda bulunmak uzere katına cağırdı ve Hz. Peygamber'in İsra ve Mirac mucizesi gercekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek cok kısa bir zaman dilimi icinde once Mekke'den Kudus'e gitti. Oradan da goklere yukselerek Rabbinin huzuruna cıktı; dunya otesi alemi, Cennet ve Cehennem'i muşahede etti. Boylece ruhen takviye gormuş, Rabbi tarafından mukafaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke'ye dondu. Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslamî tebliğine yine devam ediyordu. Fakat İslam'ın kitlesi olacak zumreyi arayışı genellikle Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Onceleri bu teşebbusu bazen olaylı, bazen sert, nazik, veya mutereddit, ama hep menfi bir tavırla karşılanıyordu. Ancak nubuvvetin onbirinci senesinde Medine'nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber'le karşılaşıp kısa bir goruşmeden sonra O'na iman ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine donuşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslam'ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazrecli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz. Peygamber'le buluşup O'na bey'at ettiler, l. Akabe bey'atı olarak tarihlere gecen bu goruşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslam kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetci olarak Medine'ye gonderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl sureyle yaptığı faaliyet oylesine verimli olmuştu ki İslam'ın bahsedilmediği ve girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasulunu şehirlerine buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi goze alacak bir kıvama erişmişlerdi. Peygamberliğin onucuncu yılında Medine'den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey'atı'nı gercekleştiriyor ve şehirlerine goc ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli muslumanları malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and iciyorlardı, işte bu and ve karşılıklı soz vermelere İslam tarihinde "Akabe bey'atları" adı verilmiştir.
Hicret ve İslam Devleti
Mekkeliler bu goruşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni baskılar, muslumanlara hicret kapılarını actı. Hz. Peygamber'in izni ile Ashab-ı Kiram gruplar halinde ve coğunlukla gizlice şehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkan bulamamış olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş kimseler kalmıştı. Muslumanların Medine'de toplanarak zinde bir guc oluşturmaları, Mekkelileri urkuten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu gunlerde sık sık olağanustu toplantılar yapan muşrikler, gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi cozme yollarını aradılar. Yegane kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in oldurulmesi goruldu. Kararlaştırılan komplonun icrası icin hazırlıklar yapılırken Cebrail (a.s) vasıtasıyla durumdan haberdar olan Hz. Peygamber de hicret icin hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir'le onceden hazırladığı plan gereğince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli gecen yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi gunu Medine'nin banliyosu Kub koyune geldiği zaman Ensar ve Muhacirun'un O'nu karşılaması son derece heyecanlı ve icten olmuştu. Hz. Peygamber bu koy halkının ricası uzerine burada beş gun istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında bilfiil kendisi de calışarak bir mescid inşa ettirdi. Kuba'ya gelişinin beşinci gunu sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yoneldi. Gunlerden cuma idi. Oğle vakti Ranuna adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde bir bayram havası vardı. Buyuk kucuk herkes yollara dokulmuş, coşkun bir tezahurat, sevgi ve saygıyla Hz. Peygamber'i karşılıyor, şehirilerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hic kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hic kimseyi kırmamak icin uygun bir care buldu ve uzerinde hicret ettiği devesi Kasv kendi haline bırakıldı; devenin coktuğu yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve, şehrin orta tarafında iki yetim cocuğa ait boş bir arsada coktu ve Hz. Peygamber kendisine ait hane-i saadetleri inşa edilinceye kadar buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Halid b. Zeyd el-Ensarî Hazretlerinin evinde misafir kaldı. Boylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faaliyetinde yeni bir donem, Medine donemi başlamış oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber, İslam'a kucak acmış buyuk bir kitleye kavuşmuştu; İslam'ın bağımsızlığı ve hakimiyetini ilan edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak şey, bu vatan sathında İslam cemaatını teşkilatlandırmak, insanların birbirleri ile olan munasebetlerini hak olculeri icerisinde duzenlemek ve hakkın hakimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun icin de bir devlete ihtiyac vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden, artık Medine'ye hicretin ilk gunlerinden itibaren O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme diye adlandırdığımız safhayı gercekleştirmek uzere caba sarfetti. Kuruluş gunlerini yaşayan İslam devleti'nin idare merkezi, hukumet binası, harp karargahı vs. gibi cok onemli hizmetler verecek olan Mescid'i inşa etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslam cemaatının butun İslamî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin oğretildiği onemli bir eğitim-oğretim muessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilan değil, aynı zamanda İslam hakimiyetini aleme haykıran bir sembol ve şiar idi. Komşu devletlerle munasebetlerin tanzimi icin henuz hicri birinci senede ilk sınır tespiti gercekleştirilmiş ve bu sınırlar icerisindeki muslumanların gucunu belirleme acısından Hz. Peygamber'in emri uzerine nufus sayımı yapılmıştı. Ensar'dan bir kişi ile muhacirun'dan bir kişinin bir araya getirilerek İslam topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan muahat , başka bir cok faydaları yanısıra İslam Devleti'nin asıl unsurunu oluşturan muslumanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa, muslumanların olduğu kadar Medine'de bulunan muşrikleri ve Yahudileri de kaps***** alarak Hz. Peygamber'in devlet başkanlığını bu gayri muslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ulkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslam'ın hakimiyet ve koruması altına alınarak devlet acısından guvenliğin sağlanması hedefleniyordu.
Hz. Peygamber, planlı ve sistemli bir şekilde İslam devletini teşekkul ettirmek icin icte bu tedbirleri alırken, elbette ulke dışındaki gucleri de hesaba katmak gerekiyordu. Bu bakımdan komşu devletleri tanımak, İslam varlığını onların resmen tanımalarını sağlamak, iyi ilişkiler kurarak İslam'ın yayılmasına imkan hazırlamak uzere Hz. Muhammed, cevresindeki komşu kabileler ile ilişkiler kurdu. Bu arada muslumanlar Mekke'de evlerini barklarını, mallarını mulklerini terkederek dinleri uğrunda yurtlarından ayrılmış olmalarına rağmen İslam'a kin ve husumetleri durmak bilmeyen Kureyş muşriklerinin duşmanca faaliyetleri, onlara yonelik bazı askerî seferler duzenlenmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra Kureyş ileri gelenleri Medine'deki Yahudi ve munafık reislerine mektuplar ve haberler gondererek onları İslam'a karşı kışkırtıyor, kendileriyle işbirliğine cağırıyor, ayrıca kendilerine yardımcı olmadıkları takdirde sadece Muslumanları yok etmekle kalmayacaktarı, onlara yataklık ettikleri icin gayri muslim de olsa Medine'deki herkesi cezalandıracakları tehdidini savuruyorlardı. Bu duşmanlık ve tehditler, sadece sozde kalmadı ve zamanla uygulamaya konuldu. Hicretin uzerinden henuz yeni bir yıl gecmişti ki Kurz b. Cabir el-Fihrî adlı bir muşrik, yanındakilerle birlikte Medine'nin dış meralarında otlayan surulere bir baskın yaptı ve bir miktar zarara yol actı. Bunun uzerine Hz. Peygamber, Kurz b. Cabir'i takibe cıkmış, bu tur tecavuzlerin tekrarlanmaması icin gerekli tedbirleri de almıştır, işte bu tedbirlerden biri olarak cıkarılan Abdullah b. Cahş seriyyesinde ilk kez muslumanlarla muşrikler arasında catışma cıktı ve kan dokuldu (2/624). Bu catışma sırasında muşrik ileri gelenlerinden Amr b. el-Hadramî oldurulmuştu: Harp icin zaten fırsat kollayan Mekke muşrikleri bunun intikamı icin derhal harekete gectiler. Bu arada geliri ile harp masraflarını karşılamak uzere cıkarılan Ebû Sufyan kervanının Hz. Peygamber tarafından takip altına alınması, Kureyş'ir harp niyetini hızlandırdı ve Bedir Gazvesi vuku buldu (2/624). Bedir harbi, muşriklerin tam bir hezimeti ile sonuclanmış ve İslam devleti azılı bir cok duşmanından kurtulmuştu. Bu arada Hz. Peygamber'in İslam devleti'nin vatandaşları kabul ettiği, bu sebeple de kendiler ile anlaşma yaparak can ve mal guvenliklerini sağladığı din ve vicdan hurriyetlerini tanıdığı Yahudi kabilelerinden Kaynuka oğulları'nın serkeşlikleri ortaya cıktı. Bedir savaşının sonucu karşısında duydukları uzuntu, Kureyşlilere ulaştırdıkları taziyeler, ikaz ve nasihatlara karşı serkeş tavırları ve butun bunlara ilave olarak muslumanların ırz ve namuslarına tasallut edip bir de muslumanı oldurmeleri, Medine'den onların surulmeleri neticesini doğurdu. (2/624). Boylece İslam devleti bizzat icte onemli bir tehlikeyi ve bir cıbanbaşını bertaraf etmiş oluyordu. Bunu izleyen yıllarda vuku bulan ve islam tarihi kaynaklarının butun teferruatı ile naklettiği Uhud , Benu'n-Nadir, Benul-Mustalık, Hendek, Benu Kureyza Hayber, Mekke fethi, Huneyn, ve Tebuk gibi buyuk gazveler başta olmak uzere Hz. Peygamber'in butun seferleri ile cıkarılan bir seri seriyye hep İslam devtetinin giderek daha da guclenmesini sağlamıştır. Ayrıca butun bu seferler ve muharebeler, Hz. Peygamber'in eşsiz bir komuta gucune, buyuk bir sevk ve idare kaabiliyetine, olculmez bir cesaret ve şecaata sahip olduğunu ispatladı. Yalnız bizzat Hz. Peygamber'in hadislerinde: "...Ben rahmet Peygamberiyim, ben harp peygamberiyim" (ibn Hanbel IV, 395; V, 405) şeklinde ifadesini bulduğu gibi, zaruri olduğu zaman harp peygamberi olan Hz. Muhammed, aslında sulhu harbe daima tercih ediyordu. Hz. Peygamber'in duyduğu sulh arzusu, hicretin altıncı yılı sonlarında Kureyş'le imzalanan Hudeybiye MusÂlahası'nda Kureyş'in ileri surduğu, ilk bakışta muslumanlar acısından cok ağır gorunen ve hatta Hz. Omer'in dilinde ifadesini bulduğu uzere Ashabı kiram tarafından "zillet" gibi kabul edilen bir takım şartlar O'nun kabulunu gerektirmişti. Gercekte bu şartlar daha sonra tamamıyla muslumanların lehine donuşmuş ve Hudeybiye barış anlaşması "apacık bir fetih"olmuştu (el-Fetih-48/1 ayetinde bu hususa işaret olunmaktadır). Bu barış sayesindedir ki Kureyş'in İslam'a duşmanlıkta baş ceken reisleri İslam saflarında yer almaya başladı. Yine bu musalaha sayesindedir ki, İslam'ın sesi baştan başa Arap Yarımadası'na ulaştığı gibi Bizans, İran, Habeşistan ve Mısır gibi guclu ulkelere iletildi ve cihanşumul İslam daveti hızla ilerlemeye başladı.
Bu arada Hicretin sekizinci senesinde Mekke'nin fethedilmiş olması ve Mekke halkının tamamıyla İslamiyet kabul etmeleri sebebiyle muslumanlara hac etme imkanı doğmuştu. Ancak Arap Yarımadası'nda hala mevcut muşrik Araplar da kutsal bir ibadet sayarak Mekke'ye hac yapmaya geleceklerinden ve hac sırasında cahiliye adetlerini irtikap edeceklerinden Hz. Peygamber muşriklerle bir arada bizzat kendisi hac yapmayı uygun bulmadı. Fakat haccetmek isteyenlere de engel olmayarak başlarına Hz. Ebubekir'i hac emîri tayin etti. İşte boylece hicretin dokuzuncu yılı hac mevsiminde bazı sahabiler haccetmek uzere Medine'den yola cıkmışlardı; ki, Hz. Peygamber'e Tevbe (BerÂe) Suresi'nin ilk otuzaltı ayeti nazil oldu. Bu ayetler muşriklere verilecek bir ultimatom ve notayı ihtiva ediyor; bundan boyle hac icinde olsa hic bir gayri muslimin Mekke harem bolgesine giremeyeceği, eskiden cahiliye doneminde Arapların yaptığı şekilde Kabe'nin cırılcıplak tavaf edilmesi adetinin kaldırıldığı; İslam devleti ile andlaşması bulunan muşrikler ile munasebetlerin antlaşma suresi doluncaya kadar andlaşmada belirlenen esaslar icerisinde surduruleceği, antlaşma suresi dolunca yeni bir antlaşma cihetine gidilmeyeceği ve bu durumdaki kabilelerin ya musluman olmak ya da İslam'a duşmanlığı kabul etmek şıklarından birisi ile karşı karşıya kalacakları, antlaşması olmayan veya suresinden evvel antlaşmayı bozmuş olan muşrik Araplara ise dort aylık bir muhletin verildiği, bu muhletin sonunda bu kabilelerin de ya musluman olmayı ya da İslam'a duşmanlığı kabul durumunda olacakları hukumlerini getiriyordu. İşte bu hukumler, yapılan hac sırasında Arap Yarımadasının muhtelif yerlerinden hac etmeye gelmiş farklı kabilelere mensup muşrik Araplara, Hz. Peygamber'in gorevlendirdiği Hz. Ali tarafından tebliğ edildi. Bu ultimatomu alan muşrik Araplar hac sonrasında memleketlerine dondukleri zaman tum kabile mensupları ile bir durum değerlendirmesi yaptılar ve bu sıralarda Hz. Peygamber'in gonderdiği İslam'ı tebliğ eden gruplara ve gorevlilere İslam'ı kabul ettiklerini bildirerek İslam devleti'nin hakimiyetine girdiler. Boylece Hz. Peygamber hicretin onuncu senesinde İslam dinini ve islam hakimiyetini baştanbaşa tum Arap Yarımadası'na ulaştırmış, gorevini layıkıyla yerine getirmiş oluyordu.
Tamamlanan İslam İnkılabı ve Hz. Peygamber'in Vefatı
Zamana ve zemine uygun bir şekilde nerede nasıl hareket edeceğini gayet mukemmel hesap eden ve planlı bir strateji uygulayan Hz. Muhammed, yirmi uc yıl gibi kısa bir surede tarihte eşine rastlanılmayacak buyuk bir inkılabı gercekleştirmişti. Kırk yaşında peygamberlik gorevine başladığı zaman yapayalnızdı, gucsuzdu, maddi imkanları yoktu. Buna mukabil, mucadeleye giriştiği toplum, tasavvur edilebilecek en aşağı seviyede bulunuyordu. Muşriklerin inanc ve ibadetleri son derece mantıksız ve gulunctu; ahlak telakkileri muptezeldi; hak, adalet anlayışları zulmun gostergesiydi; menfaatler her şeyin ustunde tutuluyordu. Boyle bir ortamda Hz. Peygamber'in yılmadan yorulmadan, buyuk bir azim ve iştiyakta yuruttuğu İslam daveti, yirmiuc senede oyle bir sonuc verdi ki; artık o donemden "Asr-ı Saadet" "Saadet asrı" diye bahsetmek gerekecekti. Hz. Peygamber gercekleştirdiği bu buyuk inkılabın heyecanı ve gorevini layıkıyla yapmış olmanın huzur ve mutluluğu icerisinde kendisine iman edenleri hicrî onuncu senenin hac mevsiminde hac yapmak uzere Mekke'de topladığı zaman, genellikle kabul edildiğine gore, etrafında 114.000 sahabi vardı. Bu hac, Hz. Peygamber'in son haccı olduğu icin ve yaptıkları konuşmalarında bir bakıma ashabına veda ettiğinden "veda haccı" diye adlandırılmıştır. Bu haccın yerine getirilişi sırasında Peygamber Efendimiz, muhtelif ibadet yerlerinde yaptığı konuşmalarında başlangıcından o gune kadar tebliğ ettiği hak dinin temel esas ve prensiplerini oz ve veciz ifadelerle, etrafını cevreleyen ashabının şahsında butun ummetine son bir kez daha takdim ediyor ve Rabbinden "Dinin artık tamam olduğu" mesajını alıyordu (el-Maide, 5/3). Hz. Peygamber, Veda haccı'ndan Medine'ye dondukten sonra Usame b. Zeyd komutasında bir orduyu Bizans uzerine sevketmeye niyetlendi ve genc komutanını cağırarak gerekli talimatı verdi. Ancak ordunun sefer hazırlıkları yapılırken Hz. Peygamber'in başlayan rahatsızlığı gun gectikce şiddetlendi ve O'nu bîtab bir şekilde yatağa duşurdu. Hastalığının ilk gunlerinde namaz vakti olduğu zaman mescide cıkıp ashabına namaz kıldırıyordu. Ama 8 Rebîulevvel perşembe gunu akşam uzeri gecirdiği bir baygınlıktan sonra o gunun yatsı namazından itibaren imamlık, Hz. Peygamber'in emri ile Hz. Ebûbekir'e havale edildi. Hicrî onbirinci yılın 12 Rebîulevvel pazartesi gunu kuşluk vaktinde de Kelime-i Tevhid getirerek ve Rabbini kasıtla:"... Yuce dosta!" diyerek Rabbine kavuştu.
Hz. Peygamber'in cenazesinin hazırlanması, yıkanması, kefenlenmesi işlerini Hz. Ali, Hz. Abbas, Abbas'ın oğlu Fazl, Usame b. Zeyd gibi yakınları yerine getirdi. Peygamberlerin vefat ettikleri yerde defnolunacaklarına dair Hz. Ebubekir'in rivayet ettiği bir hadis dolayısıyla, Hz. Peygamber'in vefat ettiği Hz. Aişe'nin odasında bir kabir kazıldı. Bu arada Ashab-ı kiram grup grup gelerek Rasul-u Ekrem icin cenaze namazı kıldılar. Oda kucuk olduğundan kucuk cemaatlar halinde kılınan cenaze namazı bir hayli uzun surmuştu. Bu sebeple Hz. Peygamber'in naşı ancak carşamba gunu gece vakti kabre indirilebildi.
Peygamber Efendimiz vefat ettiklerinde 63 yaşında idi.
Muhammed AleyhİsselÂm
Peygamberler, Evliyalar ve Sahabeler0 Mesaj
●38 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Peygamberler, Evliyalar ve Sahabeler
- Muhammed AleyhİsselÂm