Tarih boyunca devletlerarası munasebetlerde antlaşmalar onem itibariyle savaştan sonra ikinci sırayı teşkil eder. Âdeta tarihin seyri savaş ve antlaşmalarla tayin edilmiştir.
Hz. Peygamber’in antlaşmalarında hangi gayeleri esas aldığını tesbit edebilmek, onun diplomasisine hÂkim olan ruhu ve temel ilkeleri bilmeğe bağlıdır. İslÂm toplumunun muessisi ve lideri olarak onun amacı, ilÂhî talimatların kendi toplumunda yaşanmasına zemin hazırlamak ve getirdiği mesajı mumkun olan her vesileyle temas kurabildiği fert ve toplumlara ulaştırmaktır. Onun antlaşmaları da her şeyden once bu acıdan değerlendirilmelidir. O, başka bir siyasî unitenin icişlerine mudahale ederek somurmek veya antlaşmalar yoluyla paktlar oluşturarak insanlar uzerinde hegemonya kurmak sevdasında değildi. O, anlaşmaların sağladığı huzur ve guven ortamında İslÂmî tebliğin daha etkili olacağını biliyordu. Dinin her şeyden once bir inanc sistemi olması hasebiyle toplumlara ancak fertlerin kalbinden girilebilirdi. Bu yuzden o, tebliğine ve davetine engel olmayanlara veya bu amacla fitne cıkarmayanlara hicbir zaman zor kullanmamış veya savaş acmamış, bedenlerin değil gonullerin sultanı olmayı esas almıştır.
Kur'Ân-ı Kerîm'deki «Dinde zorlama yoktur» (el-Bakara 256) hukmu de bunu gerektiriyordu. Zor kullanarak bir inanc veya ideolojiyi insanlara benimsetmeye calışmak veya baskı ile kafaların icini şekillendirmek istemek munafıkların sayısının artmasından başka bir işe yaramaz. O halde İslÂm nicin cihadı farz kılmıştır? Cihad, insanlara ilÂhî mesajın ulaşmasına engel olan ortamların izalesi ve kişilerin baskı ve endişelerden uzak, akl-ı selimle İslÂm'ı tanıyabilecekleri, hur iradeleriyle tercih yapabilecekleri zeminleri oluşturmak icindir. Ote yandan cihad, İslÂm dininin teorik bir mesaj olmaktan cıkarılıp, uygulanan, muşahhas ve pratik bir sistem olarak sunulmasına imkÂn verir.
İslÂmî tebliğe ve insanlığın yuce değerlere ulaştırılmasına en uygun zemin olduğu icindir ki Hz. Peygamber’in siyasetinde sulh, her zaman esas olmuştur. Savaş ikinci plÂnda gelir. Sulhun esas olması Kur'Ân Âyetleriyle hukme bağlanmıştır: «Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan cıkarmamış olanlara iyilik ve adaletle muamele etmenizden Allah sizi menetmez.» (Mumtehine 8), «Eğer duşmanlar) barışa yanaşırlarsa sen de yanaş, Allah'a guven ve dayan. Cunku her şeyi hakkıyla işiten ve bilen odur.» (EnfÂl 61).
Bununla birlikte Allah tarafından uyarılmış, anlaşmalara guvenerek duşmanı murakabe etmekten vazgecmemesi hatırlatılmıştır. Hz. Peygamber’in antlaşmalı kabilelere karşı bazı taktikler uygulaması bu ihtiyat anlayışından kaynaklanmaktadır. Yoksa aldatma amacıyla art niyetli olarak anlaşma yapmış olmasından değildir.
Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk gunlerinde inen yakınlarından başlayarak yakından uzağa doğru davetine başladı. Tek tek veya toplu halde butun Mekkelilere tebliğini ulaştırdı. Bu arada Mekke'nin bir ticaret ve kultur merkezi olmasının butun avantajlarını değerlendirdi. Mekke ve cevresinde kurulan panayırlara katılarak dışarıdan Mekke'ye gelenleri de İslÂm'a davet etti. İşte bu noktada bir davranışı dikkatlerimizi cekmektedir. Mekke'deki butun davet calışmalarına rağmen Kureyş'in inadını kıramayınca, faaliyetlerini Mekke dışından gelenler uzerinde yoğunlaştırdı.
Hz. Peygamber’in Mekke'de kalarak ve Kureyş'in gozu onunde dışa acılması ve dışarıdan gelenleri davet etmek suretiyle Arap yarımadasının lideri Kureyş'e karşı bir guc oluşturması imkÂnsız gibiydi. Bu şartlar altında en isabetli yol Mekke dışında bir us temin ederek orada kokleşmek, organize bir guc teşkil etmekti. Habeşistan'a yapılan hicret de uygun bir faaliyet merkezi arama faaliyetleri cercevesinde mutalÂa edilmelidir.