Yapan O, Eden O

Tarif edemediğim bir hisle cıkıyordum ucağın merdivenlerini. Bulut bulut olmuştu gozlerim. Madagaskar’dan ayrılıyordum. Buraya geldiğimde, ucaktan indiğim ilk anki korkulara bedel, tuhaf bir burukluk vardı şimdi icimde. Yerime oturdum. Yaşadıklarım bir film şeridi gibi gecti gozlerimin onunden. Gayriihtiyarî iki damla yaş suzuldu gozlerimden ve icimden, “Yapan Sen’sin, eden Sen!” dedim.
. . .
1986 yılında dort arkadaş Ankara’da bir evde kalıyorduk. Aziz Ağabey, ben, Huseyin ve Ahmet. Gerek bizden iki sınıf ilerde olmasından, gerekse olgunluğundan ona ‘Aziz Ağabey’ derdik. Mutfak işlerini nobetleşe yapardık. Bazen nobetimizi aksattığımız olurdu. Yıkanmayan bulaşıkları gorduğunde Aziz Ağabey kollarını sıvar, mutfağa dalardı. Bir yandan temizlik yapar, bir yandan da; “Yahu kardeşim sizi Madagaskar’a surmeli!” derdi. O zaman bu soz, nobetimizi yerine getirememenin mahcubiyetinden başka bir şey ifade etmiyordu benim icin. TÂ ki 2001 yılında yolum bir kere daha Ankara’dan gecene kadar.

O gun Aziz Ağabey ve birkac dost hasbihal ediyorduk. Dunyanın dort bir tarafına giden 21. yuzyıl alperenlerinden bahsediyorduk. Beraber Romanya’daki, Kırgızistan’daki gunleri yÂd ettik. Ayrılmaya yakın Aziz Ağabey: “Gecenlerde bir Âli mecliste; ‘Birileri şu Madagaskar’a bir baksa. Oyle mÂsum mÂsum bakıyor ki..’ denilmiş.” dedi. Sonra birden; “Ya Zeynelciğim senin yurtdışı tecruben var; Madagaskar’a gider misin?” diye sordu. O an dakikalar durdu benim icin, hayalin helezonları beni seneler oncesine goturdu. Aziz Ağabey’in: “Yahu kardeşim, sizi Madagaskar’a surmeli!” sozu cınladı kulaklarımda. Bu tatlı hatırayla tebessum ederek, “Ağabey soz! Bulaşıkları yıkayacağım.” dedim. O once ne demek istediğimi anlamadı, kısa bir muddet duşundukten sonra o da hatırlamış olacak ki, evvel hayret etti, ardından mÂnÂlı bir tebessumle yuzu aydınlandı. Sorusunu tekrar ettirmeden, “Olur ağabey, giderim.” deyiverdim. Dedim demesine ama, Madagaskar’ın ne yerini biliyordum, ne dilini, ne de iklimini...
Yarıyıl tatilinde kader apayrı bir dunyanın yollarını cıkardı karşıma. Eşime Madagaskar’a gideceğimi soyledim. Turkmenistan’dan memlekete henuz donmuşken, yeni bir gurbetin burukluğuyla nemlendi bakışları. “Bizi de goturecek misin?” diyebildi yalnızca. “Hayır!” dedim, “Orada tanıdık kimse yok. Ne olacağı belli değil, hem cocukların okulu var. Bu sefer yalnız gitmeliyim.” Eşim tevekkulle, “Hayırlısı…” dedi.

Birkac gun sonra bir cantayla İstanbul’a gectim. Gidiyordum… Ama bir mechule gidiyordum. Tek umudum Ankara’daki Afrikalı talebelerdi. Onlardan ulaşabildiklerimiz de tanıdıklarının olmadığını soylemişti. Bu bir yana, Madagaskar’ı Afrika kıtasından bile saymıyorlardı. Boylece tanıdık bulamadan ucağa bindim. İstanbul’dan Bahreyn’e, Bahreyn’den Abudabi’ye, oradan Kenya Nairobi, oradan da Madagaskar’a kadar molalarla beraber tam dort gun surecek bir ucak yolculuğu... Bir tanıdık olsa, azıcık bildik bir yer olsa, dort değil on dort gun sursun; ama Madagaskar hakkında bildiğim tek şey, uzun muddet Fransız somurusu altında kalması sebebiyle resmî dilinin Fransızca olmasıydı.

Kenya’da Turk işadamlarının acmış olduğu okula gidecek, orada genc bir tuccar olan Mehmet Bey’le buluşacaktık. O İngilizce bildiği icin Madagaskar’a kadar bana refakat edecek, beni bir otele yerleştirdikten sonra işlerinin başına donecekti. Gerisi... Gerisi tek cumleyle: “Tevekkeltu alellah...”
Yorucu bir yolculuktan sonra kara kıtanın bağrına indim. Kenya’daki arkadaşlar beni karşıladılar. Beraber Nairobi Turk Okulu’na gittik. Okulda tanıştığımız Mehmet Bey’le beraber carşamba gunu Madagaskar’a gitmek uzere biletlerimizi aldık. Gidiş gunundeki heyecanımı ifadeye muktedir olamaz kelimeler. Beni en cok endişelendiren husus, dil bilmememdi. “Oraya gidip de bir şey yapamazsam…” diye sıkıntı duyuyordum. Bu duşuncelerle boğuştuğumdan, yol boyunca Mehmet Bey’le neredeyse hic konuşmadık. Bu vaziyette kara kıtayı bitirdik, Hint Okyanusu’nun maviliğinde aşağı yukarı iki saatlik bir ucuştan sonra kızıl rengiyle Madagaskar gorundu. Antanarivo Havaalanı’nda ucaktan inerken bir mÂbede girer gibi, toprağa sağ ayağımla basmaya dikkat ettim. Ayağımı bırakır bırakmaz da icimin derinliklerine doğru haykırdım: “BismillahirrahmÂnirrahîm!”
Bavullarımızı beklerken hemen fark ediliyorduk. Onca siyah derili insan icinde belli olmamak da mumkun değildi. Bu sırada Hintlilere benzettiğim biri yanımıza yanaştı ve İngilizce “Siz Amerikalı mısınız?” dedi. Mehmet Bey: “Hayır!” demekle yetindi. Adam sırtını henuz donmuştu ki, ben bavullarımızı gostererek “Bakın eşyalarımız geliyor.” dedim. Bunun uzerine adam hızlı bir donuş yaptı ve “Siz Turk musunuz?” sozu bir hayret nidası gibi dokuldu dudaklarından. İkimiz de “Evet!” dedik. Bu sefer hayret sırası bize geldi. “Siz de Turk musunuz?” “Hayır.” dedi. Kimdir, neyin nesidir, ne iş yapar, bize yardımcı olur mu, gibi sorular birbiri ardına sokun ederken, binlerce kilometre otede Turkce konuşan biriyle karşılaşmak tarifler ustu bir sevince gark etti bizi. İcimde dondurduğum korku buzları erimeye başladı. Onlar eridikce umit tomurcukları patladı kalbimin derinliklerinde. Aynı sevincin izleri onun da yuzunde vardı. Nereye gideceğimizi sordu. “White Palace” dediğimizde “İyi orası Muslumanların oteli ve benim de tanıdıklarımdır.” dedi. Ardından “Beklediğim insanlar gelmedi, sizi gideceğiniz yere ben gotureyim.” dedi. Arabaya bindiğimizde; “Ben; Abbas İmami. Kerkuk Turkmenlerindenim.” diyerek kendisini tanıttı. Biz de kendimizi tanıttık. O sırada araba havaalanından cıktı. Ayrı bir Âleme girdik sanki. Havaalanının etrafındaki zenginliğe inat bugune kadar gormediğim bir fakirlik ve sefalet dokuluyordu şehrin cehresinden. Yol boyunca yuruyen insanların her biri Âdeta beni şaşırtmak istercesine ayrı bir gariplik sergiliyordu. Kimi başının tam ortasında inşaat demiri, kimi de bir tabla ustunde tuğla taşıyordu. Kiminde bohca vardı, kiminde sepet. Yolun her metresi beni ayrı bir şaşkınlığa duşuruyordu. Butun bu gariplikler ellerine belirsizliğin baltalarını almış, az once yeşeren umit fidanlarımı kesmeye calışıyordu. Yolun bir an evvel bitmesini istedim. Âdeta bir korku tunelinde yuruyordum, o kadar ki bir ara gozlerimi kapadım. Nihayet otele ulaşmıştık. Abbas Bey otel yetkililerine bizi misafirleri olarak takdim etti ve her konuda bize yardımcı olmalarını tembihledi. Sonra “Siz yorgunsunuzdur, bu gece dinlenin, yarın uzun uzun konuşuruz. Eğer bir ihtiyacınız olursa otelden fazla uzaklaşmayın, burası beyazlar icin pek guvenli olmaz geceleri.” diyerek bizden ayrıldı.

Sabahleyin Abbas Bey geldi. “Kusura bakmayın dun sizinle fazla ilgilenemedim. Şimdi anlatın bakalım kimsiniz, ne iş yapıyorsunuz?” Mehmet Bey hazırlıklı gelmişti, getirdiği katalog ve broşurleri gostererek Tanzanya’da gıda ve temizlik malzemeleri uzerine iş yaptığını, buraya da işleri hakkında on araştırma yapmak uzere geldiğini anlattı. Abbas Bey de Bahreyn’den bu tur mallar getirip sattığını soyledi. Bunun uzerine kalktık. Oğleye kadar dolaştık. Abbas Bey bizi otele getirdikten sonra, “Akşam yemeğine misafirimsiniz; gelip sizi alacağım.” dedi.
Goruntusuyle, sefaletiyle ve sefahatiyle uzerime uzerime yuruyen caddelerden gecerek bahceli, guzel bir evin onunde durduk. Abbas Bey’in hanımı ve kızları bizi kapıda karşıladı. Onlar dışında kimse yoktu. Buralarda kendinden başka Turkmen veya Turk olup olmadığını sordum. Aldığım cevap: “Dort yıldır buradayım. Bugune kadar ne bir Turk’le karşılaştım ne de bir Turkmen’le. Başka şehirlerde de bulunduklarını hic duymadım.” oldu. “Sen nasıl oldu da geldin ağabey?” diye sorduğumda, bana bir hikÂye anlattı. Saddam’ın zulmunden kacarak İran’a gitmiş, defalarca İngiltere’ye iltica talebinde bulunduğu hÂlde bir turlu ‘Kabul’ alamamış. İran’da bir iş tutturamayınca, Hintli bir dostu; “Madagaskar’a gidelim orada iş imkÂnı var.” demiş; o da kalkıp hanımı ve beş kızıyla buraya gelmiş.

Dil bilmememe mukabil Allah karşıma Abbas Ağabey’i cıkardı. Hem de hepsi anadil gibi olmak uzere Malgaşca, İngilizce, Fransızca, Arapca, Farsca, Turkce ve Kurtce konuşuyordu. “Havaalanında ne arıyordun?” diye sorduğumda bana bir başka hikÂye anlattı. Bahreyn’den iş yaptığı bir arkadaşı kendini arayıp ertesi gun iki tane Amerikalıyı oraya gondereceğini soylemiş, kendilerini karşılayıp yardımcı olmalarını rica etmiş. Abbas Ağabey de “Olur!” demiş, adamların isimlerini sorunca arkadaşı; “Onca siyahî icinde iki tane beyaz adamı fark edemeyecek misin?” deyip, telefonu kapatmış.

Sayılı gunler cabuk gecti. Mehmet Bey ertesi gun Kenya’ya donecekti. Bu zaman zarfında Abbas Ağabey’le neredeyse ahbap olmuştuk. Bana, “Mehmet Bey yarın gidiyor, yalnız kalacaksın.” dedi. Kendisine, “Ağabey size bir şey soyleyeceğim.” dedim. Abbas Ağabey dikkat kesildi sozlerime. “Ağabey” dedim, “Mehmet Bey buraya ticaret icin geldi; ama ben değil.” Ardından, Anadolu’dan dunyanın her tarafına okullar acmak icin gidildiğini, butun ulkelerle diyaloglar geliştirip insanları tanımaya, sevgi ve kardeşlik bağları kurmaya calışıldığını anlattım. Abbas Ağabey yuzume bakarak: “Yarın seni birine gotureceğim, o sana referans olursa sen bu işi burada da yaparsın. Ama o destek olmazsa duşunduklerini burada yapman zor olur. Burada boşuna kalıp da vaktini harcama, gunduz ortasında ruya gormenin Âlemi yok.” diyerek ayrıldı. Ertesi gun Abbas Ağabey’le bahsettiği zÂtın yolunu tuttuk. Yolda bize “Gideceğimiz zÂtın adı, Yaver Abdurresul’dur. Kendisi Hint asıllı bir Musluman ve buraların en zengin adamıdır, ayrıca Pakistan’ın fahrî konsolosudur.” diyerek bilgi verdi. Yaver Abdurresul’un yanına vardığımızda Abbas Ağabey bizi tanıttı ve Madagaskar’a geliş gÂyemizi anlattı. Biz de dilimiz donduğunce Anadolu’dan başlayıp butun insanlığı kucaklayan sevgi ve hoşgoru duşuncesini anlatmaya calıştık. Kendisine bu okullardan Pakistan’da da olduğunu, bu konuda Pakistan’dan bilgi alabileceğini soyledik. Yaver Abdurresul bizi dikkatlice dinledi, bazı notlar alarak “Yarın oğleden sonra bir daha gelin.” diyerek uğurladı. O gun Mehmet Bey’i Kenya’ya yolcu ettik. Ertesi gun randevulaştığımız saatte yanına gittiğimizde; “Sizin icin bugune randevu aldım, dış yatırımlardan mes’ul bakan yardımcısı bu akşam kaldığınız otele gelecek, orada goruşursunuz.” dedi. Yaver Bey’in yanından ayrıldığımızda ağlamamak icin kendimi zor tutuyordum. “Aman ya Rabbi! Daha dort gun oncesine kadar Madagaskar’da ne yapacağım?” diye kıvranırken Allah (cc) bu akşam bir bakan yardımcısıyla goruşmeyi lutfediyordu.

Akşam otelde bakan yardımcısıyla buluştuk, bizi cok iyi karşıladı. Okul acma duşuncemize muspet baktı. “Fakat secim arifesindeyiz, secimler ne getirir bilemeyiz. Eğitim anlaşmasını secimden sonra yaparız. Siz şimdi kendinize bir şirket kurun.” diyerek bizi ulke komiserliğine gonderdi. Ertesi gun ulke komiserliğine giderken icim icime sığmıyordu.
Ulke komiserine de Turkiye’den geldiğimi, okul acmak istediğimizi, bu okulların ulkelerimiz arasında bir kopru olacağını anlattım. Abbas Ağabey de aynı edayla dediklerimi tercume ediyordu. Fakat biz konuştukca komiserin yuzu geriliyor, tuhaf bir hÂl alıyordu. Oyle ki bir ara, “Yoksa Abbas Ağabey dediklerimi tam anlatamıyor mu?” duşuncesine bile kapıldım. Sonunda adam dayanamadı “Bir dakika kardeşim!” diye patladı. “Anlattıkların iyi guzel de sen kimsin, Turkiye neresi?” diye sordu. Oldukca şaşırmıştım; fakat kendimi hemen toparladım. Oyle ya, Turkiye neresi, Madagaskar neresi? Burada ulkemiz adına hicbir şey yokmuş, konsolosluk bile. Sonradan oğrendik ki Madagaskar, Etiyopya Konsolosluğu’na bağlıymış. Bir harita isteyip dunyanın kalbine işaret eder gibi Anadolu’nun uzerine parmağımı koydum, “İşte burası!” dedim. Neticede ondan da “Olur” aldık. Şirket kurmak icin gerekli hazırlıklara başladım.

Namazlarımı otelin yakınındaki bir camide kılıyordum. Caminin Cuneyt Molla adında genc ve değerli bir hocası vardı. Guney Afrika’daki medreselerde yetişmişti. Cevreyi yeteri kadar tanıdıktan sonra, Cuneyt Molla’nın yardımıyla camiye yakın iki oda bir salon bir ev tuttum. Yerde eski bir kilim, bir sunger doşek, bir battaniye, bir elektrikli ocak, birkac ufak tefek mutfak eşyası... Bir de yanımda getirebildiğim kitaplar icin tek tahtadan ibaret bir raf…
Nihayet eve yerleştikten sonra oturdum, elime not defterimi aldım ve gunun tarihini attım. “11 Ekim 2001. Madagaskar’da ilk ev… Ey koca bir cınarı kucucuk bir habbenin kalbinden yukselten Allah’ım, mutevazı evciğimi dev hizmet yuvalarına donuştur. Âmin, Âmin, Âmin…” Başka bir şey yazamadım, oysa yazmak istediğim o kadar cok şey vardı ki…
Bir hafta sonra eğitim şirketimizin kuruluş başvurusunu yaptık. İşler yavaş da olsa ilerliyordu. Ah yanımda biri daha olsaydı. Kurtulsaydım gecelerin şu ifrit yalnızlığından. Sonunda o da oldu, Turkiye’den bir arkadaş daha geldi. Hem de Turkmenistan’da beraber calıştığımız Yaşar Bey… O da altı aylık kızını bırakıp gelmişti.

Hostesin; “Lutfen kemerinizi bağlayın!” uyarısı, daldığım hayal Âleminden beni cekip aldı. Kemerimi bağladım, yine gozlerim daldı. Yaşar Bey’in gelmesinden sonra aşılmaz zannettiğimiz ne engeller aşılmıştı: Evrak eksikliğinden, şirket başvurumuzun iki kere geri cevrilmesi; secimi yeni bir partinin kazanmasını eski hukumetin kabullenmemesi, boylece ulkede ic savaşın cıkması ve Yaşar Bey’le beraber Anna Lekeley Meydanı’nda kurşunların altında kalışımız, sonra vize problemimizin baş gostermesi... Sonunda duğumlerin bir bir cozulmesi, ulkedeki krizin bitmesi, vizelerimizin hallolması, eğitim şirketimizin kurulması, baktığımız yuzlerce binadan sonra uc katlı bir binanın kiralanması da bir cırpıda gecti gozlerimin onunden. Butun bunlardan sonra “Nasıl oldu? Nasıl?...” diye bir ses zihnimde cınladı durdu. Hic dil bilmediğim hÂlde, nasıl oldu da, Madagaskar’a gitmem teklif edildi? Ben nasıl kabul ettim? 15 milyonluk bir nufusun icinde Turkce bilen tek adamla nasıl karşılaştım? Sahi 15 milyonda bir ihtimal nasıl gercekleşti? En fazla dort gun sonra bakan yardımcısıyla nasıl oldu da goruşebildim. Hem o, hem Turkiye’yi bilmeyen diğer yetkililer, nasıl oldu da okul acmamıza izin verdi. Daha bunlar gibi, imkÂnsız gorunen bircok hususun gercekleşmesi karşısında o ses; “Nasıl?... Nasıl?... Nasıl?...” deyip durdu. “Nasıllar” soru işaretlerinin cengelleriyle zihnime asıldıkca icimden tek bir cevap yukseldi. O cevabı da hem aklıma, hem kalbime, hem ruhuma, hem nefsime, hem de butun zerrelerime haykırdım ve “Yapan O’ydu (cc), eden O (cc)!...” dedim. Başımı geriye yaslayıp gozlerimi kapadım ve ucağın kalkmasını bekledim.

-alıntıdır-.