şerife ayar


İşte Şerife gelin bu koylu ve 21 yaşında. O'nu 16 yaşında evlendirmişlerdi. Duğunden iki ay sonra Harbi Umumi patlak verdi. Kocasını askere aldılar. 6 ay sonra da Canakkale'den kocasının olum tezkeresi geldi. Kimsesizdi, hicbir geliri yoktu. "Bu tazeliğiyle yapayalnız durması yakışık almaz" diyen koyun yaşlıları, onu sakata ayrılmış bir asker gazisi olan Topal Yusuf ile evlendirdiler.

Uc yıl sonra Şerife Gelin'in bir kızı oldu. Kucuk kıza Elif adını koydular. Elif anasını emiyor, emdikce Şerife Gelinin sutu artıyordu. Bunu fırsat bilen komşular, o gunlerin salgın hastalıkları yuzunden anası olen, yetim kalan, sut ememeyen hangi cocuk varsa, Şerife Gelin'e getiriyorlar; Koyun yetimlerini hep O emziriyordu. Belki de bunlar cile gunlerinin tabii bir yansıması idi. Sonuc olarak bu koyde yetimlerin tamamı sut kardeşi, Şerife Gelin de sut anası olmuştu... Evdeki işlerle birlikte dışarı işlerini de Şerife gelin yapardı. Okuzlerle cift surmek, merkeple dağdan odun getirmek, orakla ekin bicmek, doğen surmek hepsi hepsi Şerife Gelin'i gozluyordu. Kocası Topal Yusuf'un sadece adı vardı. Savaşta sol bacağı kopmuş, yakınında patlayan bomba bir gozunu kor etmişti... Kulaklarının duyması ise gunden gune ağırlaşıyordu. Bu haliyle O'nun iş yapması zaten mumkun değildi. Gunluk işlerini ve hizmetini de Şerife Gelin yapıyordu.

Cile demet demet, hicran gokleri tutmuş, gozyaşı diz boyu olmuş akıyordu. Nice şehit anaları oğlunun acı haberiyle ciğerini dağlarken nice gelinler hayata kusmuş, nice umutlar baharında solmuştu. Aclık, yokluk, perişanlık kol geziyordu. İnsanlar saadeti sadece olumun kollarında acan bir cicek sanır hale gelmişlerdi. Artık gozler taa uzaklara, umutlarsa bir başka bahara kalmış gibiydi.

Bir akşam uzeri koyde tellal bağırıyordu.

"– Eyyyyy ahali! Duyduk duymadık demeyin. Cuma gunu her haneden bir kağnı, İnebolu'ya yuk taşımak uzere gidecektir"... Aynı tellal bir daha, bir daha olmak uzere 3 sefer bağırdı. Bu, konunun onemini vurgulamak icindi. Uc sefer aynı şeyin bağrıldığı pek vaki değildi. Demek ki bu konu olağanustu bir onem arzediyordu.

Herhangi bir sebeple tellal bağırmışsa, o akşam konunun goruşulmesi icin koy odasında toplantı yapılırdı. Bunu herkes bildiğinden, toplantı icin ayrıca duyuru yapılmamıştı. Akşam yapılan toplantıda Muhtar şu acıklamayı yaptı:

– Ankara'da acılan yeni Meclis ve kurulan hukumet, Anadolu'ya saldıran Yunan askerine son darbeyi vurabilmek icin kış boyunca hazırlık yapıyormuş. Kulakları cınlasın iki ay kadar once koyumuze gelen M. Âkif, camimizde verdiği vaazda:

– "Bir milletin hayat hakkı ve varlığını surdurme konusunda ustunuze bir gorev duşerse, yerine getirmekte asl tereddut etmeyiniz. Vatana sahiplenmek icin gerekirse herbirimiz, toprağın koynuna girmeye aday olabilmeliyiz ki, bu vatan bizimdir diyebilelim," demişti. Komşular! Sizin anlayacağınız, deniz yoluyla İnebolu'ya getirilen cephane ve top mermilerinin cepheye taşınması icin butun cevre koylere gorev verilmiş. Adına ister imece, ister salma, ister başka birşey deyiniz; taşıma işi muhakkak halledilecekmiş. Bizim koyun taşıma sırası Cuma gunu olarak bildirildi. O gun, İnebolu'dan 80 kağnı cephane yuklenerek Kastamonu'ya doğru yola cıkmamız gerekiyor. Herkes hazırlığını buna gore yapsın. Muhtar, bir de liste hazırlamıştı. Listeyi baştan sona okudu. Sonra da:

– Burada olanlar olmayanlara haber versin, dedi.

Herkes birbirinin yuzune "Burada kimler yok?" der gibi baktı... Toplantıda sekiz isim yoktu. Bunlar adına da zaten kadın veya cocuk yaşta gencler gidecekti. O akşam koy bekcisi sekiz kişinin evini dolaşıp yola ne zaman ve nasıl cıkılacağını bildirdi. Her evden bir kağnı duyurunun yapıldığı şekilde Cuma gunu vardı. Şerife Gelin de bunlar icerisinde idi.

Tarih, 1921 yılının son gunleriydi. Birdenbire bastıran kar yolları kaplamıştı. Sıra ile cephaneler yuklendi. Yuklemesi yapılan kağnı yola cıkıyordu. Şerife Gelin, koyde bakacak kimsesi olmadığı icin Elif'i yanına almıştı. Şerife Gelin'in kağnısına top mermileri yuklendi, yol verildi... Şerife Gelin, İnebolu cıkışında kağnıyı durdurdu. Oraya kadar sırtında taşıdığı kızı Elif icin top mermilerinin arasında bir yer ayarladı. Tek korunma aracı yun yorganını da top mermilerini ve kızını yağıştan korusun diye, kağnı uzerine orttu. Sonra tekrar kağnı başına gecip "Bismillah" diyerek okuzleri cekmeye başladı. Bu gorevi onlarca koy, binlerce kağnı yaptığı icin yol guvenliği konusunda bir sorun yoktu. Soğuğa karşı korunaklı oldun mu tamam! Hele hele okuzlerin iyi ise, işin kolay! Şerife Gelin, okuzleri cekiyor, kar ise yağıyor, yağıyordu. Kağnı tekerleri karla karışık camurlu yollarda makamsız bir gıcırtının zevksizliğiyle ilerliyordu. Şerife Gelin'in bir korkusu vardı; kendinden bile sakladığı bir korku. Kalbinde kocaman bir cıban, caresiz bir dertti bu... Ama onu hatırlamak istemiyor; azimle, hırsla kağnı arabasının onunden tum engelleri delercesine yuruyordu. İcten ice du etmeyi de ihmal etmiyordu. Bu halde epeyce yol aldıktan sonra kağnı birden durdu. Şerife Gelinin yureciğindeki yara deşilmişti. Evet kara okuz yurumuyordu. Bu her zamanki huyu idi. Zorlamaya, yuke hic gelemezdi. Şerife Gelin yuları asıldı. Hayır! Gelmiyordu. Okuzun ardına gecip gÂh! dedi. Uvendire ile durttu. Kara okuz biraz yuruyup tekrar durdu. Bir saat kadar once yağan kar durmuş, hava soğumaya başlamıştı.

Şerife Gelin:

– Kurbanın olayım kara tosun, beni perişan etme. Arabam top mermisi dolu; Cepheye yetişmesi lazım. Haydi n'olur yuru. Haydi n'olur. Kara okuz az daha yuruyup boynunu eğdi, eğdi. Sonra olduğu yere gurpuden cokuverdi.

Şerife gelin:

– Eyvahhh! Ne yapacağım ben şimdi, diyerek tekrar kara okuzun yanına vardı. Yalvarırcasına başını okşadı. Gozlerinden optu, titreyen sesiyle:

– Haydi kara tosunum. N'olur yatma kalk. Boyunduruğa ben de koşulayım. Yeter ki sen yatma. Kara okuz nice zorlamayla yerinden kalktı. Boyunduruğu kaldıramaz gibi boynunu yere eğiyordu. Bereket obur eşi sarı okuz guclu idi; zaten kağnı buraya kadar onun sayesinde gelebilmişti. Şerife Gelin, okuzlerin yularını arabanın okuna taktı. Sonra kara okuz tarafına gecip eğik boyunduruğa oyle bir yuklendi ki, goğsunden butun vucudunu kaplayan bir ıslaklığın yayıldığını fark etmedi bile.

Kac defa kara okuz yatmış, kac defa boyunduruğu Şerife gelin goğuslemiş, bunların artık sayısını unutmuştu... Ne kadar yol aldığını ise hic bilmiyordu. Şerife Gelin'in karnı actı. LÂkin aclığı dert etmiyordu. Biricik Elif'i aklına geldi. Tabii ki O'nun da karnı zil calıyordu. "Elif'imi azıcık emzirebilseydim" dedi. Ama Elif uyuyordu; zaten uyansa da bu soğuk havada cocuk emzirilmezdi. Kendi kendine: "Elif uyanmadan Kastamonu'ya varabilseydim bari", dedi. Boyle soylenirken, icindeki bir ses karşı dağdan yankılanırcasına gurledi:

– Ya sonra? Şerife Gelin şaşırdı birden. Etrafına bakındı, kimsecikler yoktu. Bu gizli ses ile cedelleşmeye başladı:

– Sonrasına Allah kerim.

Mechul ses:

– ÂmennÂ! dedi, once. Sonra da Şerife Gelin'in belki de caresizlikten hep gormezlikten geldiği bir gizli derdi ham bir cıbana iğne sokup patlatır gibi deşiverdi:

– Peki Ilgaz Dağı'nı nasıl tırmanacaksın? Bu kara okuzle, bu kağnı oradan cıkar mı?

– Cıkarrrrrrr, diye bağırdı Şerife Gelin; gerci yukum Kastamonu'ya kadar ama bu araba Ilgaz dağını da cıkar, Ankara'ya da varır... Cepheye de... Şerife Gelin'in goğsu koruk gibi inip kalkıyordu. Soğuktan donmak uzere olan elleri şimdi sinirinden titriyor, iki de bir uvendireyi elinden yere duşuruyordu. Ilgaz Dağı'nı gecilmez, aşılmaz diyen kimdi? Az once kendisiyle cedelleşen sesi, sesin sahibini aradı. Hiddetinden dudaklarını kemiriyor, elindeki uvendireyi gart! gurt! diye kurtun obeklerine saplayıp saplayıp cıkarıyordu. Kendini korkutmaya, caydırmaya, azmini kırmaya calışan bu sese hıncla bağırdı:

– Heyyy! Bre cılgın ses! Hey bre mechul korkak! Karınca fıkrasını duymadın mı? Derler ki karınca İstanbul'dan yola cıkmış, mubarek beldeleri gormek ister. Sormuşlar:

– "Nereye gidiyorsun?

– Hacca gidiyorum.

– Sen bu cılız govdenle, bu cop bacaklarınla, İstanbul'dan Hicaz'a kadar nasıl gidersin?

– Varamazsam hic olmazsa yolunda olurum ya", demiş. Ben de oyle... varamazsam yolunda olurum. LÂkin bu mermiler yollarda kalmaz, bıraktığımız yerden birileri yuklenir ve cepheye mutlaka ulaştırır. Şerife Gelin boyle soylese de, cok iyi bildiği Ilgaz Dağı'nı ve onunla gecen hatıralarını sisli puslu camdan bakar gibi bir sure seyre daldı. Bu seyir, ne durup bakmaya, ne bakıp gormeye benziyordu. Bir hissedişti bu; bir duyuş, bir anlayış... Cookkk uzaklardan gelen, fırtınaya binmiş, dağlarda yankılanan, tepelerde savrulan bir ses; kimbilir belki de Şerife Gelin'in duymak istediği, yahut istemeden duyduğu bir ses... Ilgaz Dağı icin, oranın kendi has evladına bakınız, neler fısıldıyordu:

– Ilgaz Dağı, cilenin harman olduğu yer. Ilgaz Dağı; yetimleri, dulları, kimsesizleri ağlatan mekÂn; gozyaşını kaynağında donduran fırtına seli. Ilgaz Dağı; umitleri sonduren, hayalleri sukûta erdiren bir hengame...

Nice garibanın cıplak ayakla yuruduğu bayır. Vardıkca dikleşen, cıktıkca yokuşa vuran yollar... ve icinizdeki aşka, merhamete, sevgiye inat acımasızlaşan dağ... Eşkıyalara taş cıkartan kurt suruleri. Karıyla kışıyla, gecit vermeyen engebeleriyle, Ilgaz Dağı bir muamma... Kağnıdaki kucuk Elif'in ağlaması duyuldu birden. Hıckırıklara karışan bu feryat, Şerife Gelin'in beynini zonklattı. Yavaş giden kağnıyı durdurmadan duşe kalka telaşla arabanın ardına koştu. Yorganı acıp baktı; Elif kızın sesini duyuyor, kendini goremiyordu. Gozlerini yuvasından patlatırcasına acıp bir daha baktı. Elini uzatıp ot kurularını karıştırdı:

– Yavrum! Elif'im, diye bağırdı.

Zavallı yavrucak otların arasındaydı. Boğuk boğuk ağlıyor, hıckırıyor, kendini yırtıyordu Âdeta. Soğuk, dondurucu bir hal aldığı icin yorganı Elif kızın ve top mermilerinin ustune iyice sıkıştırdı. Şerife Gelin'in esas korkusu, top mermilerinin gocup kaymasıydı. Bu halde zaten Elif kız ezilir yamyassı bir et parcasından farksız hale gelirdi. Tekrar aceleyle arabanın onune koşup, okuzleri cekmeye başladı. Nice one gecenler uzaklaşıp gorulmez olmuş, nice arkada kalanlar Şerife Gelin'e yetişmiş, gecip gitmişlerdi. Kimse kendisine zimmetlenen cephaneyi yerine teslim etmekten başka bir şey duşunmuyordu. Şerife Gelin'in cektiği kağnı tekrar durdu. Kara okuz yine yurumuyor, başını geri geri asılıyordu. Şerife Gelin, iyice uşumuş ağzından burnundan gelen salyalar birbirine karışmıştı. Cene kemikleri birbirine vuruyordu. Kağnının kara okuz tarafına gecerek "yazıklar olsun sana; cekil boyunduruktan, cekil de ben koşulayım" dercesine bir sure baktı. Gozleri kısılmıştı. Butun vucut azaları titriyordu. Hiddetinden dolayı uvendireyi kaldırdı, kaldırdı; sonra da arka ustu kardan adam gibi gocuverdi.

Şerife Gelin, donmakta olduğunu işte o anda farketti. Yıkıldığı kar icerisinden cabalayarak kalktıktan sonra, yine zor bela kağnı arabasının uzerine cıkabildi. Elleri ve ayakları donma noktasına geldiği icin kağnıya binerken kac defa kayıp yere duştuğunun sayısını bilemiyordu. Şerife Gelin, bindiği kağnıdan okuzlere kısık sesiyle ve belki de son defa "gah!" dedi. Sesi yavaş yavaş kayboluyordu. Elif catlayacak gibi ağlarken, Şerife gelinin kolu kanadı Âdeta robotlaşıyordu. Kağnı serseri bir mayın gibi, şehrin dışındaki Kastamonu kışlasının yakınına kadar gelip orada durdu.

Kar dinmişti; Elif ağlıyordu. Anlaşılan, butun kuşlar Elif'in yasına, onun feryadını dinleyenlere iştirak ediyorlardı. İşte bu yuzden bu akşam, cumle kuşlar suskun, guvercinler sanki taş kesilmiş; sığırcıklarsa hıckırmadan son damla gozyaşlarını iclerine akıtıyorlardı. Besbelli ki oyle; oyle olduğu icin de sukût, bu mahalle matem gibi siyah otağını kurmuştu.

Bu kimsesiz kağnının yanına giden gorevliler karşılaştıkları acıklı manzarayı şoyle not ettiler:

"Kağnı uzerinde soğuktan donan bir kadının cesedi vardı. Donmuş kadının cesedini arabadan indirirken, yorganın altında ağlayan bir cocuk sesi işittik... Top mermilerinin arasında, otlara sarılı eski culların icinde bir kız cocuğu ağlamaktan bitkin hale gelmiş, boğuk ve kısılan sesinin sanki son feryadını ediyordu.

Hepimizin ortak kanaati şu oldu; Bu Turk anası, evladını ve top mermilerini korumak icin kendini feda etmiştir."

Grup vaktinin kar uzerindeki yansıması, bu kağnının yanına gelenlerin yanaklarından suzulen damlacıkları ciğdem rengine boyamıştı. Batan Guneş ise, Şerifeler, Elifler, Zeynepler ve kardelenler icin yeniden doğmak uzere, kızıllığını saklarcasına karanlığın goğsunde yavaş yavaş kayboluyordu.