BİR AŞK MASALI / SABAHATTİN ALİ

Bir zamanlar bir kadın hukumdar tarafından idare edilenbir memleket varmış. Halk burada melikesinden son derece memnunmuş. Cunku bu genc ve cok guzel kadının, yurdunun insanlarını bahtiyar etmekten başka bir duşuncesi yokmuş. Sarayında kapanıp oturacağı ve kendine eş olmak isteyecek yakışıklı şehzadeler bekleyeceği yerde, kış demez, yaz demez, memleketin dort bucağını dolaşır, yuzunde keder, halinde durgunluk gorduğu her vatandaşın gamına ortak, derdine derman olurmuş. Calışamayacak halde oldukları icin zarurete duşenlere hazinesi, dermansız illetlere tutulanlara yureği her zaman acıkmış. Yurdun her yanına dağılmış olan memurların başlıca vazifesi, bulundukları yerde hayatından hoşnut olmayan kimse bırakmamakmış. Buna kendi gucleri yetmezse, hic vakit gecirmeden melikeye bildirirler, o da her işini bırakıp oraya yetişirmiş. Bunun icin o memlekette yuzu gulmeyen insan yokmuş. Ama gunun birinde melikenin sarayının tam karşısında genc bir derviş peyda olmuş. Sabahtan akşama kadar orada hic ağzını acmadan bekler, ortalık kararınca cekilip gidermiş. Kumral, hafif dalgalı bir sakalın cevrelediği soluk yuzunde oyle dokunaklı bir ifade, derin kara gozlerinde oyle ice işleyen bir hal varmış ki, yoldan gecenler onun onune bakır, hatta gumuş paralar atmaktan cekinirler, yere sessizce birer altın bırakıp giderlermiş.
Her zamanki seyahatlerinden birinden donen melike, sarayının onunde bu garip dervişi gorunce, yuzune şoyle bir bakmış, gozleri onun gozlerine ilişmiş, sarayına girerken başmabeyincisine:
-Bu adamın bir derdi var, sorun bakalım nedir!- demiş.
Başmabeyinci hemen dervişin yanına sokulmuş, o memlekette insanları bir sozle bile incitmeye izin olmadığı icin, tatlı
bir sesle:
-Derviş, duruşun, bakışın gamlı; icinde sakladığın bir kederin mi var?- diye sormuş.
Derviş gozlerini yere cevirmiş:
-Hayır!- diye mırıldanmış.
-Peki, oyleyse neden yuzun gulmuyor, neden burada butun gun durup bekliyorsun? Bilirsin ki, melikemiz yurdunda
dertli insan bulundukca, kendi de dertlenir, ici rahat etmez.
İstediğin neyse soyle, caresini ararız!
-Hicbir derdim, hicbir isteğim yoktur. Melikemiz uzulmesin! demiş.
Başmabeyinci saraya donup bunları hanımına anlatmış,
sonra:
-Bilmem ama efendimiz- demiş, -sesi hafif ve gamlı, gulumsemesi acıydı.
Melike:
-Olmaz- demiş, -onun bir derdi olduğu her halinden belli. Ne kadar acı gulduğunu ben sarayımın pencerelerinden gordum. Belki derdinin buyukluğu onun nutkunu tutuyor. Ama ben hicbir vatandaşımın rahatsız edildiğini istemem, bırakın durduğu yerde dursun. Yalnız bu akşam arkasından gidin bakın, onulmaz illetlere tutulmuş bir hastası mı var, para yetiştiremediği bir sevgilisi mi?
Derviş o akşam da onune bir yığın halinde biriken altınları toplayıp, alacakaranlığa gomulen sokaklara dalmış, yurumuş, yurumuş, şehrin kenar semtlerine gelince, altınları avuc avuc torbasından cıkararak, buralarda oturan ve halleri vakitleri başka hemşerilerinden biraz daha duşuk olan kimselere dağıtmış, sonra şehrin kenarındaki kucuk, taş bir kulubeye girerek corbasını pişirmiş, sırtını duvara verip kalmış. Kulubenin penceresinde gun ağarıncaya kadar onu gozetleyen başmabeyinci, uyuyor mu, yoksa uyumayıp duşunuyor mu, anlayamamış. Melike bunları duyunca busbutun kederlenmiş. –Memleketimde dertli bir insan var da, ben ona derman olamıyorum duşuncesi icini bir kurt gibi kemirmeye başlamış. Kimseyi zorlamak, kimsenin yaptığına ettiğine karışıp tedirgin etmek şanından olmadığı icin, dervişin sarayın karşısında durmasına
ses cıkarmamış, ama onun gunden gune sararıp solduğunu, gozlerinin daha derine kactığını gordukce, kendisi de eriyip suzulmuş. Kendisi de artık sarayının penceresinden ayrılmaz, tul perdelerin ardında butun gun dervişi seyreder, Onun icini kemiren
dert nedir acaba?- diye kendini yermiş.
Bir gun yine boyle perdelerin arkasından bakarken, dervişin siyah, derin gozleri pencereye cevrilmiş. Bu gozlerdeki bitip tukenmez hasreti fark eden melike, dervişin icini yakan derdi sezer gibi olmuş, yerinden fırlayıp başmabeyincisini cağırtarak:
-Bu dervişi sarayıma getirin, derdini kendim soracağım demiş.
Derviş, melikenin huzuruna cıkınca busbutun sararmış. Gozlerini yerden kaldıramamış. Derdi sorulunca, duyulur duyulmaz bir sesle:
-Hicbir derdim, hicbir dileğim yoktur!- deyip susmuş. Ama melike bu kısa cevapla yetinmemiş. Yumuşak, tatlı, adeta yalvarır gibi:
-Nasıl olur derviş?- demiş. -İnsanın icini bir dert kemirmeyince yuzu boyle solar, gozleri boyle dalar mı? Belki gonlundeki dilek sana pek buyuk, pek erişilmez gorunduğu icin soylemekten kacınıyorsun. Ama bilirsin ki, benim yurdumdaki insanları
bahtiyar gormekten başka hicbir arzum yoktur. Haydi, cekinmeden ne istediğini soyle. Dilediğin, fakat elde edilmez sandığın şey, ucsuz bucaksız bir zenginlik midir? Her gun onune yığılan altınları arzularına gore cok kucuk bulduğun icin mi azımsayıp dağıtıyorsun? Eğer boyleyse soyle, sana bitip tukenmez hazinelerimin yarısını, hayır, hepsini vereyim. Derviş başını kaldırmadan, sallayıp cevap vermiş:
-Hayır melikem, hayır; benim boyle bir derdim, boyle bir
dileğim yoktur. Melike soluk yuzunde dolaşıp koyu kahverengi gozlerinde biriken bir kederle tekrar sormuş:
-Yoksa bir kadının idare ettiği bir memlekette yaşamak sana ağır geliyor da, kendin mi bir devletin başına gecmek istiyorsun? Eğer boyleyse, başına gectiğin devleti benim kadar, belki benden daha fazla şefkatle, dirayetle idare edeceğini biliyorum.
Soyle, memalikimin (ulke) yarısı, hayır, hepsi senin olsun!
Derviş başını kaldırmış, ama gozleri hep yerde cevap vermiş:
-Hayır, melikem, hayır, benim boyle bir derdim, boyle bir
dileğim de yoktur.
Melike al dudakları solup titreyerek yerinden kalkmış, bir
adım yurumuş:
-Peki, nedir istediğin derviş?- demiş. -Gencsin, guzelsin, gozlerinde doymamış bir hasretin ateşli bulutları dolaşıyor. Kendine layık gorduğun bir eş mi bulamadın? Memleketin en guzel kızları benim sarayımdadır. Soyle, butun cariyelerimi
karşına dizeyim, en sevimlisini, hayır, hepsini al! Bunun uzerine derviş gozlerini kaldırıp sonsuz bir huzun icinde melikeye bakmış, bakmış, sonra sesi titreyerek:
-Hayır, melikem hayır...- diyebilmiş, ama sesi boğazında duğumlenip kalmış. O zaman melike, dervişin yuzune uzun uzun bakmış, baktıkca soluk yanakları al al, renksiz dudakları nar gibi olmuş. Koyu kahverengi gozlerini bir ışık sarmış. Dervişin de yuzu kızardıkca kızarır, gozleri yandıkca yanarmış. Bu sefer genc kadın gozlerini yere cevirmiş, hafif, titrek bir sesle:
-Anladım derviş- demiş, -icini yakan derdi, yureğini saran hasreti anladım. Ne istediğini biliyorum. Soyle, o da senin olacak! Derviş bunu duyunca, yeniden sapsarı kesilmiş, sonra yine kıpkırmızı olmuş, birkac kere bir şey soylemek ister gibi dudakları
titremiş, en sonunda ta yureğinin icinden derin, uzun bir Aaah! cekerek olduğu yere duşmuş, kalmış. Etraftan koşan mabeyinciler eğilip bakınca onun olmuş olduğunu
gormuşler. Dervişin yuzunde, dille tarifi imkansız, baktıkca gun ışığı gibi insanın yuzune vuran bir saadet varmış. Başmabeyinci esefle başını sallayıp:
-Ne talihsiz adam!- demiş. Tam muradına ereceği anda oldu! Gozlerini dervişin yuzunden ayırmayan melike:
-Sus!- demiş. Ondan daha talihli insan var mı? Asıl bahtiyar, bir omur boyunca hasretini cektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yuksek noktasında bir
'Ah!' diyerek duşup olebilendir.-