Bir Kir Teorisi
Yalcın KUCUK

Bu incelemenin kaynaklarından ikisi estetik dunyadan geliyor; Goncarov ve Kafka?nın iki eseri, burada acıklanan "kir" teorisi'nin oluşumunda ayrı bir yere sahiptir. ?Oblomov" ve "Donuşum" roman ve oykulerinin, Turkiye somutunda, beni bir ?kir" teorisinin, ozellikle Goncarov olmak uzere Kafka ile birlikte ikisinin yeni bir okunmasına imkan verece¬ğini duşunuyorum. Bu nedenle de, ?kir" teorisinin acılımına, Goncarov?u, yeniden okumayı onererek, başlamak istiyorum.

Onumde Sabahattin Eyuboğlu-Erol Guney imzalı bir ceviri var; izleyenlerim, Eyuboğlu?na bir aydın olarak hic guvenmediğimi ve bir cevirmen olarak ise pek az guvendiğimi biliyorlardır, oyle umut ediyorum. Thomas Moore?un dunya klasiği eseri Utopia?yı Vedat Gunyol ile birlikte, bir universite oğrencisinin mezuniyet karalamasına imza atarak piyasaya surduklerini kanıtlamıştım; daha sonra bana ulaşan bilgiler de Eyuboğlu-Gunyol'un ken¬dilerinin olmayan cevi¬rilere imza koydukları yolundaki izlenimimi kuvvetlendirmiştir. Bu nedenle, Oblomov'un bu cevirisini yeniden okumaya başlarken pek tedirgindim, bitir¬diğimde tedirginliğim arttı; şimdilik bu ceviri¬ye sadece ?laubali" demek durumundayım, şu anda daha ileri gidemiyorum.

Soz konusu cevirinin ilk paragrafı şoyledir;

"İlya İlyic Oblomov, bir sabah Gorohovaya caddesinde butun bir kasaba halkı kadar kiracısı olan buyuk evlerin birinde ya¬tağına uzanmıştı."(1) Bir koy kahvesi sohbeti icin anlaşılır bir cumledir; bir edebi yazıda, son derece ayıp bir anlatım olduğu kesindir, okuyucu anla¬makta zorlanıyor. Bu incelemeyi hazırladığım sıra¬da, Paris'te kitapcılarda, Oblomov'un Fransızca cevirisi tukenmişti; Rusca aslına gore, "Ilya Ilyic Oblomov, bir sabah, Gorohovaya Caddesi'nin, her birinde bir ilce halkı kadar nufusun yaşadığı buyuk evlerinin birisinde, kendi dairesinde, yatağında, uzanmış yatıyordu" demek daha doğrudur. (2) Her cevirmen, yazarına ve yazarın bicemine ozen gostermek zorundadır; bu ise bir zahmet demektir. Bu zahmetten kacıldığında, butun cumleler de ?devrildiğinde?, ortaya, "Guney-Batı Anadolu" koylulerinden Fakir Baykurt'un Turkcesi cıkıyor; bi¬zim buna mahkum olduğumuzu sanmıyorum.

Yalnız burada amacım dilimiz ve cevirilerin nitelik¬sizliği uzerinde dur¬mak değil, bu ayrı; ancak engelleyeme¬diğini amacımdan bu kısa sapmayı, okuyucularımın, dili¬mize duşkunluğume bağlamalarını diliyo¬rum. Bir ?kir" teorisi geliştirmek uzere¬yim; Oblomov'u ye¬niden ve en kısa olculerde ozetlemek zorunluluğunu duyu¬yorum. Cok unludur, ancak buyuk bir ede¬bi değer taşıdığını duşunmemek gerekiyor, edebi yazıcılıkta, bizim Ahmet Mithat Efen di'den pek az ileridedir. Goncarov'un, ilkel, ozensiz, başlangıcı ve sonu net olmaktan uzak diyaloglara dayalı bir yazı bicemi var; ama, ?Oblomov" romanı, insanlığın estetik hazinelerindendir. Bunun bir ne¬deni olarak, bir toprak paraziti olan, Oblomov'un olağanustu tembelliği, bu nedenle "tembellik" an¬lamında "oblomovka" butun dillere giriyor, uzerin¬de cok durulan bir tutum ve durumdur. Hem Goncarov, didaktik romanında, hem zamanın yetkin eleştirmenleri ve asıl onemlisi de Lenin, Oblomov romanında, hep bunu gorduler ve bunu vurgula¬dılar. O kadar oyle ki, roman sadece, liya llyic Ob¬lomov ile, Alman bir baba ve Rus bir annenin oğlu Andrey Ştoitz'un, şematik tembellikleri ve calış¬kanlıkları ya da cokuntuleri ile atılganlıkları, istenir¬se asil sınıfın bitmişliği ile kapitalist sınıfın parlayışı zıtlığında algılanır olmuştur; buna bir de, aciz İlya'nın sevgili Olgası'nın, geleceği temsil eden Andrey ile evlenmesinin uzunclu ancak darwinist .anlamda "haklı" evliliği eklenmektedir.

On dokuzuncu yuzyıl ikinci yarısının Rus eleştir¬menlerine buyuk saygı ve Lenin'ine buyuk ovgu bağlamında en kucuk bir kuşkuyu cağrıştırmadan, benim, bu tur bir anlayışla yetinmediğimi belirtmek zorunluluğunu duyuyorum. ?Oblomov? tipolojisi, bundan cok onemlidir ve cok ondedir.

Gorebildiğim mulk sahibi yoneten sınıfın, sadece tembelliği ve hatta tembelleşmesi değil; daha kotu bir duruma, istenirse, ?duzen" de denebilir, inmesi ve daha da onemlisi, bu yeni duzeni ile barış icinde ve mutlu bir beraberliği surdurmesidir. Romanın başında, Oblomov, kalabalık ve buyuk bir konağın dairesinde, koylulerinden gelen paralarla, kurnaz ve yaşlı uşağı Zahar ile, yine de, bir ?yaşam" sur¬durmektedir, Ancak romanın sonuna doğru, bura¬dan da duşmekte, başka bir yere kiraya cıkmakta, bir izbede, evsahibesi ilkel ve dul ile, bir kir bata¬ğında buyuk bir "mutluluğu" surdurmektedir. Oblomov'un bize oğrettiği, asalak sınıfların tembelliği değil, insanoğlu?nun da tıpkı, picleşen bitkiler ve soyunu yitiren kopekler turunden yozlaşabildikleridir.

Hep inisiyatif sahibi, hep "iş bitiren" Ştoltz, her işi duzene koymuştur, Oblomovka Koyu'nu bile kurtarıp kapitalize etmiştir; iş, İlya'yı alıp, Koyu?ne go¬turmeye kalıyor ve kapıda, bir arabada, Olga bek¬liyor.

Ştoltz, İlya'nın, hizmetcisi saydığı ve hizmetci ola¬rak bile yakıştıramadığı kadınla evli olduğunu, yer¬de pislik İcinde surunen cocuğun da, İlya'nın ol¬duğunu işte bu tartışma sırasında oğreniyor. Ştoltz, tam bir bilinc ve duygu depremi yaşıyor ve ben, buradaki konuşmayı, cevirisine dokunma¬dan (3) aktarıyorum.

?Ştoltz, dostuna hayretle baktı. Oblomov sakin ve soğukkanlıydı.

- Sen mahvolmuşsun İlya! Bu ev, bu kadın... bu yaşayış tarzı... imkanı yok! Haydi gidiyoruz.

Oblomov?u kolundan yakaladı ve kapıya doğru cekti.

- Nicin gitmemi istiyorsun? Nereye?

- Bu kuyudan, bu bataklıktan dışarı; dunyaya, acık, tabii, sağlam hayata. Neredesin? Ne oldu sana? Kendine gel! Ozlediğin hayat bu muydu, senin. Boyle tarla faresi gibi bir delikte mi yaşayacaktın? Duşunsene...

Oblomov, azimli bir yuz ve acık bir ifadeyle:

- Hatırlatma; gecmişi rahat bırak, o gunler gecti artık, dedi. Bana ne yapacaksın? Beni suruklemek istediğin dunya ile hicbir ilişkim kalmadı artık. İki ayrı parcayı lehimleyemezsin. Ben bu deliğe canlı
tarafımla bağlıyım. Beni dışarı cıkarmak olume go¬turmektir."

Anlayışıma gore, Oblomov'un buyuk sırrı işte budur. Bir asil insanı, bir aydını, romanlar yazmak isteyen bir kimseyi, bir pisliğe canlı tarafıyla bağlayabilmekte, orada yaşatmakta ve daha da onemlisi, buradan, temizliğe cıktığında oleceğine inandırmaktadır Bu, acık tembellik vurgusu yanın¬da, asıl buyuk keşiftir ve ben şimdi, Oblomov'un bu buyuk sırrının, gercek duzene ve duzenlere do-nuştuğunu goruyorum; yeryuzunde halkların, kirli¬likte mutlu olmaya suruklendiğini yazıyorum. Şim¬dilerde, tekelli duzenlerde, Goncarov'un Oblomov'la gorduğu yozlaşma yayılıyor.

Onemi var mı? Hem kısa donemde ve hem de uzun donemde cok onemlidir. Kısa donem analizi icin, Samuelson İktisatı'nın, okuyanlarının hepsinin aklını bozarak yerleştirdiği, uzun zahmet yuklu zamanların başı ve sonundaki iki enstantane'yi aynı anda gorme alışkanlığından yararlanmak istiyorum; savaşlar zamanlı ve zahmetli?dir. Ayrıca sa¬vaş turunden "arızi? elemanı pek cok olan surecleri olağanustu ustaca soyutlayarak kavramlaştıran Von Clausewitz'i Marx ne kadar overse yine de az ovmuştur; yalnızca savaş planında değil, insan duşunme pratiğinin tumu icin, bu PrusyalI Generalin yazdıkları her zaman referans niteliğindedir. Savaş'ın, karşı tarafa irademizi kabul ettirmek icin şiddet kullanma olduğu teoremini bulan Clausewitz'dir; hasmın, irademizi kabul etmesi icin, onu, yaşamak istemediği bir duruma getirmek esastır. Prusyalı General, "in a situation more oppressive to him than the sacrifice which we demand" di¬yor; irademizi kabul etti¬rerek savaşı bitirebilme¬miz icin, hasmımızı, istediklerimizi kabul et¬mesiyle gireceği durum¬dan ve kuşkusuz savaş onceki durumundan, "daha ezici bir duruma? getirme¬miz gerekmektedir. Von Clausewitz?in bu mukem¬mel teorisini, benim "kir" te¬orim cercevesinde yeni¬den formule edecek olursam, bir savaşı bitire¬bilmek icin, hasmımızı, belki daha "pis? ve belki daha "onur kırıcı" duruma getirmemiz ve savaşa son verildiğinde, bu pis ve onur kırıcı durumun biteceğini anlatmamız yeterlidir.

Guzel, ancak, Clausewitz'in teorisinin, benim "kir" teorime dokulmesi, bir onemli zaafını da ortaya cıkarıyor; bu iki enstantane arasında gecen zahmetli zamanda veya bir başka nedenle, hasmımızın, pisliğe alışması ve kirde yaşamayı sevmesi mum¬kundur; bu durumda, hasmımızı bir pisliğe mah¬kum ederek savaştan cıkma kapısı kapanmış olu¬yor.

Bu son derece vahim bir durumdur; ancak, izleyi¬cilerimden ozur dileyerek, daha vahim koşulların da duşunulebileceğini ve benim boyle bir durumu duşunme zaafım olduğunu ifade etmek istiyorum. Hasmımızın, kendi kutlesinin, kir ve onur kırıcı du¬ruma tepkiyle savaştan cıkmak isteğini dillendirmesinden korkarak, savaşın gerektirdiğinden ayrı olarak, kendi kutlesini pislemeyi bir politika say¬ması da mumkundur. Kir Teorisi'nin oluşumunda, bu nokta, ayrıca onem taşıyor.

Goncarov'un unlu "Oblomov" romanı, "kir" teorisi¬nin geliştirilmesinde boyle bir yere sahip bulunuyor; şimdi Kafka'nın "Donuşum" uzun oykusune geliyorum. Ancak bir noktaya işaret etmemde ya¬rar var; "kir" teorisi, bunlardan cıkmıyor, "edebi¬yat", ?kir" teorisinin incarnation'unda, et ve kemiğe burunmesinde, vazgecilmez bir rol oynuyor. As¬lında, Teori?nin cıkışı başka yerdendir, oyle ki, ben, bir uluslararası konferans icin hazırladığım ve İngi¬lizce ?transformation" ve Turkce "donuşum" baş¬lıklı bir denememde, bu¬tun Soğuk Savaş'ı bir buyuk kirlenme ve kirlet¬me mekanizması olarak algılıyordum. Gercekten de, Soğuk Savaş, "sosya¬lizm" kod adıyla cıkan ve Sovyetler Birliği'nde, bu¬tun eksik ve kusurlarıyla, ancak yine de buyuk bir gorkemle et ve kemiğe burunen, insanlığın buyuk yuruyuşune karşı, insanlı¬ğın bu iradesini kabul et¬memek icin, acımasız bir kendi kendini kirletme fabrikasıdır.

Dahası da var, aslında, tumuyle tekelli duzen, bir kendi kendini kirletme ve bir insan aklını yoketme savaşıdır. Tekeller duzeni insanı akılsızlaştırmak, "déraisonner" emek ve insanı kir icinde yaşamaya alıştırmak icin surekli bir savaş halidir. Soğuk Sa¬vaş, insanın akıl ve duygu duzleminde yukselişine karşı, tekeller duzeninin bulduğu bir mekanizma¬dır; bu mekanizmayı bulduktan sonra, buna tutku ile bağlanmış ve kendi kurum ve ahlakını, daha doğrusu ahlaksızlığını, yerleştirmek icin, Soğuk Savaş'ı surekli bir duzen haline getirmiştir.

Benim tekeller duzenini boyle algılamamın kokleri de oldukca geriye ve belki de Soğuk Savaş'ın en sıcak anlarına kadar gidiyor. Karı-koca Clin ton'ların da okuduğu, Amerika?da Harvard ile bir¬likte cumhurbaşkanı mektebi sayılan Yale Univer¬sitesinde iktisat okumaya, TC Devleti tarafından gonderildiğimde, Ankara'da Universite'yi bitirmiş ve lenesco?yu, Huxley'i, Goncarov ve Kafka?yı coktan okumuş¬tum; ustelik, Yale?nin bulunduğu New Haven kasabası, şimdi pek kirlendiğini soyluyorlar, bana, daha sonra gorduğum Alman¬ya'daki Heilderberg kasabasıyla birlikte, buyuleyici universite me¬kanları olarak gorunuyorlardı. İyi de okuyordum, tam Kuba Krizi'nin cıktığı zamanlar oradaydım, yaşamda soyutlamayı pek sevi¬yorum, kavramlaştırmak benim tutkumdur, belki de bu nedenle dillere cok duşkunum; kendi ko¬numumu da kavramlaştırmakta gecikmedim. Şoyle duşunuyor-dum; "Burada okuyacağım, dok¬tora da yapacağım ve sonunda belki bir Samuelson, bir Tobin veya Solow olacağım. Bu mes¬lekte, guclu ve etken olmak, Sa¬muelson ya da Solow olmaktır; başka yolu yoktur. Ancak, ben bunları son derece aptal buluyo¬rum; oyleyse, benim, Amerika'da etkin ve guclu olmam, yalnız ve yalnız aptallaşmamla mumkun¬dur." Henuz bunu sistemleştirmemiştlm, ancak, kavramlaştırabiliyordum; daha uzun bir eğitim icin Amerika'da kalırsam aptalla¬şacağımı goruyordum ve bu ihtimal karşısında tir tir titriyordum. Daha yirmi yaşlarımın başında ke¬sinkes gorduğum bir nokta daha vardı; iki sene ya da en cok uc yıl kalsam, kesin aptallaşacaktım, yalnız artık aptal olduğumu bile bilmeyecektim, bu yuzden de ayrıca cok korkuyordum, Bir insanın aptallığını bilmemesinden daha korkuncunu du¬şunemiyordum; ustelik bu başıma geliyordu. Bu neden ve korkuyla, graduate student'ler arasında acılan bir sınavı kazanarak, bir yaz da, icini merak ettiğim, Dunya Bankası?nda staj gordukten sonra, Temren?in onemli muhalefetiyle, Temren'i ve Omer?i de alarak, Amerika'dan kactım.

Ancak bu duşunce benden hic kacmadı; 27 Mayıs?tan once, universite oğrenciliğimde hem tiyat¬royu izlemeyi ve hem de tiyatrolar kurmayı pek se¬viyordum. Fikir Klubu?nde, şimdiki TC Meclis Başkanı Hikmet benim sekreterim ve şimdiki Mit Musteşarı Sonmez cevremdekilerden birisiydi; en cok Ienesco'nun Dersi'ni oynatmaya ozenirdik.(5) lenesco?nun bu olumsuz oyununun kahramanı oğrenci, biliniyor, on yedi haneli sayıları beş haneli sayılara, goz acıp kapayıncaya kadar, bolebiliyor; yalnız, dortten ucu cıkaramıyor veya beş ile altıyı toplayamıyordu. lenesco, tekeller duzeninin yarat¬tığı tipleri cok iyi gosteriyordu; tekil bilgileri genel ve koyu aptallıklarının maskesidir. Benim Ameri¬kan bilim adamları icinde aptalların aptalı buldu¬ğum harekat araştırmacıları en iyi malzemedir; iki- uc matematik teoremi bilmeleri, kapkaranlık ceha¬letlerini ve bir koca oğlan'dan daha aptal hallerini gizlemeye yaramaktadır.

Huxley?in Yeni Dunya'sı ise, oğrenciliğimizde bize, bugunku kavramlarımızla, aptallaştırma surecinin dinamiğini anlatıyordu; Huxley?in, bu romanını, ko¬munizmi kotulemek icin yazdığı ileri surulur, ben hicbir zaman boyle duşunmuyordum. İnsanları tupten cıkmış turu tek duze yaratmak asıl kapita¬lizmin ve en cok tekeller duzeninin sine qua non niteliğidir; Huxley?in romanının dramı, tup dışı kalmış bir birey uzerinedir. Ben, ken¬dimi Amerika'da tup dışı kalmış ve duze¬nin bir yanlışlığı olarak goruyordum; ya-kalanırsam beni de aptallaştıracaklardı ve bunun icin kacıyordum.

Benimki belki de aptallaşmaktan ve maddi anlamda, zenginleşmekten, bir surekli kacışın oykusudur. Kacıyordum, ama, ulkemin bir gun daha insafsız bir aptal¬laştırma mengenesine gireceğini hic duşunemiyordum.

Bu dunyadan gocuşunden once de Aziz Bey'e, hak veriyordum; Aziz Nesin, ulke¬mizdeki aptallık ile ilgili unlu saptamasın¬da, bir teknik fark haric, pek haklıdır.

Teknik durum şudur; ben, bilim yoluna merakım nedeniyle de, sureclere bakıyo¬rum ve Aziz Bey, bir durum uzerine, tar¬tışmalı istatistik veriyordu. Doğrusu şu¬dur: Ulkemiz, cok hızlı bir aptallaşma sureci icindedir.

İnsanlarımız hızla aptallaştırılıyor.
İnsanlarımız, ışık hızıyla, kirletiliyor.
Aptallaştırılan insanlar kir icinde yaşa¬maktan rahatsız olmuyorlar.
Aptallaştırılan insanlarımız, kirlerinden pek mutlu¬lar ve sadece daha cok kir istiyorlar.

Bilim yolunda "ornek", soyutlamanın duşmanıdır; ne yazık, bu incelemede, ornek vermek durumun¬da kalıyorum. Bununla birlikte bunları, ornek'ten daha cok, bir laboratuar calışmasının gozlemleri saymak mumkundur; oyle sayılmasını diliyorum. Ornekte adları gecenlere ise, bir laboratuardaki tuplere olandan daha fazla biryakınlık veya uzaklık duymadığımı ayrıca belirtmek istiyorum.

Turgut Kazan ile başlamak durumundayım; Turki¬ye İşci Partisi'nin yukseliş gunlerinden beri biliyo¬rum, sanıyorum, Adana kokenlidir ve Eskişehir'de avukatlık yapıyordu. Cok calışkan, akıllı ve parlak bir genc hukukcuydu; yollarımız, 12 Mart Donemi'nde ayrıldı, Mamak'ta zindandaydılar, Sadun Aren, şimdi bir holdingin dergi yoneticisi Adil Ozkol, şimdi Cem Boyner?in Partisi'nin başkanı aşırı sağcı Huseyin Ergun ile beraber, savunmayı, sos¬yalizm uzerine değil, planlama kavramına dayandırıyorlardı. Ben dışarıdaydım ve savunmaların te¬orik cercevesini hazırlıyordum; Behice Boran ise, "jandarma, biz sosyalistiz" cizgisini, askeri mah¬kemede de surduruyor ve on beş yıllık cezadan korkmuyordu. Yollarımız 12 Mart darbesiyle ayrıldı, Turgut, mahkemede ayrıldığı sosyal mucadeleye bir daha donmedi; ancak daha sonra, bir sure iyi işler yapmayı surdurdu ve boylece dostluğumuz devam etti. Ancak şimdi Turgut Kazan, iki donem İstanbul Barosu?nun başkanlığını yaptıktan sonra, belki de ozellikle bu sıralarda, ulkemizdeki hızlı aptallaştırma surecinin kurbanı oldu; şimdi tam bir aptaldır.

Bu incelemede yer yer değinmek imkanı bulabile¬ceğimi umuyorum; yenilerinin tumunu izleyemiyorum, benim saptamalarıma gore, eytivi, star tivi ve kendilerinin entivi dedikleri benim "natava" tabir ettiğim tivi, tumuyle Amerikan kadroları tarafından yonetiliyorlar.

Bunlar, ulkemizin, Buyuk Britanya ile birlikte, Ame¬rika'nın, deniz-aşırı eyaletleri secilmesi işinde, adaptasyon ya da uyum sorunlarını ustlenmiş ve ayrıca kir sacan aletlerdir. Bunlardan hemen soz ediyorum, cunku, Turgut'un aptallığının kesin ka¬nıtı, bunlardan, eytivi ve Amerikan kadro adamlarından Ali Kırca ile ilgilidir.

Biz eskiden de ileri suruyorduk; başından beri, solcu katl ve katliamları, ulkucu katillerce icra edilmekle birlikte, doğrudan doğruya, devlet politika¬sının gereği olarak sahneleniyordu. Bugun bunlar, hicbir kuşkuya yer vermeyecek bicimde ortaya cıkmıştır; devlet, şimdi, ulkucu katillerin, hem soz dinlememesi ve hem de kirli para işlerine karışması nedeniyle, bunları disipline etmek ve sivrilikleri tor¬pulemek ve bu arada, eski hesapları, devletin ro¬lunu karartarak kapatmak istemektedir. Bu cerce¬ vede Catlı'nın hesabı durulmuştur ve Oral Celik tu¬runun ise hesabı kapatılmak istenmektedir.

Yalcın Ozbey adlı katilin Avrupa'da tutuklanması uzerine faşist Adalet Bakanı Sungurlu'nun gulunc ihmali bir yana, Oral Celik'e, kısa bir hapislikten sonra, ozgurluk vaad edildiği, daha once de ileri suruluyordu, şimdi kesinleşmiştir. Bu kesinleştirme işinde, Amerikan Kanalı eytivi isteyerek, Turgut ise aptallığı nedeniyle en kirli rolu oynadılar; Oral Celik'i cinayet sırasında goren bir tanık uydurdular ve butun davayı, hukuk dışı bir bicimde, bu tanığa bağladıktan sonra, tanığın, "katil bu değildir? demesi uzerine Celik'e ozgurluğunu hediye ettiler. Turgut, hem bunu yaptı ve hem de ulkemizin en koyu aptalları arasında yerini aldı.

Cok basit ve henuz avukatlık stajının başında bir hukukcunun bile bileceği iki nedenle, Turgut, bu¬yuk aptallara layık bir rol oynamıştır. Bir: Oral Celik?in adı uzun yıllar katillerin başında gecmiştir ve Oral Celik'in fotoğrafı gazetelerde cıkmıştır. Basit Amerikan filmlerinden de bilineceği uzere, boyle durumlardaki teşhisin, hicbir hukuk değeri yoktur. Daha once katil olduğu iddia edilen ve resmi gazetelerde cıkan bir kimseyi, mahkemeye goturup, burada bir başkasının "budur" demesi neyi kanıtlar?

Bunu soyleyecek binlerceslni bulmak mumkundur ve bu tanığın naylon olmadığı nereden bellidir? İki: Varsayalım, Bu Amerikan kanalı-Turgut Kazan icadı tanık, "bu katildir" demiş olsun; boyle bir durumda, bir iğne deliği kadar hukuk bilgisi almış bir, yargıc, ?be adam, on yedi yıl once bir an icin bu Celik?i gordum diyorsun, aradan on yedi yıl gecti, bu Celik, Avrupalar?da surttu, hapislere girdi, bunu şimdi dokuz ay karnında taşıyan anası zor tanır, sen nasıl tanıyorsun" demek zorundadır. Hukuk, bu tanığı kovmayı gerektirmektedir; boyle bir tanık, "tanık" olduğu konusunda kamuda bir inanc yaratıldıktan sonra, "hayır, bu katil değil" dediği zaman, işe yarayabilecektir ve boyle kullanılmıştır.

Kuşkusuz Turgut Kazan hem aptallaşmıştır ve hem de, "davaları mahkemede değil medyada kazanma" ekolune mensup olduğu icin, bu aptallığı seve seve yapmıştır. Aptal olduğu, yuzunun, artikulas yonunun kaybolmasından da bellidir; ulkemizde, aptallar, vizaj olarak, hızla, iki gazetenin birden ye¬ni koşecisi İsmet Berkan'a benziyorlar. Ben aptallık İle vizaj arasında bir korelasyon olduğuna inanıyorumve İnsanların, yuzleri, bu, İsmet Berkan yuzune benzedikce, engebelerini ve anlamını yitirdikce, aptallaşmaya başladıkları konusunda hipotezler, kuruyor ve sonradan bu hipotezleri test ediyorum. Solucanların başlarında da artikulasyon yoktur. Solucanlar hem aptaldır ve hem de kirlidirler.

Kirlilik ile aptallık arasında, kaynaklarında bir bağ¬lantı olmasa bile, genişlemeleri mutlaka bağlantılıdır. Kir?in yayılması, ancak aptallık ve aptallığın ge¬nişlemesi ile mumkundur. Bu nedenle, analitik acıdan, "aptallık'' ve "kirlilik" kategorilerini birbirin¬den ayrı ele almaya ozen gostermeme karşın, ge¬nişleme sureclerindeki bir net bağlantı yuzunden, bu alanda, bu incelemenin her aşamasında ba¬şarı sağlayamıyorum.

Adını yanlış yazabilirim, ben İlk kez, karakola gotu¬rulurken boyle bir insanın yaşadığından haberdar oldum; Sevda Demirel adında bir manken kadın varmış, benim farkına vardığımda, dolarla fuhuş yaptığı iddiasıyla yakalanmıştır. Kuşkusuz iddia cok ağırdır, diliyorum, doğru değildir; ancak, haberlerden, kamu'nun, bu iddiayı doğru kabul ettiği izlenimini ediniyordum.

Sevda Demirel, beni ve ?kir" teorimi şu nedenle il¬gilendiriyor: Bu fuhuş ve karakol "Olayı" sonrasın¬da, Sevda Hanım?ın bahtının daha cok acıldığını anlıyoruz ve televizyonlarda sunucu ve filmlerde oyuncu olduğunu goruyoruz. Bunu cok şaşırtıcı ve kaydedilmeye değer bir gozlem sayıyorum; halkı¬mızın, fuhuş yapmayı yuce bir değer saydığı du¬şuncesine kapılıyorum.

Tek "Sevda Olayı" olsa, boyle bir izlenime kapıl¬maktan kendimi kurtarabileceğimi duşunuyorum; ama bir de "Tanju Olayı" var. Futbolcuydu, her halde iyi topcuydu, ancak pek cok iyi topcu turun¬den adı otomobil kacakcılığına karıştı, kimse kur¬taramadı; kacakcılıktan uzun hapis cezasına carptırıldı ve buyuk bir hoşgoru ile cezasını yattı. Yattı, ancak, yıldızı asıl bu zaman parladı; diziler yapıldığı, bir ara, her kanaldan cıktı; demek, halkı¬mız, kacakcıları da cok seviyor ve her gece evinde koltuğuna oturduğunda ekranında kacakcı gor¬mek istiyor.

Galiba Zeynep diye bir kız var; haklı ve haksız, meyhanede bir adamı oldurmuş; hapse girdi ve yıldız oldu. Demek halkımız yıldızlarını katillerimiz¬den seciyor; sonra bu katil kızımız hapisten cıktı ve bir "zina olayı? nedeniyle basıldı, bu kez de "bizim televizyonlarımız", Zeynep'i sunucu yaptı. Şimdi halkımız, Zeynep oldurdukce daha cok seviyor ve Zeynep basıldıkca, başına cıkarıyor. Bu ?Zeynep Olayı" bana halkımızın zina işlerine pek buyuk de¬ğer bictiğini oğretiyor; ben, iki-uc kez daha basılır¬sa, Zeynep'in milletvekili olabileceğini bile duşu¬nuyorum.

Bir Metin Ağır adında kabiliyetsiz olmalıdır; "Kacan Roman? diye kitap cıkarmış, kimsenin haberi olmuyor. Ancak bu Metin Ağır, sanıyorum benim pek sevgili dostum, bir guzel karı-kocanın, pek cana yakın ve biraz da "ucuk" kızlarıyla icli dışlıdır; Ağır olmasına karşın hızını alamıyor ve bizim ucuk guneşimize sadistce işkence ediyor. Tutuklanıyor; ancak bu arada, Kacan Roman'ı birden meşhur oluyor, kapışılıyor. Bu da yetmiyor, ben de kendi¬sini bir "insan" sanıyordum, mertce sozler ediyor¬du, Mujde Ar, hic sıkılmadan bu sadistin Kacan'ını filme aldırıyor; demek insanlarımız işkenceden ve kadınlarımız sadizmden hoşlanıyorlar.

Butun bunlar artık pisliğin, halkımızın gıdası haline gelmek uzere olduğunu gosteriyor. İnsanlarımız, pisliğe battıkca, kire bulandıkca, daha doğrusu vucut halinde, kir oldukları zaman, yukseliyorlar. Yukselmek icin sadece kirlenmek gerekiyor. Be-ğenilmek icin yalnızca pis olmak yetiyor. İnsanları¬mız mutlu olmak icin sadece pisleri gormek İstiyor ve kir?i yuksek tutuyor.

Ey Solcu,
Bu duzende yukselme!
Ey Solcu, bu duzende yuksek olmak, kirden vucut taşımaktır.

* * *

Peki, "şapka? ne oluyor? Ben kavramlaştırmaya duşkun olduğumu işaret ettim; bir zamanlar slo¬gan haline getiriliyordu, "benim televizyonum var" dedirtiliyordu, bu televizyonlar, Demirel'in şapka¬sını bir fetiş haline getirmeye calışmakla halkımıza neyi enjekte ediyorlar, şimdi buradayım.

Bilim yolunda, hep aykırı olana, normalden sap¬malara, dikkat etmek zorundayız; bir politikacının şapkası belki de sadece ulkemizde, bir medyatik kampanya ile, halkımızın mutluluk kaynaklarından birisi haline getiriliyor.

Artık halkımız, "enflasyon canavarı" tarafından aclığa ?trafik canavarı" eliyle mezbahaya her mahkum edilişinde, bu şapkayı hatırlıyor, bu şap¬kaya bakıyor ve belki dokunabiliyor, tum acı ve dertlerinden geciyor, halkımız da bu şapka'ya sa¬hip olanlar bile cıkıyor; bunlar, neredeyse cenne¬tin kapısını tutanlardır.

Neden? Demirel'in şapkasına sahip olunca pek seviniyor ve neredeyse, sihirli bir dokunmayla kendinden geciyor ve butun dertlerinden kurtulmuşcasına seviniyor. Neden?

Cevabı bulabilmek icin şapkanın ve Demirel'in ta¬rihine bakmamız zorunludur. Demirel ile şapka, yakın tarihimizde, uc kez bir araya gelmiştir ve bu uc birlikte oluş, politik yazınımızda pek cok işlen¬miştir. Bir: Demirel, Adalet Partisi'ne genel başkanı
olmuştur. 1965 secimlerinden hemen onceye denk geliyor. Ancak o sırada, o zamanki sozcukle "zinde kuvvet" olan genclik ve halk, bir gun, Kızı¬lay Meydam?nda olan Adalet Partisi onunde pek de buyuk olmayan bir ?numayiş" yapmış ve De¬mirel, şapkasını alarak cıkmış ve derhal, Adalet Partisi'nden İstifa etmiştir. Bu siyasal tarihimizde, Demirel'in tabansızlığı ve direncsizllği konusunda ilk işaret olmuş ve sık sık "Demirel?dir, şapkasını alır, kacar" denmiştir.

Zaman boyle diyenleri yanlış cıkarmıyor; Demirel, 12 Mart 1971 tarihinde kuvvet kumandanlarfnın bir mektubu uzerine, şapkasını alıyor ve başba¬kanlığı bırakıyor. Şapka İle Demirel bir kez daha kucaklaşıyorlar ve tabansız Demirel, şapkasını eline alıp, koltuğunu terk ediyor. Zaman, boyle duşunenleri bir kez daha haklı cıkartıyor ve 12 Eylul 1980 tarihinde, Demirel'e bir kez daha şap¬kasını alıp, Başbakanlığı terk etmek duşuyor. Her tabansızlığında, askerler, Demirel?e şapkasını eli¬ne alacak kadar zaman bırakıyorlar.

Şapka, Demirel?e ait olunca, ulkemizin siyasal ta¬rihinde, tabansızlığı, sozunun sahibi olmamayı ve direncsizliği temsil ediyor. Ve şimdi bazı gucler, halkımızı, Demirel?in boyuna poşuna veya gerda¬nına ya da eline değil, şapkasına vurulmaya zor¬luyor; halkımız da, her yerde, iclerinde bakanlık yapmış soysuz politikacılar da yar, Demirel?in şapkasını kapmak icin yarışıyorlar. Birbirini yere yatıranlar da oluyor; Demirel de, belki şapkacı bir bacanağıdır, hayli memnun, hep şapka imal etti¬riyor. Bunun anlamı şudur: Halkımız, Demirel?in şapkası aracılığıyla, tabansızlığa, direncsizliğe, verilen sozlerde durmamaya tapınır bir hale geti¬riliyor. Halkımız, bu şapkanın neyi temsil ettiğini biliyor; şapkanın temsil ettiği nitelikleri ve daha doğrusu niteliksizlikleri, her gun ve her vesileyle, bu şapkaya sarılarak icine alıyor.

Şapka budur; "baba" ise bundan daha acıdır. Tekrarlıyorum, bilim yolunda hep norm'dan sapanlara dikkat etmek verimlidir; Demirel, cocuk¬suzdur. İnananların sozuyle, Yuce Tanrı, Demi¬rci'den evlat sevgisini esirgemiştir; oyle gorunuyor, Demirel?in hicbir cocuk sevgisi olma¬mıştır. Cumhuriyet başkanları İcinde Mustafa Ke¬mal?in de cocuğu olmamıştır, evliliği kısa surmuştur;(6) ancak Kemal Paşa, butun yaşamında cocuklarla beraber yaşamakla un yapmıştır. Demirel?in ise bir cocuğa baba şefkatiyle yaklaştığı gorulmemiştir, bir tek cocuğu bile okutmamış ol¬duğu, kendi parasıyla, bir tek cocuğa bile bir hediye aldığı duyulmamıştır. Demirel, pek az rastla¬nır, cocuk-sevgisiz bir insan?dır.

Dahası var; Deniz, Huseyin ve Yusuf, hicbir ol¬durmeye katılmamış, uc temiz halk cocuğumuz¬du. Bunlar, 12 Mart Meclisi?nde, coğunluğu Demirel?in Partisi Adalet Partisi'ne bağlı milletvekillerinin oylarıyla, idam kararının Anayasa Mahkemesinden donmesine karşın, Demirel?in aşırı gayretkeşliği ile verilen oyların- sonucunda, oldurulmuşlerdir. Benim her zaman tekrarladığım değerlendirmeme gore, bu acımasızlıktan, birinci derecede sorumlu olan Demirel?dir ve ben Demi¬rel?in, bu uc fidanın koparılmasından buyuk mutluluk duyduğundan hic kuşku duymuyorum! Demirel, bir acımasızdır.

Demirel?in uzun başbakanlıkları doneminde hicbir af yasası cıkmamıştır. Vergi kacakcıları, orman katilleri affedilmiş, hapishanedekilerle İlgili butun af girişimlerine, Demirel iktidarları, en insansız bi¬cimde muhalefet etmiştir. Demirel, hicbir dilde, af sozcuğunu bilmeyen, kalbi af karşısında taş, bir baba?dır.

İşte Tanrı?nın kendisinden cocuk esirgediği, işte hicbir cocuğa sevgiyle yaklaşmamış, işte gul turu uc cocuğu ipe yollarken buyuk mutluluk duymuş, işte hicbir dilde "af" sozcuğunu bilmeyen bir kim¬seye, bu sadist medyanın, ?baba" demesi, baba sozcuğunu bozmak anlamına gelmektedir. Boylece "baba" olmak icin, cocuksuz olmak, cocuk sevmemek, olume gondermeye meyilli ve affa karşı taş yurekli olmak, gerekmektedir; Demirel?e her "baba" dendikce, yeni guzelim "baba? sozcuğuyle taban tabana zıt bir baba kavramı halkı¬mıza kakılmaktadır. Demirel?e ?baba? dedirtmekle cani medya dilimizdeki guzelim ?baba? sozcuğu¬ne goz dikmiştir.

* * *

Ey Solcu,
Boyle babalığı'reddet.
Ey Solcu, Demirel'e ?baba" dedirtenler, senin karşıtlarındır.
Ey Solcu, Demirel'e "baba" diyenlerin hepsi ap¬taldır. İclerinde eski solcu varsa, bunlar hem aptal ve hem de haindirler. Ve de muthiş pistirler.

* * *

"Eski solcu" mu? Burada "kir" teorisinin, ikinci onemli onceleyenine sıra gelmiştir; kısaca Kaf ka'dan ve Kafka'nın "Donuşum" eserinden soz etmek durumundayım. Kafka, bu uzerinde her zaman tartışma olan kucuk boyutlu buyuk eserini, 1912 yılında yazıyor; gezginci pazarlamacı Gregor Samsa'nın bir sabah uyandığında kendisini bir buyuk bocek olarak bulması uzerinedir.

Bende, Paris'te, métamorphose?un Fransızca ce¬virisi var; "Lorsque Gregor Samsa se revéllle un matin après des revers agites, il se trouva métamorphose, dans son lit, en un monstrueux insecte" diye başlıyor, Gregor?un oykusu de Oblomov'unki turunden yataktan akıyor. Kafka, "bo¬cek? der, ben nedense hep, hamamboceği olarak algılıyorum; ilk okuduğum sıralarda belki "tekel? ya da "inhisar" sozcuğunu biliyordum, ancak, bir sosyal kategori olarak değil, babamın sigara ve rakısını aldığı idare olarak tanıyordum. Ama yine de, Gregor'un, yaşadığı duzenin baskısıyla, bocekleştiğini ve yatağından kımıldayamaz olduğunu, ancak mırıltı İle konuştuğunu sezebiliyordum.

Dil, insanoğlunun mucizevi bir soyutlamasıdır. Bir halk ne kadar soyutlayabiliyorsa ve bir dil ne kadar nuans verebiliyorsa, o dil o kadar guzeldir. Kir ise guzel?in duşmanıdır. Kir?de hicbir nuans yoktur.

Başkası bağ kurdu mu; bilmiyorum. Metamorphose'un 1912 tarihli doğumundan hemen once, 1902 yılında, Lenin'in yeniden duzenlemesiyle bir başucu kitabı olacak olan, Hobson?un, "Imperialism" calışması ve 1910 yılında, Hilferding?in, Lenin kanalıyla bizim Doktor Hikmet Kıvılcımlı'nın duşuncesine damgasını vuracak olan, ?Finance Capital" oncu-kitabı, duşunce sistemi¬mizi aydınlatmaya başlıyorlar.

Sosyal duşuncenin bu iki yol acıcı calışmaya ver¬dikleri sonraki form, bu formların İcerdiği daha yuksek orandaki gerceklik, bize, bu iki buyuk eserin onemini kucumseme hakkı vermemelidir; vermeyeceğini sanıyorum. Hem Hobson ve hem de Hilferding, marksist sayılmasalar da, artık bir duzen olarak kapitalizmin geride kalışını, tekeller duzeninin, bir ahtapot orneği, mengenesini sık¬maya başladığını haber verdiler. Kafka'nın son derece entellektuel bir cevrenin cocuğu olduğunu biliyoruz; Hobson ve Hilferding?i bilmiyor muydu, en azından ben bilmiyorum. Ancak bana gore sanatcı, cağını iliklerinde duyan insandır; bu ne¬denle, 1977 yılında, Yuruyuş Derglsi?nde, Aziz Nesinin henuz murekkebi kurumamış oykusu "Buyuk Grev"(7) icin yazdığımı tekrarlıyorum, "sa-natcı, bilim adamının beş ciltte yaptığını bir kucuk oykuyle yapabilendir" diyorum. Ben, Kafka?yı hep oyle anladım ve Sovyet duşuncesine cok onem vermekle birlikte, bu duşuncenin Kafka'yı hep karalamasına karşın, ben hep cok onemsedim ve sık sık okuyorum.

Burada bu buyuk oykuyu ozetleme durumunda değilim; aslında, kurgusu son derece basittir ve hepsi, gezginci pazarlamacı Gregor Samsa'nın bocek olmasından İbarettir. Sorun, aile icinde, ilk şok gectikten sonra ne yapılacağı uzerinedir; an¬ne ve baba, her zaman, cocuklarına, ilke duze¬yinde bağlıdırlar ve bu pis boceğin, oğulları oldu¬ğunu duşunmeye ve oyle davranmayı surduruyorlar. Yemek bile veriyorlar; bir sure son¬ra, sanki, yan odada bocek-oğulları vardır ve kendi odalarında normal yaşamlarını bile surdu¬ruyorlar. Ancak kızları, Gregor'un kız kardeşi, belki de her genc kızın gercekliği ile, isyan ediyor ve ben bu isyanı buraya almak İstiyorum: ?Il faut qu'il parte", buradan gitmelidir, diye bağırıyor, ?c'est le seul moyen, père", tek caremiz budur, baba, diye haykırıyor. ?Il faut seulement que tu essaies de te débarrasser de l'idde que c'est Gregor. Que nous l'ayons eru si longtemps, voila nôtre véritable malheur."(8) Yalnızca ve yalnızca, bunun Gregor olduğu duşuncesini atmamız gerekiyor. Bizim bahtsızlığımızın gercek nedeni mi, bunun Gregor olduğuna bu kadar zamandır inanmamızdır; kız- kardeşi bunu haykırıyor.

Artık insan değildir, artık bocektirler.

Artık hamambocekleridirler ve mırıldanıyorlar ve hamamboceklerlnin bir bolumu, "Defter? diye bir dergi cıkardıklarını sanıyorlar.

"Dil, yapısı gereği parcaları kollektif bir ozne hali¬ne, 'biz' haline sokar. Okuyan da 'okurlar' haline gelir. Yazan bu sorunun farkındaysa, ozne olarak kaybolmaya, parcaları birbirleri karşısında gorelileştirmeye calışır, cabasının nafileliğini bile bile
(ustelik bu cok sıkıcı bir iştir)...

Giriş yazısı bu yuzden hep ya fazla, ya eksiktir.

Defter'de uzun yıllar yapmaktan kacındığımızı ya¬pıp, bu tur giriş yazılarına yer verirken elbette bu gucsuzluğu biliyorduk... Ama yine de istedik bu¬nu. Bir caresizliğin, dile, yazının do¬ğasına ilişkin bir caresizliğin, bir okuma yazma teknolojisinin okuya¬na da yazana da dayattığı bir care¬sizliğin kabulu gibi...

Bereket versin ki ben Defter'in bu sayısındaki yazılar hakkında yazmak icin soz almadım. Onlar işte orada...

Yanyana, ard arda... Dizili... ?Deni¬ze atılmış cakıl taşları gibi'... Anıları¬mız gibi. Birbirleriyle hem cok ilgili¬ler, hem ilgisiz."

Bu paragrafı, olduğu gibi, noktala¬malarına ve parantezlerine dokun¬madan, butun ilkelliğiyle, "Defter? adıyla cıkarılan, Grekce "diphthera" sozcuğunden geliyor ve ?difteri" ile aynı koktendir, birisi deri ve diğeri olumcul hastalık anlamındadır, Der gi'den (9) aktarıyorum. Goruluyor, kı¬sa bir yazı yazarken bile ezilmiş ve hamamboceği olmuş bir yerli Gregor var; henuz cabasının "nafileliği-ni" biliyor ve pisliklerinin de "denize atılmış cakıl taşları" olduğunu yazı¬yor. Bunlar hakkında, denizi kirlet¬mekten dolayı tatbikat yapmak ge¬rektiğini ciddiyetle duşunuyorum.

Oyle anlaşılıyor, kendilerine, en cok ?nafile? nite¬lemesini uygun buluyorlar ve artık ya yaptıkların¬dan utanıyorlar ya da artık utanma sınırını aştıkları icin acıkca soyluyorlar. Bu Defter?in sonuna, butun bu sahifelerin ne anlama geldiğini anlatabilmek icin, ?yormak" başlığıyla bir de ek-yazı koymuşlar ve İskender Savaşır İmzasını taşıyor. Savaşır'ın Defter?deki yazıları yorumunun son paragrafını da buraya alıyorum: "Evet, butun bunların Defterle bir ilgisi var. Bu sayıda yeralan yazılarıyla, dunya literaturunde 'identity' diye gecen sorunun Turk¬ce?de 'Kim?' gibi karşılığı olmayan bir sorudan hareketle duşunulmesi gerektiğini soyleyen Mel¬tem Ahıska da; dilin anlaşmaya, tartışmaya, eleş¬tiriye imkan tanısa da, kuruluşu itibariyle yorumlamayı andırdığını iddia eden Nurdan Gurbilek de aynı nafile enerjinin taşıyıcıları gibi gozukuyorlar. Kimbilir, belki de Defter?in hedeflerinin biri de bu: Kendisi dilsel olmayan, dil oncesi bir parıltıyı, bir mırıltıyı yaşar kılmaya calışmak... Bir karşılık um¬madan... ?(1&#176 Ben keşfetmiyorum, Defter'in yayın kurulu?ndan İskender Savaşır, "biz defterde mırıl¬danırız" diyor; benim eklediğim sadece hamam bocekleri olduklarıdır. Kafka?nın "Donuşum" oy¬kusunde, bocek Gregor da mırıldanıyor ve annesi-babası anlamıyorlar.

Yaptıkları karşılıksız mı? Tekellerin bu hamambo- ceklerini beslemesi, hayatta tutması bile buyuk bir karşılıktır. Bunlar şimdi muhtemelen post-modern bocektirler; post-modern sapkınlık, estetik plan¬da, strukturalist, yapısalcı, sapkınlığa tepkidir ve bunların post-modern hamamboceği olmadan once yapısalcı hamambocekleri olduklarından hic kuşku duymuyorum. Cunku bunlar, Batı'daen son hamamboceği modası ne ise, bunu alırlar ve ya¬zılarında mırıldanır, barlarında haykırırlar.

Biliniyor, strukturalizm'in kurucusu, dilbilimci Saussure'dur ve belki yine biliniyor, ben, Saussure'un katkısını, insan duşuncesi icin bir kanser sayıyorum. Saussure, yurttaşı Walras'ın ve bir ol¬cude yine yurttaşı Pareto'nun, iktisatta yaptığını, dilbilimde yapmıştır ve İsvicreliler, iktisat ve dil araştırmalarında tarihselliği kazımışlardır. Ancak bunlar bir duşunce alanını soysuzlaştıranlardır; soysuzlaştırmada oncu olabilmek icin mutlaka az olcude ve son derece basit doğruları da bulmak gerekiyor, Saussure'de bu var. Saussure'un unlu onermelerinden birisi, ?la langue est encore com¬parable a une feuille de papier; la pensée est le recto et le son le verso;' on ne peut découper le recto sans décopuer en même temps le verso" (11), dil ve duşuncenin bir sayfanın iki yuzu olmaları uzerinedir; diğer yuze dokunmadan bir yuzu kesip cıkarmak mumkun değildir.

Kısaca, Saussure, bu sayfanın iki yuzu orneği ile, dil ve duşuncenin, birbirinden ayrılamayacağını ifade etmektedir; son derece doğrudur.

Bu benim de doğrularım arasındadır; ben, Ma¬dam Ciller'in İngilizce konuşmasına hic tanık olmadan ingilizce duzgun konuşamayacağını ileri suruyordum, cunku, bir duşunme ozurlusu oldu¬ğunu saptamıştım ve ayrıca, Turkiye'de bir Ame¬rikan okulunda iktisat okumuş, Amerika'da iktisat doktorası yapmış bir kimsenin artık duzgun du¬şunme yeteneğini kaybettiğini, Ortadoğu Teknik Universitesi'ndeki hocalığım gunlerimden biliyor¬dum. Bir insan, omrunde bir kez Samuelson ikti¬sadından sınava girip gectiyse, artık beyni darp yemiştir; Nobel İktisat Odulu sahibi Samuelson bir zavallı ve bir aptal Walrasian'dır.

Bunları biliyorum; Defter'deki dil perişanlığının bir darbe yemiş veya aşırı olcude kir tutmuş beyinle¬rinin urunu olduğunu gorebiliyorum. Gorduklerimi acıklıkla yazıyorum.

Yazdıklarına sahip cıkmamak, dilden tiksinmek, duşunmekten korkmak, Defter icin artık bir difteri'dir; hepsinde var. Defter?in hamamboceklerinden Meltem adlı olanı, şimdi ulkemizde "kimlik" tartışması olduğu icin, sadece Kurtler acısından değil asıl Turkler ve asıl aydınlar planında hızlı bir kimliksizleştirme surecinden gectiğimiz icin, bu sorunu da kirletmeyi uzerine almış gorunuyor ve sorunu, aklınca, fragmanlar?a ayırıyor. Bunlar icin duşunmek de, artık kuculen sinemalarda, asıl filmden once, "fragman" seyretmek turundendir ve Meltem Ahıska, fragmanlarını bir kuvete dok¬tukten sonra, ?bu fragmanların sonuncusuna gelip zaten sozlerle bir butunluk yaratmanın boşunalığını daha iyi anladığım sırada" diyor ve ?bir arka¬daşımdan bir mektup aldım" diye bu onemli cumlesini tamamlıyor.

Defter?in hamambocekleri, yazmanın, oncelikle bir "butunluk" bulma işi olduğunu hic bilmiyorlar; halbuki bu en cok dilimizde acıktır. Bizim dilimiz¬deki "te'lif" sozcuğu, Arapca kaynaklıdır ve ?ba¬rıştırma" ve bu nedenlede ?yan yana getirme? an¬lamındadır; ancak, pek cok zaman sanıldığının aksine, dilimizdeki Arapca sozcuklerin coğu bize İran?dan ve Farsca donuşume uğradıktan sonra gelmişlerdir. Arapca "te'lif", mastarı "ulfet", Farscada "te'lif kardan" ve tam karşılığı ?te'lif etmek? olmaktadır; biz Farscadaki "kardan? yardımcı fiilini İngilizce "to do" ve Fransızca "faire", dilimizde ."yapmak" veya ?etmek" yardımcı fiilleriyle karşılı¬yoruz. Bu nedenle, dilimizdeki "te'lif etmek? fiilinin Fransızca karşılığı "écrire" ve daha doğrusu "composer? olmaktadır; orta eğitimdeki "kompo¬zisyon? odevlerimiz buradan cıkıyor. Yazmak, hÂl "kompozisyon" yapabilmektir; bunu yapma¬dan ve bunu yapmayı reddederek kağıt tuketenler sadece hamambocekleridirler. Defter'in yazarları, hic sıkılmadan, bunu itiraf ediyorlar.

Yazıda hamamboceği olan duşuncede de ha mamboceğidir.

Hamamboceklerinin yaşam alanları kuvetlerdir. Ancak ve cok şukur, benim burada, Meltem Ahıska'nın kirlerini temizlemeye yeterli yerim bu¬lunmuyor; yalnızca ikisine değinmekle yetinmek durumundayım. Ahıska, bu fragmanlarının birisin¬de, guzelim romanımız Handan'ı da muhtemelen bazı gerici hanımlara dayanarak pislemeye calı¬şıyor; olabilir.

Benim itirazım, pisleme niyetinden cok, attığı kirle¬rinin turunedir. Ahıska, Turk edebiyatının şahe¬serlerinden, Halide Hanım'ın bu romanının kahra¬manı Handan'ı kirletmek isterken, "o tıpkı bir erkek gibi, sosyolojiye, felsefeye, tarihe meraklıydı? diye başlıyor ve "yani Batinın ilmine ilgi duyan bir aydın erkek gibi"(12) sozleriyle surduruyor. Bu nedenle, bu meraklarıyla, Defter'in Ahıska'sı icin, Halide Hanım'ın Handan'ı hicbir zaman "feminist" olamaz; "Handan ozel yetenekleri ve sonsuz merakıyla erkekler dunyasına kabul edilen bir kadındı." Ben kadının boylesine aşağılanmasına pek az rastladım; bunlara gore kadının kurtuluşu, ozgur¬leşmesi, sadece ve sadece, iki bacağının arasın¬dadır ve Duygu Asena'nın romanında olduğu gibi, kadın capkınlıkta, ikiyuzlulukte, yalancılıkta, butun pislik dunyasında, erkekle yarıştığı olcude "ozgur" ve feminsttir. Ama bir erkekten cok tarih ve sos¬yoloji sorunlarıyla doluysa, klasik muzik seviyorsa, bir veya iki enstruman calabiliyorsa, Halide Hanım orneği kişilik peşindeyse, bu, dişi hamambocek¬leri icin kadın bile değildir.

Kirin boyle kumelenmesi, az rastlanan bir olgu'dur.

Kuşkusuz, hamambocekleri icin, İslamcı gericilik ile cilveleşmek esastır; Ahıska'nın bir kişiliksizliği kimlik belleyerek Handan'ı pislemeye calışmasın¬da, ulkemizdeki islamci gericiliğe yaranma cok onemli bir yere sahip bulunuyor. Bu başka bir yerde daha sistematik olarak ortaya cıkıyor ve bunun icin Ahıska?nın'şu paragrafını aktarıyorum: "Boyle bakınca, Turk solunun da, Turk feminist-lerinin de kimlik sorunu elbette vardır. Cunku Turk solu da, Turk feminizmi de kendini yaratan tarihsel iktidar cercevesi ile, ulusal cerceve ile (Batıcılık ve populizm ile) henuz radikal bir bicimde hesapla¬şabilmiş, ondan tam olarak bağımsızlaşabilmiş değil.? Cok acık, bu her halleriyle "batıcı" hamamboceklerinin, batıcılıkla hesaplaşma istekleri yenidir ve ulkemizdeki şeriatcı akımın sermaye olmasıyla ilgilidir. Savaşır?ın "bir karşılık umma¬dan" sozu ictenlikten uzaktır; şeriatcıların hol¬dingleri buyumuştur ve artık besleyebilmekte, se¬yahatlere cıkarabilmektedir. Daha da onemlisi, emperyalizmin oluşum doneminde Buyuk Britan¬ya emperyalizminin, iki dunya savaşı donemlerin¬de Alman emperyalizminin yolu olan Doğu?da islamik gericilik, şimdi, Washington'un onemli programlarından birisidir ve artık Washington?un elindedir. Bu nedenle ulkemizdeki butun hamam¬bocekleri, aynı zamanda, şeriatcılarla cilveleşmek ve aynı kuveti paylaşmak durumundadır.

* * *

Ey Solcu,
Batı, aynı zamanda, Aydınlanma Cağıdır.
Ey Solcu, aydınlanmacı yazar ve filozofların hepsi materyalisttir.
Aydınlanma Cağı, Batı?da ay tutulmasını yaşa¬maktadır.
Ey Solcu, şimdi dunyanın aydınlanmacı gorevleri¬nin hepsi, senin omuzlarındadır. Aydınlanmacı Batı, senin hala hazinen'dir.

* * *


Buna karşı cıkan hamamboceklerinin hepsi, Dunya Bankası ile Para Fonu'nun helalarından besleniyorlar. "Populizm" duşmanlığı da, Para Fonu helalarından ulkemize akıyor ve anlamadığı hal¬de, Ahıska'nın dolmaka¬leminden Defter'e sıcrı¬yor.

"Populizm" ile hesap kesmek mi; yalnızca Ahıska sıcratmıyor, Yılmaz?ın, Celebi?nin, Baykal'ın, Koc'un, Sabancı'nın da şimdiki programıdır ve her gun soylu¬yorlar. Bu sozcuğun dunya politika ve bilim dun¬yasına girişini, yurekli yaşamları ve halk sevgileri pek cok Batı filmine de konu olan Rusyalı narodnikler'e borcluyuz. "Narod" Rusca halk anlamın¬dadır, ?narodnizm", tam anlamıyla halkcılık de¬mektir; Frenk dillerine ?populizm" olarak aktarılmıştır. Kaynağı Doğu'da olan bu sozcuğun dunya gericiliğine girişi, 1970 başındaki Şili ve 1980 başındaki Turkiye darbelerinden sonradır; her iki darbede Para Fonu'nun vahşi kapitalist ve aynı zamanda tekelli ahtapot ekonomi program¬larını uygulama amacını da iceriyorlardı. Her iki darbe, Şili'de Allende'nin halkcı yonelimlerini ve ulkemizde yukselen halk muhalefetini hedef al¬mıştı; Para Fonu halk duşmanı vahşi ahtapot poli¬tikalarını kalıcı yapmak icin, ?populizm" karşıtı bir entellektuel tutumu korukluyor ve besliyordu.

Bizim, Lenin?den başlayarak, populizme eleştiri¬lerimiz olmamış mıdır; vardır ve pek haklıdır. An¬cak bizimki, narodnik devrimci hareketin, sınıf kavramını gorememesi, disiplinli bir kutlesel hare¬kete uzak durmasıyla ilgilidir; bunun otesinde, bizler, her zaman narodnik ve her zaman populist ve, her zaman halkcıyız. Bizler, populizme karşı cıkıyoruz edebiyatı ile, tekelli ve hoyrat yonetimle¬rin, halk icin harcamalarını kısmalarını, her zaman lanetliyoruz ve lanetlemek durumundayız. Bu ne¬denle, bugunku populizm duşmanları bizim duş¬manlarımızdır.

Ben bu anlayışla, anti- populist iki yuzlu progra¬mı, seksenli yılların başın¬da, en cok beğendiğim ve arkadaşım olan, iktisat hocalarımız tarafından ul¬kemize ithal edilmeye başlayınca, bunlara şid¬detle karşı cıktım; şimdi bu arkadaşlarımın isimle¬rini hatırlamak ve hatırlat¬mak istemiyorum. Oyle sanıyorum, bu değerli ho¬calarımız da, ortaya cıkan soysuzluğu gorerek, acı yanılgılarını kabul ediyor¬lardır; fakat, bu tartışma¬nın, bugun bizim sosyal gercekliğimizi anlamamız acısından cok buyuk bir onemi var. Onemli olan, sadece Ahıska'nın değil, Yılmaz?ın, Baykal'ın, Ceiebi?nin, Temizel'in sık sık "biz populist değiliz" yollu gosterilerde bulunma¬larıdır. Artık ulkemizde, oligarkların ve onların po¬litikacılarının ekonomik soylevleri, "anti-populist" bir nakarat iceriyor.

Oligarkları anlayabiliyorum; bir "halk" partisi yo¬neticisi, bir "buyuk" olma iddiasında bir parti baş¬kanı veya bakanı, ?biz halkcılığa karşıyız" diyebilir mi; işte, bu soru cok onemlidir. Diyebilirler; cunku artık bunların halk ile bir işleri kalmamıştır ve bun¬ların kendilerini halka beğendirmek turunden bir kaygıları yoktur. Cunku bunların artık "televizyon¬ları var", bunlar halka değil, medyanın tahrifatına dayanarak, hukumet olma yarışındadırlar. Tekeller rejimi, artık halksızdır.

***
Ey Solcum,
Bunların "televizyonları var."
Ey Solcu, "benim televizyonum var? diye cığıran eğer solcuysa, haindir.
Ey Solcu, senin televizyonun, senin medyan yok ve senin sadece halk?ın var.
Ey Solcum, sen bir devrimci populist, sen bir bi¬limsel narodnik'sin.

***

Defter'den Ahıska, fragmanlarının sonuncusuna, "bir arkadaşımdan mektup aldım" diye başlıyor¬du; arkadaşı ağlıyormuş, mektubundan oğreniyo¬ruz. Oyle anlaşılıyor, fragmanlarının yuku altında pek ezilmiştir ve bir Gregor Samsa olmuştur; fragmanlarını, "yazıyı bitirip ben de ağlayabilirim" vecizesiyle bitirebiliyor. Bu vecize bende, bunla¬rın, bu pislik icinde kendilerini ickiye verip, hep sarhoş ve bu nedenle hep; yorgun ve ağıt- bağımlısı oldukları izlenimini veriyor.

Aynı Defter'de Nurdan Gurbilek adındaki defterci?nin "mırıltıya methiye" yazısını okuyunca, bu iz¬lenimim kesinliği doğru yol alıyor. Gurbilek?ten hemen oğreniyoruz, John Berger, Latife Tekin'in bir kitabının İngilizce cevirisine yazdığı onsozde, Tekin?in Cop Masalları'nın "dil uzerine" olduğunu belirtiyor ve ?Latife post-modernist ya da yapısalcı olduğu icin değil, cop tepelerindeki yaşama aşina olduğu icin boyle bu" diyerek goruşunu mantık temelini acık|ıyormuş; gercekten de boyledir, bu Batılı ustadlar, Doğuluları ovmek isteyince, daha da anlaşılmaz oluyorlar. Bicimci Berger de, Te¬kin'in iki zıt uctan, post-modernist ya da strukturist olmadığını soyleyerek belki de bir İngiliz kurnazlı¬ğıyla ?hicbir şey" sayılmayacağını ima etmekle kalmıyor ve Buyuk Romancımız'ın, en yuksek fa¬ziletini, cop tepelerine aşina olmasında buluyor; cok şukur, ulkemizde cop tepesi-şinas olanlarımız pek coktur ve bundan dolayı seviniyoruz.

Fakat benim sevincim uzun surmuyor, cunku, Defter'den Gurbilek, buna karşı, cıkıyor ve şunları yazıyor: ?Latife Tekin?e sorsalar, hayır diyecektir belki de, kitap dil uzerine değil, bir mırıltı uzerine, dil olmamış, iyi ki de olmamış, bir cok sesin ayırt edilemeyecek bicimde icice gectiği sahipsiz, gayri şahsi bir mırıltı uzerine; soylentiler, dediko¬dular, şakalar bu mırıltının icinde eriyip gittiği su¬rece bir yuva oluşturabilir.?(13) Boylece biz, once, Gurbilek?in dili değil mırıltıyı sevdiğini ve dil?den korktuğunu anlıyoruz; Gurbilek, her dilde bu