Adını ikinci Ă‚yetinde gecen alak kelimesinden alan sûrenin Ă‚yet sayısı, bazı farklı goruşler olmakla birlikte, on dokuzdur. FĂ‚sılaları ب، ة، ق، م، ى harfleridir. Genellikle “kan pıhtısı” diye acıklanan alakın, dollenmiş hucrenin ana rahminde tutunan, yani embriyon safhasından onceki halini (nidation) ifade ettiğini soylemek mumkundur. “Oku” anlamına gelen ilk kelimesi ikra’dan dolayı İkra’ adını da alan bu sûrenin ilk beş Ă‚yeti Hz. Muhammed’e gelen ilĂ‚hî vahyin başlangıcını teşkil etmektedir. Alak sûresinin Mekkî sûrelerden olduğu kesindir; ancak onun Kur’an’ın ilk nĂ‚zil olan sûresi olduğu konusunda ihtilĂ‚f vardır. Bazı mufessirler ilk nĂ‚zil olan sûrenin Muddessir, bazıları da FĂ‚tiha olduğunu ileri surmuşlerdir. Daha cok tercih edilen goruşe gore, Alak sûresinin ilk beş Ă‚yeti Kur’an’ın ilk nĂ‚zil olan Ă‚yetleridir. Muddessir sûresinin ilk Ă‚yetleri ile daha başka bazı Ă‚yetlerden sonra tam sûre olarak ilk nĂ‚zil olan sûre ise FĂ‚tiha’dır.
Alak sûresi, vahiy bilgisinin insanı olgunlaştırmadaki onemini belirtmektedir. Buna gore yaratanı tanımak, ilmin de dinin de temelini teşkil eder. Birinci emrin yaratanı, ikinci emrin ise kalem karinesiyle yaratılanları tanımaya işaret olduğu da soylenmiştir. Kur’an, insanın oteki canlılar arasındaki yerini belirlerken onun “mazhar-ı esmĂ‚” (el-Bakara 2/31) kılındığını ve bu oğrenme ozelliği ile onlardan ayrıldığını ifade eder. Bilgisiz olan ve biraz da zenginliğine guvenip şımaran kimsenin kolayca emir ve kuralları ciğnediği, bu sûrenin daha sonraki Ă‚yetlerinde bildirilir. İnsanın gercek kurtuluşu ise Allah’a yakınlaşma cabasına bağlıdır. Bu da onun cevresine zarar veren kotu ve cirkin huylardan arınıp Allah’ın emirlerine itaat etmesiyle ve bu itaatin en belirgin ifadesi olan secde ile mumkundur. Sûrenin son Ă‚yeti buna işaret etmek uzere secde emrini ihtiva etmektedir; nitekim bu son Ă‚yette tilĂ‚vet secdesi vardır. Sûre, insanı hem başlangıc, hem sonuc bakımından butun olarak ele almaktadır. İnsan olarak yaratılmak bilmeyi, tanımayı, tanımak ise yaratana secde etmeyi gerektirir. Sûre butunuyle, “Ben cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım” (ez-ZĂ‚riyĂ‚t 51/56) Ă‚yetinin acıklaması gibidir.
1. Ey insan! Yaratan Rabb’inin adıyla oku!
Kur’an’ın adıyla aynı kokten olan “oku” emrinin tumleci zikredilmemiştir. Esasen ikra’, etimolojik olarak icma’ mĂ‚nasına gelir. “Şehir” anlamındaki karye, “hayız başlangıcı-bitişi” anlamındaki el-kur’ hep cem ve ictima kok anlamıyla alĂ‚kalıdır (MekĂ‚yîs). Zımnî anlamı şudur: “Kalbine yazılan vahyin ışığında hakikatin parcaları arasında bağ kur! Parcanın butune aidiyetinin illet ve hikmeti uzerinde duşun! Varlığı Allah merkezli bir okumaya tabi tut! Sozun ozu “Oku” emri, okumanın tum anlamlarını icerir. Bu Ă‚yet, Allah’tan bağımsız bir bilgi ve bilim anlayışını kokten reddeder. İkra’, “İlet, tebliğ et” anlamına hasredilemez. Bu ancak tĂ‚lî ve dolaylı bir mĂ‚na olabilir. Zira ilk pasajda ucuncu şahısları gosteren lafzî veya zımnî hicbir dilsel karine yer almaz. Her şey “O ve sen” arasında gercekleşir. Allah Rasûlu’ne ilk “uyar” emri Muddessir sûresinin ilk Ă‚yetiyle verilmiştir. İlk muhatap icin dolaylı olarak “Vahyi Allah adına ilet”, tum muhataplar icin “İletileni Allah adına al ve oku” anlamına gelir. Varlığı Allah adına okuma cabası, onu Allah’a referansla anlama cabasıdır. Fakat okuma her şeyden once zihinde olanı dile dokme işidir. Zira el-kırae: “Kalpte yazılı veya kayıtlı olanı bilinen bir lisanda dillendirmek” (nutkun bi-kelĂ‚min mu’ayyenin mektûbin ev mahfûzin ‘alĂ‚ zahri kalb) anlamına gelir (İbn Âşûr).
Sana Rabb’in tarafından gonderilen ve bundan boyle ayet ayet, sûre sûre muhatap olacağın bu kitabı, onu guzelce anlamak, zihnine nakşetmek, hayatına yansıtmak ve başkalarına tebliğ etmek amacıyla oku fakat bĂ‚tıl değerler, sahte ilĂ‚hlar adına değil; onların rızası icin, onların istediği doğrultuda değil; yalnızca Rabb’inin adıyla oku!
Daha sonra kelime, istiare (odunc alma) yoluyla "bir şeyleri biriktirip onu dağıtmak,başka yerlere nakletmek" anlamında kulla¬nılmaya başlanmıştır. Aynı kelime, yukarıdakilere ek olarak "harfleri,kelimeleri, cumleleri ya da bilgileri bir araya getirip bir başkasına nakletme" ey¬lemi icin de kullanılmaktadır.
“karae” kelimesini "okumak"diye cevirmek yeterli olmaz. Cunku Turkcede kullanılan "okumak"kelimesinin karşılığı, Arapcada tilĂ‚vet’tir. Bir de okuma olarak meallendirilen ‘’kıraat’’vardır. Kıraat, 'harflerin ve kelimelerin 'tertil' uzere bir¬birlerine ulanması'demektir ki burada tilĂ‚vetteki takip ve duyurmadan ziyade akletme, kavrama sureci bu okumaya eşlik etmektedir.
Onu aceleye getirip dilini oynatma.
Onu toplamak da okutmak da bize duşer. Seni okutacağız; sen de unutmayacaksın.
Bu sebeple ‘’ikrĂ‚’’ kelimesini once bilgilerin toplandığı sonra nakledildiği,aktarıldığı bir ‘’eğitim faaliyeti’’olarak anlamak daha doğru olacaktır. Haddizatında okuma eylemi, icinde anlama, kavrama ve harekete gecmeyi barındıran cok katmanlı bir eylemdir.
Sonuc olarak ikrĂ‚;oku, oğren, yaşa ve aktar anlamını taşımaktadır.
İnen bu ilk Ă‚yetlerdeki ''İkrĂ‚/Oku!’’ emri, Allah Resûlu’nun vahiy inmeden cok ciddi bir anlam arayışı icinde bulunduğunu, bu sebeple şaşkınlık icinde ne yapacağını bilemez bir hĂ‚lde yolunu kaybetmiş olduğunu (DuhĂ‚:7), Hz. İbrĂ‚hîm gibi derin sorgulamalar gecirdiğini gostermektedir. Bir bakıma muhatap kabul edilmesinin bedeli arayış ve sorgulamalarıdır. Esasen ‘’İkrĂ‚/Oku!’’ ile başlayan Ă‚yetler, bu arayış ve sorgulamalarına verilen ilĂ‚hî ilk cevaptır. İlk beş Ă‚yetin muhtevasındaki cevaplara bakıldığında bunların hangi soruların karşılığı olduğu anlaşılacaktır. Hira arayışı ve sancısı; Allah Resûlu’nun bu eylemine, kesbine ve cabasına verilmiş ilĂ‚hî bir mevhibedir. Başka bir ifadeyle, vahiyle karşılaşmadan bizzat Allah Resûlu bir insan olarak yaradanı, kendisini, cevresini, hayatı, yaratılışı ve varlığı okuma cabası icine girmiş; fakat bunu ‘nasıl yapacağını’ tam olarak bilemez bir hĂ‚lde iken bu cabasına karşılık Rabbinden inen bu ilk Ă‚yetlerle ‘doğru yaklaşım, yol ve yontem’ kendisine oğretilmiştir. Ve Rabb adına yapılacak bu faaliyet yaklaşık 23 yıl boyunca devam etmiştir.
NEDEN RAB İSMİ KULLANILIYOR?
Hz. Yusûf’un zindan arkadaşına “żkurnî ‘inde rabbike”, ‘’Git, rabbine benden bahset!’’ kullanımında olduğu gibi. (Yusûf:42)Veya “enĂ‚ rabbukumu-l-a’lĂ‚” Ben sizin en yuce efendiniz/Rabbiniz değil miyim? (NaziĂ‚t:24)Gorulduğu gibi Rab kelimesi terbiye eden, yoneten, besleyip gozeten, sahip ve mĂ‚lik olan gibi pek cok anlam taşımaktadır. Ceşitli anlam nuanslarının hepsini birden tek bir kelime ile dile getirmek mumkun değildir. Bu yuzden Rab kelimesi, hangi bağlamda, nicin kullanıldığına bakılarak anlaşılmalıdır. Acıklama ve tespitlerden sonra Alak sûresinde Rab kelimesinin oncelikli ve ağırlıklı olarak terbiye eden, oğreten (Murebbi/eğitimci) manasının ağır bastığını soyleyebiliriz.
Okumak ilkesi yaratan sıfatı ile birleşince insanoğlunun eğitilmek, okuyup anlamak ve oğrenmek icin yaratıldığı anlaşılmaktadır. İnsan oğrenebilen bir fıtratta yaratıldığı icin oğrenmeyen,okumayan, eğitilmeyen aslında fıtratı ile savaşmaktadır. Bir var eden olduğu şuuru ile mahlûkat kitabını okumak, oğrenmek ve oğretmek insanın odevidir ve KurĂ‚n’ın ilk emridir. KurĂ‚n bu yuzden ‘’İnan!’’ diyerek değil ‘’Oku, oğren,araştır!’’ şeklinde başlar. Zira makbul imĂ‚n, bilincli bir kulluk istemektedir.
2. O insanı sevgi ve alĂ‚kadan yarattı.
‘Alak ve ‘alĂ‚ka maddî olarak “embriyo ve hucre”, mĂ‚nevî olarak “sevgi ve ilgi-alaka” anlamına gelir. Doğru tercih ikincisidir. Zira hem bu pasaj insanın embriyolojik kokenini değil mĂ‚nevî boyutunu ele almaktadır hem de Ă‚yetin başındaki el-insan’dan dolayı buradaki ‘alak’ın, sadece insan soyuna ait bir şey olması gerekir. Oysa embriyolojik mĂ‚nada ‘alak (embriyo, hucre) diğer memeli canlıları da kapsayan ortak bir ozelliktir. İbn FĂ‚ris el-‘alĂ‚kayı el-hubbu’l-lĂ‚zım li’l-kalb (kalb icin gerekli olan sevgi) diye tanımlar (MekĂ‚yîs). İnsanın anne karnındaki embriyolojik gelişim surecini ele alan Hac 5, Mu’minûn 14, Mu’min 67, Kıyame 37’den farklı olarak bu bağlamda, embriyolojik olmaktan cok ontolojik olmak durumundadır. Bunu destekleyen bir husus da gectiği tum diğer yerlerde (5 kez) dişil formda ‘alĂ‚ka olarak gelirken sadece burada ‘alak formunda gelir. İlginc bir tevafuktur ki, Allah isminin mucerredi olan e-le-he’nin tum formlarının ortak anlamı “sevgi”dir. Bu, gercekten dikkat cekicidir.
KurĂ‚n’da sadece burada kelime “alak”olarak gecer. Gectiği diğer 4 yerde hep alĂ‚ka şeklinde yuvarlak “te” ile gelmiştir ki bağlam anne karnında asılı duran embriyo demektir. Âyetteki "alak" ile diğer Ă‚yetlerde gecen “alĂ‚ka” kelimesinin aynı anlamda olduğunu duşunemeyiz, cunku kelime burada coğul-muzekker diğerlerinde ise tekil-muennes gelmiştir ve bağlamlar farklıdır. Okumak ve eğitimle insanın embriyodan yaratılmasının doğrudan bir bağlantısı yoktur. O zaman ‘’alak’’ bu bağlamda neyi ifade eder? Aluk, yavrusunu sevip ona bağlanan deveye denir. "Alak",manevî olarak, ilgi, muhabbet ve sevgi mĂ‚nasında bağlı; ancak bu bağ ve unsiyetle beslenerek insan olabilen gibi bir manaya ulaşılabilir. Rahimdeki embriyonun/bebeğin olmemesi ve beslenmek icin nasıl ki gobek kordonuna ihtiyacı varsa, insanlığın da buyumesi icin oğrenmeye, bilgilenmeye, vahye ihtiyacı vardır. Allah, beşeri topraktan insanı da sevgi ve alĂ‚kadan yaratmış, vahiyle rızıklandırmıştır. Bir bakıma beşer toprakla, insan ilgi ve sevgiyle yaşar.
3- Oku! Ve Rabbin en comert olandır.(KEREM)
el-Ekrem: “Herhangi bir karşılık almadan ve beklemeden sınırsızca veren”. Zımnen: İnsan Allah’a borclu olarak doğar, bu yuzden dîn “borcluluk bilinci”dir. Bu Ă‚yete kadar Rab, ellezi halaka, ellezi alleme gibi eylem sıfatlarından sonra, Ekrem ile kemal sıfatlarına gecti. Oncesiyle birlikte: Yoktan var eden de O, var ettikten sonra aşama aşama kemale ulaştıran da...
‘’Ekrem’’ esmĂ‚sı ‘’Kerîm’’esmĂ‚sından farklıdır. ‘’Kerîm’’, ikram eden manasında fiile yakınken, ‘’Ekrem’’zĂ‚tî bir ozellik olarak Allah’ın comertliğini anlatır. RahmĂ‚n ve RahmĂ‚n ornekliğinde olduğu gibi. Ekrem, karşılık beklemeden sınırsızca verene denir.Kerem cimriliğin zıddıdır. Burada tekrar oku, oğren, oğret emri gelmektedir.Zira el-Ekrem olan Allah’ın insana en buyuk ikramı, onu oğrenme potansiyelinde yaratmasıdır. Allah hem oğrenebileceğimiz bir meleke ile bizi donatmış hem de keşfe acık bir varlık Ă‚leminde bizi yaratmıştır. Beşer insan olabilmeyi bu kabiliyeti/melekesi ile sağlamaktadır.
Bu suredeki “rabbike” [senin Rabbin] ifadesi, Fatiha suresinde “Rabbi’l-Ă‚lemîn” [Ă‚lemlerin Rabbi] olacaktır.
Ayet mealinde karşılığı [ise] olarak verilen vav, ayetin anlamı acısından son derece onemlidir. Cunku vav sozcuğunun oradaki kullanılışı, cumlede bir mukayese yapıldığını gostermektedir. Ebu Cehl’in Kabe’de salat eden, sosyal faaliyetlerde bulunan Muhammed (as)’i engelleyişi ve hezeyanları, mukayese edilenin Ebu Cehl olduğunu gosterir. Yani, “o [Ebu Cehl] kerîm [comert, saygın] ise, se¬nin Rabbin ekrem’dir [en comert, en saygın, en ustun olandır] anlamı ortaya cıkar.
4. O Allah ki, kalem ve benzeri araclar ile gerek vahiy ve hikmeti, gerekse ona dayanan bilgileri yazıp muhafaza ederek sonraki nesillere yani şimdiki zamanın otesine ve bu mekanın dışına aktarma ve boylece, Allah’a kul olma yolunda ilerlemeyi oğretendir.
Kalem bir semboldur. Hem bilginin kayıt altına alınmasını, hem de oğrenme araclarını simgeler. Daha ilk inen vahiyle “sozlu kulturden yazılı kulture gec” işaretini alan Nebi, mesajı aldığını vahyi yazdırarak ortaya koyacaktır. Kalem yazıyı temsil eder. Yazı ise bilgiyi kayda alıp, bu kayda kalemi, kĂ‚ğıdı, eli, zamanı, mekĂ‚nı, okuyan ve okuyacak her insanı şahit tutmaktır.
Soz ucucu yazı kalıcıdır.
Onun icin demişlerdir ki; ilim avlamak, yazı ise avı bağlamaktır.
5.Duşunme, araştırma, oğrenme imkĂ‚n ve yetenekleri bahşettiği insana, Peygamber ve Kitap gondererek ona bilmediği her şeyi oğreten O’dur.
Peki, insanoğlu bu nîmetlerin kıymetini gereğince takdir edebiliyor mu?
Hem fıtratına fıtrî bilgiyi nakşetti, hem vahiy (zikr) ile nakşedileni hatırlattı, hem de bilmediklerini oğretti. Allah Rasûlu “Arayış” (HırĂ‚’) mağarasından bu vahiylerle endişeli bir halde donunce Hz. Hatice onu şoyle teselli eder: “Vallahi Allah seni kesinlikle mahcup etmez! Cunku sen sozune sadık bir adamsın, akrabalık bağlarını gozetirsin, kimsesizleri korursun, konuğa ikram edersin, haklının hakkını almasına yardım edersin!” (İbn Hanbel VI, 223).
İki turlu bilgiden biri olan husûlî bilgi, calışılarak oğrenilir.Yani sonradan hĂ‚sıl ettiğimiz bilgidir. Diğeri de hudûrî bilgidir ki, bu insan fıtratına nakşedilen bilgidir. Bu bilgi bizde her zaman vardır. Ornek vermek gerekirse insan hafıza kaybına uğrarsa adını, nerde oturduğunu, yani husûlî olanları unutsa da iştah, şehvet,korkma ve guven gibi hudûrî olanları unutmaz. Zira bunlar insanın DNA’sına bir kalemle yazılmış gibi nakşedilmiştir. Bu nedenle Allah insana iki turlu oğretmiştir. Oncelikle durtu ve gudulerle beşer yanımızın hayatta kalmasını sağlamış, sonra da fucûr ve takvayı ilham ederek insan olabilmeyi oğretmiştir. İnsan olmak yetmeyecektir, insan kalabilmek ve bu potansiyeli kĂ‚mil anlamda en ust seviyeye cıkarmak icin gaybî bilgiler olan vahyi de oğretmiştir.
6.Hayır; doğrusu, Allah’ın adı ile okumayan insan, sahip olduğu bilgi, guc ve servetle şımararak azgınlık eder!
El insan cins icindir. Yani“insan kendine verilen potansiyeli kotuye kullanırsa bu ustunluk ve meziyetler onun kendini mustağni gormesine ve haddini aşmasına sebep olabilir. Beşerin zaten boyle bir potansiyeli yoktur. Bu yuzden insan kullanılmıştır.
YetğĂ‚, haddini aşar, tuğyan eder, azar mĂ‚nasındadır. Kelimenin kokeninde su kanaldan taştı “tağal me” kullanımı vardır. Tuğyan; taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Kavram olarak tuğyan, isyan ve gunahta, sınır tanımayacak olcude ileri gitmektir. İnsanın haddi ve olcuyu aşması demektir. Oğrenen,bilgiyi ureten, kaydeden ve aktaran insan eğer yaratılan Ă‚lemi yaratan Rab ismi ile okumazsa, kendine verilen meziyetlerle, kendisini mustağni gorerek mahlûkatın efendisi/rabbi olduğunu iddia edecek bir tuğyana kapılabilir.
İnsanlar neden İslam’ı kabul etmek istemiyor. Gorunurde ‘Kuran duzgun bir şekilde derlenmiş mi bilmiyorum, bu hadis, şu ayet ne olacak’ gibi duşunsel nedenler soylerler. Hatta bazen İslam’a uymayan bazı Muslumanlara ‘Neden?’
diye sorduğunuzda bir suru duşunsel neden soylerler. Ama gercek şu ki, isyan etmeyi seviyorlar. Herhangi bir sınırın icinde olmak istemiyorlar. Kimsenin onları sınırlandırmasını istemiyorlar, Allah’ın bile. Ozgur yaşamak istiyorlar.
7. Kendisini —Allah’ın yol gostericiliği de dahil— her turlu ihtiyacın ustunde gorduğu icin.
İstiğna, zengin olmak ve bir şeyle iktifa edip başkasına muhtac olmamak anlamındaki “ğınĂ‚” kelimesinden turemiştir. Bu kokten gelen gĂ‚ni,zengin demektir. Ğaniyetun, suse ihtiyac duymayan guzel kadın demektir.Gorulduğu gibi bu kelimenin aslı “kendi kendine yeten” demektir. Bu kelime KurĂ‚n'da 4 Ă‚yette gecmiştir. Bu Ă‚yetlerden biri Allah ile diğerleri insanlarla ilgilidir. Allah'ın istiğnası; insanların imĂ‚n ve ibadetlerine ihtiyacının olmamasıdır (TeğĂ‚bûn:6). İnsanın istiğnası ise kendini yeterli gormesi, buyuklenmesidir. İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından mustağni zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir guc, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah'ı da unutur, anne, baba, kardeş, arkadaş ve dostlarını da bir kenara atar. Unsiyet kurarak insan olma vasfını yavaş yavaş kaybederek egosantrik/benmerkezci/bencil,hazcı, paylaşımdan, fedakĂ‚rlıktan uzak bir mahlûka donuşebilir. KurĂ‚n bu tipi Karun ve Firavun ornekleri ile somutlaştıracaktır. Kendimizi mustağni gormemenin biricik yolu ve ilacı olumlu olduğumuz gerceğini unutmamaktır.
“Sonra ona kotuluğunu de, cekinmesini de ilham etmiştir.” (Şems 91.8)
Allah, insana neyin kotu neyin iyi olduğunun farkına varmayı ilham etti.
Bir insan kotu bir şey yaptığında, kalbinin derinliklerinde yaptığı şeyin kotu olduğunu biliyor. O zaman neden kotu bir şey yapar? Dini acıdan iyi ve kotu hakkında değil, kanuni acıdan iyi ve kotu hakkında konuşalım. Neden kırmızı ışıktan duruyorsunuz? Cunku eğer gecerseniz ceza yiyeceğinizi duşunuyorsunuz. Mesele şu ki, bazı kimselere ihtiyacınız var. İnsanlar ustunuzde bir miktar kontrole sahipler. Tamamen bağımsız değilsiniz. Tamamen bağımsız olsaydınız, kendiniz haric hic kimseyi duşunmezdiniz ve hicbir kurala uymazdınız. Allah diyor ki; insanın isyanının temel nedeni kendisinin hicbir şeye, hic kimseye ihtiyacı olmadığını duşunmesi.
Burada eş-Şaravi tarafından yapılan guzel bir yorum var. Diyor ki, bu dunyada iki tur yasa var: fiziksel ve ahlaki yasalar.
Yer cekimi aşağıya ceker, ateş yakar. Bunlar, fiziksel yasalar. Fiziksel yasalara karşı cıkmaya calışmazsınız cunku karşı cıktığınızda bedelini hemen odersiniz. Ama ahlaki yasalar kalbinizin icindedir. Ahlaki yasalara karşı cıktığınızda, mesela yalan soylediğinizde dilinize yıldırım carpmıyor, bir şey caldığınızda eliniz kopup duşmuyor. Ceza hemen gercekleşmiyor. Bu yuzden insanlar fiziksel yasalara saygı duyuyorlar ama ahlaki yasaları istismar ediyorlar. Ahlaki yasalara karşı geldiğinizde ve hicbir sonuc gormediğinizde ozgur olduğunuzu duşunuyorsunuz.
8.Oysa, donuş Rabb’inedir. Her canlı eninde sonunda olumu tadacak, imtihan nedeniyle kendisine verilen mal-mulk, guc-kuvvet, iktidar ve saltanatı bırakıp Rabbinin huzuruna cıkacak ve Buyuk Mahkemede bu dunyada yapıp ettiklerinin hesabını verecektir
Bu uc Ă‚yet butun ahlĂ‚kî davranışın kaynağına dikkat cekmektedir. Zımnen: AhlĂ‚kın referansı kalplerin ozunu goren ve bilen Allah değilse, ahlĂ‚k hasbî olmaktan cıkar hesabi olur. Bu da ahlĂ‚kın anlamını kaybetmesidir. Zira bu takdirde ahlĂ‚kî davranışın anlamını onu yapan kişinin kalbindeki niyette bulan ‘garantisi’ ortadan kalkar.
Rabbine donuşten maksat insanın oldukten sonra haşrolup hesap vermek ve yaptıklarının karşılığını almak uzere Allah tarafından diriltilmesidir. Nitekim rac' kelimesi, KurĂ‚n'da bircok Ă‚yette "Allah'a donuş" “ilk hale donuş” anlamında kullanılmıştır. İnsan mustağni olamaz, zira en temel ihtiyacı olan hayatı, sağlığı, bedeni bile elinden kayıp gitmekte ve bunu durduramamaktadır. Bu yuzden hicbir şeye muhtac olmadığı zannı,insanın sadece kendi kendini kandırmasıdır.
9.Ama (ey muhatap!) Baksana şu engel olmaya kalkışana,
10. İbadet ederken, bir kula karşı koyanı?
Lafzen, “[Allah'ın] bir kulunu namaz kıldığı zaman yasaklayanı”: muminleri ibadetten fiilen engelleme teşebbusune işaret. Bu ifade, kamuya acık şekilde namaz kılmayı kasdediyor gorunduğunden, klasik mufessirlerin coğu bu pasajda (ki ilk beş ayetten en azından bir yıl sonra nazil olmuştu), Hz. Peygamber'in Mekke'deki en amansız duşmanı olan, o'nun ve o'na inananların KĂ‚be onunde namaz kılmalarına inatla mani olmaya calışan Ebû Cehil'in kasdedildiğini soylemişlerdir. Ancak yukarıdaki pasajın muhtevası, aslında herhangi bir tarihsel olayın veya durumun cok otesine uzanmaktadır; cunku her donemde gorulen, dinin (“namaz” kavramında sembolize edilen) sosyal hayatı şekillendirme fonksiyonuna karşı koyma teşebbuslerinin tumu icin gecerlidir -bu teşebbusler, ya dinin bireylerin “ozel meselesi” olduğu ve bu nedenle sosyal hayata “nufûz etmesine” izin verilemeyeceği goruşu, yahut, alternatif olarak, insanın hicbir metafizik (mĂ‚verĂ‚î, semavî, otelerden gelen -T.c.n.) rehberliğe muhtac olmadığı iddiası şeklinde gercekleşmektedir.
Salla; yoneliş, aracısız kulluk manalarına gelmektedir. Zıddı hem bu sûrenin 13. Ă‚yetinde “tevella” olarak gelmektedir. Aynı kullanım KıyĂ‚met 31 ve 32’de zıddıyla şoyledir: “Fe lĂ‚ saddeka ve lĂ‚ sallĂ‚.” ‘’Fakat o tasdik etmedi ve yonelmedi.’’ “Ve lĂ‚kin kezzebe ve tevellĂ‚.” ‘’Ve lĂ‚kin yalanladı ve yuz cevirdi.’’ Gorulduğu gibi “saddeka” yani tasdikin zıddı “kezebbe” yalanlama iken “salla” nın zıddı “tevella” ifadesidir yani sırt donmedir. Burada,aracısız yardım ve destek istemenin mustağni tip tarafından engellenmesi anlatılmaktadır. Kendini hicbir şeye muhtac gormeme zannını besleyen bir faktorde cevresindekilerin ona muhtaclığı ve onu surekli ovmesi ile oluşan haleti rûhiyedir. Eğer kişi kendini vazgecilmez olarak gormeye başlıyorsa ve cevresindekiler ona haddinden fazla ovgude bulunup şımartıyorsa zamanla bu kişi azmaya, had ve hududunu bilmemeye başlar. Mustağni tipin en sevmediği kişiler karakter sahibi,omurgalı ve mustağni olan bu tipe gereğinden fazla hurmet edip yağ cekmeyen şahsiyetlerdir. Bu ornek duruşu, Allah’a aracısız yonelme ve kulluk sağladığı icin tebĂ‚sını veya kolelerini kaybetme korkusu ile mustağni tip bu ornek yonelişe mĂ‚ni olmak isteyecektir.
11.(Ve sen ey ibadete engel olan!) Hic o hidayet uzere midir diye geldi mi aklına?
HidĂ‚yet; istikĂ‚meti, hakyolu/doğru yolu bulmak manalarına gelmektedir. Zıddı dalĂ‚lettir. DalĂ‚let,doğru yoldan sapmak, yolu kaybetmektir. Allah neden sadece kendisinden istememizi ister? Zira bu hĂ‚l insana, kula kulluğu onleyen bir şahsiyet kazandırır. Sadece Allah’a yonelmek, sadece ona muhtac olduğumuzu bilmek bizi mustağni bir kibirden de koruyacaktır.
Ra’e, basara’dan farklı bir kelime. Mesela bu işin nereye gittiğini goruyorum dediğinizde bu fiziksel olarak gorduğunuz anlamına değil, sonucları algılayabiliyorsunuz, anlayabiliyorsunuz anlamına geliyor. Allah, era’eyte in kaane alelhuda diyor. Gordun mu?
12.Yahut da, cağırmakta mıdır diye sorumluluğa?(TAKVA)
Lafzen, “yahut Allah'a karşı sorumluluk duymayı (takvĂ‚) emretti mi” -yani, dinin tamamen kişisel bir mesele olduğunda ısrar etmek suretiyle insanların Allah'a karşı sorumluluk bilinclerini derinleştirmeyi mi amaclamaktadır: bunun acık anlamı, asıl amacın bu olmadığıdır ve onun, duşundukleri ve yaptıkları ile doğru yolda bulunmadığıdır. Bu calışma boyunca takvĂ‚ terimi -ki burası, Kur’an'ın nuzul kronolojisinde ilk kullanıldığı yerdir- “Allah'a karşı sorumluluk bilinci duymak” şeklinde cevrilmiş ve bu ismin turetildiği fiile de aynı anlam yuklenmiştir.
Emara, kişinin kendine/nefsine buyruğu, talimatıdır. Sakınmayı ilke edinmektir. Tıpkı, emri bil maruftaki gibi. Kendinize yaptığınız bu telkin başkalarının da kapsayan bir tavsiyeye, oneriye donuşmektedir.
Takva, KurĂ‚n oncesi ‘hayvanın tekmesinden sakınma’ olarak anlaşılıyordu. KurĂ‚n kelimeyi oncelikle bu Ă‚yette olduğu gibi insanı ayartan duygu ve duşuncelerden koruma olarak kavramsallaştırmaya başlamıştır. Takvayı emretme, insanı ayartan tum ic ve dış unsurlardan sakınma bilincini inşa etmedir. Herkesin ve her şeyin Allah’a muhtaclık noktasında eşit olması şuuru, insanın başkası ustunde tahakkum kurarak zulmetmesine de mĂ‚nidir. Gorulduğu gibi Ă‚yetler tamamen provoke edici değil,duşundurucu ve sorgulatıcı bir uslûpla gelmektedir. KurĂ‚n Ă‚yetleri ile insanları muşrik, sapık, akılsız ilan eden tutum kesinlikle RahmĂ‚nî ve KurĂ‚n’î değil şeytĂ‚nîdir. KurĂ‚n’ın bu ilk Ă‚yetlerinin oncelikle insana kendi zaaflarını tanıtarak başlaması, oncelikli olarak odaklanılması gerekenin ne olduğunu da bize gostermektedir.
13- Gordun mu, yalanlayıp sırtını doneni?
Tevelle, cekildi, gitti, ayrıldı(Bkz. Kasas:24, Neml:28, Tevbe:92);yuz cevirdi, reddetti, kabul etmedi demektir (Bkz. MĂ‚ide:49, NisĂ‚:80, Yunus:72, ZĂ‚riyĂ‚t:54, Kıyamet:32). İnsan eğer ayartıcı gudu ve durtulere karşı kendini sağduyu ve vicdan ile savunmuyorsa bunun temelinde doğru olanı once yalanlaması,sonra rahatsız eden hak ve hakîkatin sesine sırt donmesi yatar.
14. Muminlere boyle pervasızca eziyet eden bu zĂ‚lim, bilmez mi ki, Allah her şeyi gormekte?
Bir dış gozlemcinin varlığı insan davranışlarının sosyal norm ve kurallara uygunluğunu artırmaktadır. Birbirine yakın yaş grubundaki cocuklar uzerinde yapılan bir deneyde cocuklara odul alacakları bir gorev verilir. Bu gorevi tek başlarına bir odada yapacakları soylenir. Gorev, belli bir uzaklıktan arkaları donuk olarak duvardaki hedefi ellerindeki yapışkan toplarla vurmalarıdır. En fazla puanı alan odulu kazanacaktır. İlk grubun, gorevin zorluğunu tecrube edince cizgiyi ihlal ederek hedefe topları yapıştırdıkları gizli kameralarla gozlemlenir. İkinci grup cocuğa, odada kendilerini goren olağanustu bir varlığın olduğu anlatılır.İkinci grup cocuğun bu bilgiden sonra buyuk oranda hile yapmadan atışları tamamladığı gozlemlenir. Bu deneyden elde edilen sonuc, surekli bizi goren,duyan kĂ‚dirimutlak bir yaratıcının varlığı ic ve dış ayartmalara karşı korumada son derece etkili olduğudur.
15. Sakın ha; zannetmesin ki, yaptıkları karşılıksız kalacak! Cunku eğer bu cirkin davranışlarına bir son vermeyecek olursa, onu perceminden tutup cehenneme surukleyeceğiz!
“Perceminden” -bir kimsenin yakalanmasını ve aşağılanmasını gosteren eski bir Arap deyimi (bkz. 11:56 ve ilgili not 80). Ancak RĂ‚zî'nin de işaret ettiği gibi, “percem” terimi burada percemin bulunduğu yer yani, alın (nĂ‚siye)'den mecazdır (karş. ayrıca TĂ‚cu'l-‘Arûs).
NĂ‚siye, alındaki sac, yani kĂ‚kuldur. Bu bolgenin ozellikle secilmesi ilginctir. Değerli ilim adamı Abdulmecid Zendanî, bu konu uzerinde oteden beri duşunduğunu, nihayet Kahire’de Kanadalı bir bilim adamının verdiği konferansı dinlerken bunun hikmetini oğrendiğini şoyle dile getirir: Meğer kialnın on kısmı, hataların işlenmesinde rol oynayan ve sucların işlenmesine dair kararlar alan bir merkezdir. Bir tıp kongresine katılan Kanadalı bilim adamı bu bilginin ancak elli yıl once keşfedildiğini soylemiştir. Âyette ozellikle o bolgenin secilmesi, insanı ayartan duygu ve duşuncelerin merkezi olmasındandır.İnsan kendine verilen potansiyeli oğrenme ve oğretme kabiliyetini hak ve hakîkat yonunde kullanmazsa canlıların en tehlikelisine/şerlisine donuşecektir. Bkz. “Muhakkak ki; Allah katında, canlıların en şerlisi aklını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir.” (Enfal:22)
16. O pek sahtekÂr, bir o kadar da gunahkÂr perceminden;
HĂ‚tıeh, hata yapmaktan gelir ve “yanılgı” anlamı icerir. Yalancı, gunahkĂ‚rlık ve sahtekĂ‚rlıktan sorumlu bolge olduğu icin alın bolgesinden yakalanmaktadır.Suc aleti ile buyuk mahkemeye suruklenme resmedilmiştir.
Allah, percem icin iki tane sıfat soyluyor. Yalan soyleyen ve buyuk bir suc işleyen percem.
Allah ilk olarak ona yalancı diyor. Bir Kureyş liderini aşağılıyor, kucuk duşuruyor. Boyle bir kelimenin siyasal ve sosyal sonuclarını anlamanız gerekiyor. Ebu Cehil coktan Kureyş’in bir lideri, Rasulullah (sas) ise sadece alay konusu değil, aynı zamanda fiziksel olarak da zarar goruyor. Şimdi ise Rasulullah’a (sas) hic de ozur dileyen bir tonda olmayan, onun yuzune karşı direkt olarak yalancı diye adlandıran bu kelimeler veriliyor. Ama ne konuda yalan soyluyor? Kuran’ı duydu, onun hak olduğunu biliyordu ama hala onun şiir vb. olduğuyla ilgili yalan soyluyordu ve onu asılsız nedenler yuzunden reddediyordu. Allah, Ebu Cehil’in kalbinin derinliklerinde Kuran’ın hak olduğunu kabul ettiğini acığa cıkarıyor.
17. O zaman cağırsın bakalım, o guvendiği ordusunu, adamlarını, meclisini.
Lafzen, “meclisini”. Bu gibi ayetleri tamamen tarihî bir bakışla acıklamaya eğilimli olan mufessirlere gore bu ifade, muşrik Mekke'deki geleneksel ihtiyarlar meclisine (dĂ‚ru'n-nedve) bir işarettir; ama bana gore, buyuk ihtimalle insanı “kendi-kendine yeterli” gormesine yol acan kustahlığa ve kibire (yukarıdaki 6-7. ayetler) bir atıftır.
Bu ifade sucun coğunluk psikolojisi ile yapıldığını ve kalabalıkların suca ve mustağni tavra yardımlarına bir gondermedir.
18.Biz de azap meleklerini cağıracağız,(semavi azap guclerini M.Esed) bakalım kim ustun gelecek!
“Cehennem muhafızları” olarak kullanılan zebĂ‚ni, zĂ‚bin, zebine, zibniyye ya da zibniy kelimesinin coğuludur. Kokeni Adnanî Araplara uzanan VĂ‚’il kabilesinin bir kolu olduğu belirtilen Benu Zebine oymağıyla da muhtemel bir anlam ilişkisi bulunan zebĂ‚nî kelimesi, klasik Arapca’da “kolluk kuvvetleri” (surĂ‚t) anlamında kullanılmıştır. Ayrıca son derece saldırgan ve elinden kacıp kurtulunması mumkun olmayan insanlar “zebani” diye nitelenmiştir (LisĂ‚n ve Kurtubî

19. Hayır; sakın ona itaat etme! ZĂ‚limlerin baskı ve işkencelerine asla boyun eğme! Sen tum ruhunla, tum benliğinle O’nun huzurunda secdeye kapan ve en icten duĂ‚ ve yalvarışlarla O’na yaklaş!
KellĂ‚; yani boyle yapmayın. Yaradan Rab’den bağımsız hayatı okumak,insanı her şeye gucunun yeteceği zannına goturur. Bu hĂ‚l, Allah'a yonelme ve takvalı davranmaya engel teşkil eder. İnsanı ayartan arzu ve istekleri zaptetmesi insanı insan yapan aklını Allah’ın emir ve yasakları yonunde eğmek(secde) ile mumkundur. Frontal/on lobu doğru eğitmek onu kulluk, hayır ve iyilikte kullanmaya bağlanmıştır.
SON