"Dunyada bir tek hakikat vardı, cahiller onu coğalttılar.”
Hayat ıslık calarak geciyordu onumuzden. Kokuşmuş, acı cığlık seslerinden gecilmeyen bu ikiyuzlu, bu vahşi, bu namussuz cağımızda cehennemi yasamadığımızı kim soyleyebilirdi? Bırakın ruhumuzun kirlenmesini, govdemizi de yıpratıyorduk. Aşkın, uzumun sapına kadar yaşanması gerektiğine inanıyorduk. Aşkın varlığını ve yaşanabilirliğini hissetmek gerekti; aşka guvenmek ve onun hizmetine girmek lazımdı. Aşkı oraya buraya cekiştirip aşka yon vermeye kalkışırsak, aşkın altında kalırız diye duşunuyor ve aska inanmayanlara soruyordu: Aşk size inanıyor mu sanıyorsunuz? "Niye intihar edecekmişim; daha yaşayacağım onca hayal kırıklığı varken." Boyle mi demişti Emil Cioran. Doğrudur hem sanal, hem banal bir dunyada yaşadığımız. "Ancak kotu olabilecek kadar cesur olabilirsen, gercekten iyi olabilirsin" diyordu birisi. Turkcenin saadeti geceleri uyumuyordu. Surekli arzuda dolaşan, her şeye aşkla bakan, kucuk şeylerden buyuk hazlar cıkaran, derdi olan, derdi olduğu icin şiirler yazıp, resimler yapan biriydi adam. Sanki ucurum cağına gelmiştik; vicdan cekilmiş, akıl curuyordu sanki. Daha once yazdıklarını duşunuyordu adam. Yazdıklarını tekrarlamaktan ve coğaltmaktan da asla cekinmiyordu. İcinde yaşadığımız dunyanın ve ruhumuzdaki karanlığın, şiddetin, kuşkuların ve iletişimsizliğin ciddi bir şekilde sorgulanması gerekiyordu. Acıyı bir oyuna donuşturerek mi yaşıyorduk yoksa? Kendi iyiliğinden başka aksesuarı olmayan kalbimiz karşısında, gerceğin gozleri fal taşı gibi acılıyordu. ‘Yuzunde kac maskesi var insanın ’ dedi adam. ‘Sanki bir nukleer sonrası hepimiz tuhaf yaratıklara donuşmuşuz! Sanki ne cekiyorsak, kendimizden cekiyoruz. Yuzlerde hep acı! Zaten acı dolu bir cağda yaşamıyor muyuz? Hepimiz kargaya benziyor ve bu dunya sirkinde utana sıkıla varlığımızı surduruyoruz ’ dedi kadın.
“O sevgi gibi, hatta aşk gibi gorunen şeylerin altında eşsiz hesapların yattığını” gordukce canımız daha cok yanıyordu!
Engin Turgut