FORSA
Akdeniz'in esatir yuvası nihayetsiz ufuklarına bakan kucuk tepe, mini mini bir cicek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaclarının alaca golgeleri sahile inen keci yoluna duşuyor, ilkbaharın tatlı ruzgarlarıyla sarhoş olan martılar, cılgın naralarla havayı cınlatıyorlardı. Badem bahcesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın otesindeki zeytinlik, ta vadiye kadar iniyordu.
Bağın ortasındaki viran kulubenin kapısız methalinden bir ihtiyar cıktı. Sacı sakalı bembeyazdı. Kamburunu duzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gok kadar boş, gok kadar sakin duran denize baktı, baktı.
-Hayırdır inşallah! dedi.
Duvarın dibindeki taş yığınlarına coktu. Başını iki ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir cuval vardı. Cıplak ayakları topraktan yoğrulmuş sanılacaktı. Zayıf kolları kirli tunc rengindeydi. Tekrar başını kaldırdı. Gokle denizin birleştiği dumandan cizgiye dikkatle baktı. Fakat gorunurde bir şey yoktu.
Bu, her gece uykusunda kendini kurtarmak icin bircok gemilerin pupa yelken geldiğini goren zavallı, eski bir Turk forsasıydı. Esir olalı kırk seneden ziyade gecmişti . Otuz yaşında dinc, levent, kuvvetli bir kahramanken Malta korsanlarının eline duşmuştu.
Yirmi sene onların kadırgalarında kurek cekti. Yirmi sene, iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi senenin yazları, kışları, ruzgarları, fırtınaları, guneşleri, onun granit vucudunu eritemedi. Zincirleri kuflendi, cururdu, kırıldı. Yirmi sene icinde birkac defa, halkalarını, civilerini değiştirdiler. Fakat onun celikten daha sert adaleli bacaklarına bir şey olmadı.
Yalnız abdest alamadığı icin uzulurdu. Daima guneşin doğduğu tarafı sol ilerisine alır, gozlerini kıbleye cevirir, beş vaktini gizli, gizli, işaretle eda ederdi. Elli yaşına gelince korsanlar onu "artık iyi kurek cekemez!" diye cıkarıp bir adada satmışlardı. Efendisi bir ciftciydi. On sene kuru ekmekle onun yanında calıştı.
Allah'a cok şukrediyordu.
"Oldukten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, elli yıl esirlikten sonra da memleketime kavuşacağıma oyle inanırım" derdi.
En şanlı, en meşhur Turk gemicilerindendi. Daha yirmi yaşındayken Tarık Boğazı'nı gecmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar, kıyı gormeden gitmiş, rast geldiği ucra adalardan cizyeler ( vergiler) almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle bertaraf etmişti.
O vakitler Turkeli'nde namı dillere destandı. Padişah bile kendisini saraya cağırtmış, maceralarını dinlemişti. Cunku Hızır (as)'ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Oyle denizlere gitmişti ki, uzerinde dağlardan, adalardan buyuk buz parcaları yuzuyordu. Hedefleri tamimiyle başka bir cihandı.
Altı ay gunduz, altı ay gece olurdu! Karısını, , senesi bir buyuk gunle iki buyuk geceden ibaret olan başka cihandan almıştı. Gemisi altın, gumuş, inci, elmas, esir dolu vatana donerken, kenarsız denizin ortasında evlenmiş, oğlu Turgut Canakkale'yi gecerken doğmuştu.
Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu karlardan beyaz karısı acaba hala sağ mıydı? Kırk senedir, yalnız taht şehrinin, İstanbul'un minareli ufku hayalinden hic silinmemişti."
Bir gemim olsa gozumu kapar, Kabataş'ın onune demir atarım" diye duşunurdu. Altmış yaşını gectikten sonra efendisi, onu sozde azat etti. Bu azat etmek değil, sokağa, aclığa, perişanlığa atmaktı. İhtiyar esir, bu viran bağın icindeki harap kulubeyi buldu. İcine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, ihtiyarlığına acıyanların verdiği ekmek parcalarını toplayıp donuyordu. On sene daha gecti. Artık hic kuvveti kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık kendisini istemiyordu.
Nereye gidecekti? Fakat işte, eskiden beri gorduğu ruyaları yine gormeğe başlamıştı. Kırk senelik bir ruya...
Turklerin Turk gemilerinin gelişi... Gozlerini elleriyle iyice ovdu. Denizin gokle birleştiği yere baktı.
Evet, mutlaka geleceklerdi. Buna o kadar emindi ki... -Kırk sene gorulen bir ruya yalan olmaz! diyordu.
Kulube duvarın dibine uzandı. Yavaş yavaş gozlerini kapadı. İlkbahar bir umit tufanı gibi her tarafı parlatıyordu. Martıların:
- Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmağa geliyorlar ! Gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı.
Duvar taşlarının arasından cıkan kertenkeleler uzerinde geziniyorlar, cuvaldan esvabının icine kacıyorlar, gur beyaz sakalının ustunde oynaşıyorlardı.
İhtiyar esir , ruyasında ağır bir Turk donanmasının limana girdiğini goruyordu. Kasabaya giden yola birkac boluk asker cıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar guneşin aksiyle parlıyordu.
- Bizimkiler ! Bizimkiler!
diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Ustundeki kertenkeleler kacıştılar. Limana baktı. Hakikaten kalenin karşısına bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, kureklerin bicimine dikkat etti. Sarardı. Gozlerini actı. Kalbi hızla carpmaya başladı. Ellerini goğsune koydu. Bunlar Turk gemileriydi. Kenara yanaşıyorlardı... Gozlerine inanamadı.
"Acaba ruyam devam mı ediyor?" şuphesine duştu.
Fakat uyanıkken ruya gorulur muydu? Kanaat getirmek icin elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parcası aldı. Alnına vurdu. Evet işte hissediyordu. Uyanıktı. Gorduğu ruya değildi. O uyurken, donanma, burnun arkasından birdenbire zuhur etmiş olacaktı.
Sevincten, hayretten dizlerinin bağı cozuldu. Hemen coktu. Kenara cıkan bolukler, ellerinde al bayrak. kalenin etrafına doğru ilerliyorlardı. Kırk senelik bir beklemenin son azmiyle davrandı. Birden kemikleri catırdadı. Badem ağaclarının cicekli golgeleriyle ortulen yoldan yurudu.
Kenara doğru koştu. Koştu. Koştu. Karaya cıkan asker, ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğunu gorunce:
- Dur! Diye bağırdılar.
İhtiyar durmadı; bağırdı.
- Ben Turkum, oğullar, ben Turkum! -
... Askerler onun yaklaşmasını beklediler .İhtiyar, Turklerin yanına yaklaşınca onune ilk geleni tutup opmeye başladı. Gozlerinden yaşlar akıyordu. Haline bakanların hepsi muteessir olmuştu. Biraz heyecanı sukun bulunca ona sordular:
- Kac yıldır esirsin ?
- Kırk! -Nerelisin ?
- Edremitli.
- Adın ne?
- Kara Memiş.
- Kaptan mıydın?
- Evet...
- İhtiyarın etrafındaki askerler birbirine karıştı. Bir cığlık koptu.
- "Beye haber verin ! Beye haber verin !" diye bağrışıyorlardı.
İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına ucurdular. Bir sandala koydular. Buyuk bir kadırgaya cıkardılar. Askerin icinde onun menkıbelerini bilmeyen, şohretini duymayan yoktu. Biraz guvertede durdu. Sevincten kırk senedir hasret kaldığı vatandaşlarını gormekten, şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir cakşır gecirdiler.
Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.
- Haydi. Bey'in yanına ! dediler.
Kendini kadırgaya getiren askerlerle beraber buyuk geminin kıcına doğru yurudu...Kara palabıyıklı, sırmalı esvabının uzerine demir, celik zırhlar giymiş, iri bir adamın karşısına durdu.
- Sen kaptan Kara Memiş misin?
- Evet, dedi
- Hızır Aleyhisselamın gectiği yerlerden gecen sen misin?
- Benim.
- Doğru mu soyluyorsun?
- Ne yalan soyleyeceğim?
- Ac bakayım sağ kolunu !
İhtiyar, kaftanının altından kolunu cıkardı. Sıvadı Bey'e uzattı. Pazusunda hac şeklinde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı aya suren bir adadan karısını kacırırken almıştı. Bey ellerine sarıldı. Opmeye başladı.
- Ben senin oğlunum ! dedi.
- Turgut musun?
- Evet.
İhtiyar esir sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu ona:
- Ben karaya cenk icin cıkıyordum. Sen gemide rahat kal, dedi. Eski kahraman kabul etmedi:
- Hayır. Bende beraber cenge cıkacağım.
- Cok ihtiyarsın baba .
- Fakat kalbim kuvvetlidir.
- Rahat et! Bizi seyret!
- Kırk senedir dovuşe hasretim. Oğlu:
- Vurulursun! Vatana hasret gidersin! diye onu gemide bırakmak istedi. Kara Memiş, o vakit birdenbire gencleşmiş bir kaplan gibi doğruldu. Duramıyordu. Kalkan, kılıc istedi. Sonra geminin kıcında sallanan sancağı gostererek:
- Şehit olursam bunu uzerime ortun!
- Vatan, al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? Dedi.
__________________
Forsa
Rüya Tabirleri0 Mesaj
●36 Görüntüleme