
Siyasi hayatta ve itikatlı olmayan İbn Haldun, kendine has tarih ve toplum fikirleri ile, bu yazımıza ilim adamı kimliği ile konu olmuştur.
İbn Haldun ’un kim olduğunu “İbn Haldun Kimdir” adlı yazımızda incelemiştik. Şimdi, daha cok tarihci olarak tanınan İbn Haldun ’un toplum ve tarih hakkındaki goruşlerini anlatmaya calışacağız. Konuya, once, İbn Haldun ’un farklı yaklaşımlarından bahsederek başlayacağız, daha sonra konu konu acıklamalara gideceğiz…
İbn Haldun ’un Getirdiği Yenilik: UMRAN İLMİ
Umran ya da umran, kelime anlamıyla “bayındır, ilerleme, medeniyet” anlamına gelir. İbn Haldun, umran tanımını ise “Umran bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının butunu, ictimÂî ve dînî duzen, Âdetler ve inanclar"dır.Umran, İbn Haldun ’un fikir merkezindedir. Ona gore bu ilim, umrandan oluşan insan toplumunu ve umrandan oturu sonradan ortaya cıkan durumlarını ve bu durumların mecburen doğurduğu tarih kavramını konu edinir. Yani medeniyet ve medeniyetin zorunlu sonucları tarih ilmini meydana getirir.
Umran ilminin amacı ise insanı taklitten korumaktır. Buna bağlı başka bir amac ise onceden olmuş bitmiş durumlar hakkında yeni bir bakış acısı kazandırmaktır. İbn Haldun, aslen, hem gelecek hem de gecmiş icin yeni bir anlaşılma durumu ortaya koymayı arzulamaktadır.
Umran aslında toplumun ontolojisidir, metafiziğidir. Yalnız kendisine kadar gelen “var olmak acısından var olanı inceleme” gudusuyle cozulecek bir ontoloji değildir. Daha once incelenmeyen cunku fiziken var olmayan bir ontolojik alanı ele alır: Tarihî – toplumsal varlık. Fizikustu bir durum olduğu icin metafizik alanına girerken, toplumun ve onu kulturunun nasıl incelenmesi gerektiğini anlatmayı amacladığı icin ontoloji alanına girer. Tum bunlar sayesinde de sadece tarih alanının değil, felsefenin de bir araştırma alanı haline gelmiştir umran.
İbn Haldun, umran kavramını acıklarken iki durum uzerine sistemini kurar:
1. Unsurlar Alemi: Metafizik alanıdır. İnsan, bireysel kimliği ve fiziksel varlığı bu aleme aittir.
2. Havadis Alemi: Umran ilminin konusunu teşkil eden alandır. Sadece insanla var olur, insana bağımlıdır. İnsanın, toplumsal bir varlık olma zorunluğu sonucunda oluşmuştur.
Havadis alemi, İbn Haldun icin onemlidir. Cunku toplum ve dolayısıyla medeniyet bu kume icindedir. Toplumlar zamanla yok olduğu icin aynı zamanda tarih ilminin de konusunu icerir. Bu kume, insanın eylemleri sonucunda meydana gelmiştir. Cunku insan, dunyada daha doğrusu doğada olmayan devlet, mulk – mal, adalet gibi şeyler oluşturmuş ve bu kavramlar uzerine medeniyet kurmuşlardır. Yani umran oluşturmuşlardır. Umran kalıcı değildir, yıkılabilir ama yeniden inşa da edilebilir. Bu bakımdan insanın yaptığı “ yeni bir yaratma” durumudur. Umranları oluşturan insan toplumu değiştikce umran da ona gore şekil alır, genişler, daralır ya da yok olur.
Peki madem umran yaratılmış bir şey, neden unsurlar aleminde değerlendirilmiyor diyebilirsiniz. İbn Haldun bu durumu acıklar. Ona gore umranın araştırma alanı olan tarihî – toplumsal varlık alanı insan gibi sahici bir yaratık değil, “itibarî” dediğimiz sunî bir varlık. Ustelik tarihî – toplumsal varlık alanının mulk, guc, erk, devlet, medeniyet vb unsurları, yok olan ve yeniden yapılan ama insan eliyle bu durumları kazanan ya da kaybeden sunî şeyler. Bu bakımdan unsurlar alanına ait değiller.
İbn Haldun, var oluş amacına inanır. Ona gore sonsuz olan tek şey Allah ’tır. Allah dışında her şey amacını tamamladıktan sonra yok olur.
İnsan, her zaman topluma ihtiyac duyar. İbn Haldun, bu duşunceden hareketle toplum ve insan ilişkisini anlatmaya calışır. Buna gore, insan beslenme ve barınmaya ihtiyac duyar; bu ihtiyaclarını karşıladıktan sonra da bu ihtiyaclarını korumaya calışır. Bu durum da toplum doğar. Toplum insana tum bu ihtiyaclarını sağladığı gibi, onu korumayı da vaat eder. Yani toplum, sadece ihtiyacların karşılandığı bir yer değil, aynı zamanda bir duzendir. Lakin, topluluklar bu duzeni korumak icin yine kendi aralarından bir otorite secmek zorunda kalırlar. Bu duzen, bir iradenin ( bu irade Allah), iradesiyle değil, toplumdaki insanların iradesiyle meydana gelir. Ama insanlar, bir amac uğruna yaşar ve olur. Bu durumda toplum, surekli durum değiştirir, kabul değiştirir ama yaşamaya devam eder. İşte tam da bu yuzden İbn Haldun, tarihe genel olarak bakmakla işe başlar.
Toplumdaki insanlar olur, toplum deri değiştirir ve yoluna devam eder. Eğer bir tarih yazarı, atılan bu deriye bakarak toplum hakkında fikir beyan ederse yanılır. Bu goruş de dışardan ustun koru bir bakış olur. İbn Haldun ise, toplumsal hayatın durumları, toplumun yaşadığı coğrafya, toplumun refah seviyesini arttıran ya da azaltan devlet yonetimi, duşmanlar ve onların kimlikleri, toplulukta insanların ne ile gecindikleri, toplum asabiyeti ( akrabalık anlamından bahsedilmekte) gibi pek cok duruma bakarak o toplum hakkında değerlendirme yapar. Tam tersi durumunda yorumun sadece batınî olacağında da vurgulayarak bahseder. Tum bu toplumsal olaylar ve durumlar bir surectir ve İbn Haldun, bu surecin iki yonune vurgu yapar. İlk yon, zorunlulukla oluşan olaylar ve durumlar; ikinci yon ise bu zorunlulukların insanlar tarafından nasıl algılandığı. Bu iki durumu birleştirip topluluk hakkında fikir sahibi olmaya calışır.
[h=4]İbn Haldun ’a gore İnsan Nedir? [/h]Oncelikle, İbn Haldun insan ve toplumu birbirinden ayırmaz. Bu bakımdan da insanın, toplumun bir nevi aynası olduğunu ifade eder. Bu yuzden, insanın kendi başına edindiği bilgi ve ahlak diye bir şey olmadığını, sadece karakter ve toplumun oluşturduğu başka huylardan bahseder.
İnsanın tanımını yaparken onu meleklerden ve hayvanlardan ayırır. İnsan hayvandan akıl ve fikir gucu ile; melekler aleminden ise irade gucuyle ayrılır. İrade ve kasıt ise, insanın yaşanmışlarının bir getirisidir. İrade ve kasıt insana, duygularının otesinde bir bakış acısı sağlar.
İnsan, topluma muhtactır, toplumlar ise umranları oluşturur. Umranın oluşmasında ise cevre cok onemlidir. İbn Haldun ’un meşhur “Coğrafya kaderdir” anlayışı da buradan doğmuştur. İnsan ve cevresi arasında cok sıkı bir ilişki vardır.
Cevre, umranın oluşmasında oldukca onemlidir. Eğer cevre şartları, bir medeniyetin var olmasını gerekli kılan şeylerden yoksunsa medeniyet oluşumundan soz edilemez. Hayata uygun doğal cevrenin getirdiği bazı imkanlar ve dolayısıyla sınırlılıklar vardır. İşte bu imkan ve imkansızlıklar insan karakterinin oluşmasında, genetikten sonraki en onemli etkendir. Aynı cevrede ve umranda yaşayan insanlar hem fiziken hem de maneviyat olarak bu yuzden birbirlerine benzerler. İşte bu yuzden İbn Haldun, bir toplumun tarihini yazarken once onun coğrafyasına bakar. Bu bakımdan da yedi kıtanın yetmiş iklim ozelliklerini ve coğrafyasını cıkararak bolgelerde yaşayan toplulukların ve insanların ozelliklerini tayin etmeye calışır.
[h=4]İbn Haldun ’a gore İnsan ve İklim İlişkisi [/h]İnsanların yaşadıkları coğrafyalar ile kişilikleri arasında yakın bir ilişki gorur ve kendince bu ilişkiyi belirlemeye calışan İbn Haldun ’un sıcak ve soğuk iklimde yaşayan insanlar hakkında bugun de gecerli olan onemli tespitleri vardır. Ustelik bu tespitler, sadece fiziksel değil, aynı zamanda ahlakî tespitlerdir. Sıcak ve soğuk iklimde yaşayan insanların en cok deri renkleri değişir der İbn Haldun, daha sonra da goz renklerinin farklı olduğuna değinir. İbn Haldun, cok gezip gormuş bir adamdır; bu bakımdan iklimleri sadece sıcak - soğuk olarak değil ayırmaz, bu iklimlere bir de kendi deyimi ile “mutedil” şimdiki coğrafya terimlerimizle ılıman iklimi de ekler. İbn Haldun sıcak iklimde yaşayan insanları, zevklerine duşkun, aceleci, hafif meşrep; ılıman iklimde yaşayanlar hafif, soğuk iklimde yaşayanlar ise tedbirli olarak tanımlanır. Bu davranış şekilleri onların en baskın davranışlarıdır.
İbn Haldun ’a gore Yerleşik Olma ve Gocebe Olmanın İnsan Uzerindeki Etkisi
İbn Haldun insanları sadece iklimin etkilediğini var saymaz. Ona gore insanın yedikleri ve bedevi mi yoksa medeni mi yani gocebe mi yoksa yerleşik mi olduğu da onemlidir. Elbette gıda, yine iklimle bağlantılıdır. Ilıman iklimlerde yaşayan insanlar tarıma daha elverişli topraklarda yaşadıkları icin yerleşik hayata gecmişler, şehir kurmuşlardır. Şehirde geniş beslenme imkanlarına sahiptirler, cok iyi gıdalara erişirler. Ama bunun yanında zararlı gıdalar da vardır. İnsanlar, bunların her ikisini de tukettiklerinde bicimsiz ve cirkin bir vucut yapısına sahip olurlar. Şişmanlık, daha sonra zihin yapılarına da bulaşır ve zihinsel eylemler korelir, ciddiyetini kaybeder. Ama gocebeler, hareket ettikleri ve zor şartlarda hayatta kaldıkları icin hem zekaları gelişir hem de daha bicimli vucuda sahip olurlar.
Gocebeler, zor şartlar altında yaşadıkları icin tahammul seviyeleri yuksek ve guclu karakter – vucut yapısına sahiptirler. Şehirde yaşayanlar ise rahatı tattıklarından zorluklara tahammul edemezler. Bu yuzden de kıtlık, sel gibi felaketler karşısında daha cabuk teslim olurlar.
Tabii, bu ayrımların yapıldığı zamanlarda, ulaşım, iletişim, gıda uretimi insan ve hayvan gucu ile yapılmakta, iklim şuandaki gibi dengesiz ve bozuk değildi. Şimdi, tarıma dayalı toplum durumunda olmadığımız gibi gocebelik kulturu de kayboldu. Ayrıca ırkların ve toplulukların birbiriyle kolay kaynaştığı bir cağda, iklimsel karakter ve tip ayrımı cok zordur. Bu bakımdan lutfen, bir tarih okuduğunuzu fark edip İbn Haldun ’un goruşlerini onun yaşadığı cağı duşunup yorumlayınız.
[h=4]İbn Haldun ’a gore Tarih Nedir? Neden Onemlidir? [/h]İbn Haldun, pek cok alim tarafından tarihci olarak tanınır. Bugun dahi onun tarihciliği, pek cok alandaki calışmasının ustundedir. Bu bakımda n onun tarihten ne anladığı, tarih yazıcılığını nasıl yorumladığı işi tarih olanların ya da tarih ile ilgilenenlerin bilmesi gereken konulardandır.
İbn Haldun tarihi, “yolu kutsal, faydası cok, gayesi şerefli” (Mukaddime, s.291) olarak tanımlar. Tarih, bir donemin, bir toplumun ya da gecmiş donemdeki bir toplumun “haber” ve “ahval”lerini eserinde toplayarak duyuran tarihci sayesinde var olur. Yani tarih yazıcılığı olmazsa tarih de olmazdı İbn Haldun ’a gore
Tarihî olayların iki yonunden bahseder İbn Haldun, zahirî yon ve batınî yon. Zahirî yonuyle tarihsel olaylar bir toplumun nasıl bayındır olduğuyla, savaşların nasıl cıktığıyla, antlaşmalarla, devletin sınırlarının genişlemesi ya da daralmasıyla vb ilgilenir. Batınî yon ise, zahirî yani gorunen olayların sebeplerini araştırır. Bu da bizi umran ilmine goturur ve ayrıca, durumların nedenleri sorgulandığı icin tarih bir tur felsefedir.
İbn Haldun, pek cok İslam tarihcisiyle birlikte tarihcilerin tarihi sadece zahirî yonunu yazdığını bu yuzden de rivayet ile gerceği ayıramadıklarından yakınır. İslam tarihcisi icin rivayet ile gerceği ayırmak cok onemlidir cunku işin sonunda hadis ve sunnetler vardır. Bu bakımdan İbn Haldun, bir olayın rivayet mi gercek mi olduğunun iyice anlaşılmasının elzeminden bahseder. Olayların “neden” geliştiğini sormamak ve bir olay duyulduğunda bu olayın kahramanı olan toplumun karakterini bilmemek rivayeti gercek sanmamıza neden olur der İbn Haldun. Bu bakımdan rivayeti red ve kabul tarih yazıcısının elindedir; red ve kabul kıstasını koyan da kendisidir. Eğer tarh yazıcısı, umran nedir bilmezse, toplumun ahvalinden habersize rivayeti gercek zanneder ve bu şekilde yeni rivayetler de doğar der İbn Haldun.
Umran, bir sonuctur. Her sonucun oluşmasında ise nedenler vardır. Umranı anlamak icin nedenleri anlamalı ve bu nedenlerin bir duzen sonucu mu yoksa rastgele mi olduğunu anlamamız gerekir. Yani umran, tarihci icin doğrudan bilgi değil, dolaylı bilgidir. Tarihci, bu bilgileri ve nedenleri doğru tahlil etmelidir.
Tarih yazıcısının onune gelen her haber doğru değildir. Tarihci haberin doğru mu yanlış mı olduğunu anlamalıdır. Tarihcinin ilk gorevi doğruları yanlışlardan ayıklamak, sonraki gorevi ise doğruları bir duzen icinde bir araya getirmektir. Yalnız tarihci, bir mezhebe ya da goruşe bağlıysa, kendisine gelen haberlerin kendi fikir ve goruşlerine uyanları alabilir.
Tarihcinin en yaygın ve en hayatî hatası, tarihini yazdığı ahval hakkında fikir sahibi olmaması. Tarihci, olayları meydana getiren nedenlerden bihaberse ve ahvalin bu olayı neden gercekleştirdiği hakkında bir fikri yoksa yanlış bilgiler ile eserini kaleme alacaktır. Bu bakımdan İbn Haldun ’a gore nakilcilerin ve tarihcilerin en buyuk hatası sadece nakile ve habere itikat etmeleri ve bu haberleri, nakilleri ya da olayları eski olaylar ile kıyaslamadan direkt olarak kabul etmeleri.
Mukaddime adlı eserinde İbn Haldun “gecmiş ile gelecek suyun suya benzediğinden daha cok birbirine benzer” der. Bu bakımdan tarihci, tarihi olayları aktarırken azami dikkat etmelidir.
İbn Haldun ’a gore Devlet Nedir? Nasıl Oluşur? İdeal Devlet Duzeni Nasıl Olmalıdır?
İbn Haldun ’un devlet ve mulk anlayışında en onemli iki kavram, bizce, asabiyet yani akrabalık ve ahlaktır. İbn Haldun, toplum icinde birbiriyle akraba olanların, birbirlerine ahlak bakımından benzer olanların ve aynı karakterde olanların kucuk cemiyetler var ettiklerinden bahseder. Bu cemiyetlerin en guclusu de toplum ustunde otorite kurar. Asabiyet kavramı da tam olarak burada devreye girer.
İbn Haldun, buyuk topluluklar icinde akrabalık, aynı sosyal mekan gibi bazı ortak unsurları olan insanların toplanarak, makro toplulukta, kendileri gibi olmayan “diğerlerine” karşı savunma oluşturdukları ya da gecinmek icin iş birliği yaptıkları mikro topluluklar oluşturduğunu bahseder ve bunu da ASABİYET olarak adlandırır. Asabiyet, insanların makro toplumlarını, yani ait oldukları toplulukları yıkmaz, tam tersi o toplumun oluşmasının on şartıdır. Asabiyet, iki şekilde yapılır. Birincisi akrabalık diğeri de uzun sure aynı mekanda yaşayan insanlarda oluşan birlik. İbn Haldun, insanların once akrabalıkla bağlı olduklarına oncelik verdiğini de belirtir. Toplumdaki en guclu asabiyet, gucu yani iktidarı ele gecirir ve kendi asabiyetini yanına ceker der İbn Haldun.
Kabilenin en guclu asabiyeti, kabilenin iktidarını ele gecirebilir, ic işleri duzenleyebilir ama gucun doğası gereği bu yetmeyecektir. Guc, hakimiyete donuşur ve “devlet” ile “mulk” kavramı ortaya cıkar. Kabile olan devlet, kendi gibi devletleri gucu altına almaya calışır. Eğer kendisinden daha gucsuz bir devlet ile karşılaşırsa onu yok eder ya da hakimiyeti altına alır; ama kendisinden daha guclu bir devlet ile karşılaşırsa onun sınırları o devlete kadar demektir. Daha ilerisi soz konusu olamaz. Mulk icin asabiyet gerekir. Ama mulku elde tutmak icin asabiyetten fazlasına ihtiyac vardır.
Mulku, guclu bir asabiyet ele gecirebilir ama o mulku elinde tutması icin ahlaklı olmalıdır. İbn Haldun, bir asabiyetin hem fiziken hem de ahlaken guclu olması gerektiğine inanır. Mulkun elde tutulması icin gereken ahlak unsurlarına da “HILAL” adını verir İbn Haldun ve ekler, bu ikisi olmadan mulkun elde tutulması imkansızdır. Eğer ki iktidarda hılÂl yoksa, o zaman o yonetim zorbalık ve adaletsizlik getrir.
İbn Haldun tum bu ilişkileri insanın doğasıyla acıklar. İnsan doğası gereği hayvanî icgudulere de sahiptir, insan olmasını sağlayana “akıl”a da. İnsanın hayvan tarafı kendi varlığını surdurme isteğinde, insan olan tarafı ise toplum olma isteğindedir. İnsan, hayvanî tarafıyla kotuluğe, mantıklı ve akıllı tarafı olan insan tarafı ile hayra sevk edilir. İnsan, hayra yakın olduğu icin “devlet” ve “mulk” kavramlarını yaratmıştır. Yani İbn Haldun, “devlet” ve “mulk” kavramlarını yaratan insanı bir nevi “ust insan” olarak gormektedir.
İnsan, hayra yakın olmasaydı tarihî – toplumsal varlık da olmazdı. Yani “ahlak” ve “toplum olma isteği” birleşerek bu varlık alanını yaratır. Varlık, doğası gereği olumludur. Olumlu olan da hayra dayanmak zorundadır. Şer, yani olumsuzluk, insanların buyuk kısmı tarafından tercih edilmediği gibi yok edilmek istenmektedir. O halde siyaset olumlu ve hayırlıdır. Yoksa, bu kadar zamandır var olamazdı.
İbn Haldun ’a gore Mulk, Refah, Reis Kavramları
Toplumdaki otorite, ahlaken ve madden guclu olan asabiyetin, diğer asabiyetlere galip gelmesiyle meydana geliyordu. O halde toplumda bir galip ve mağlup ilişkisi var der İbn Haldun. Mağlup yan yenilen, galip olanda her zaman onemli ve kendisinde olmayan bir şey arar. Başarının sırrını ondaki cevherde gorup onun gibi olmaya calışır. Bu durum baba ile oğul ilişkisine benzer. Cocuk, babası gibi olmak ister, onun inandığına inanır. İşte hukumet ile halk arasındaki ilişkide buna benzer. Halk, yoneticisinde hep onlarda olmayan bir erdem arar. Bu da hukumdarın kemal sahibi olduğu duşuncesini doğurur. Yoneten ile yonetilen arasındaki ilişki bu şekildedir der İbn Haldun.
İbn Haldun, devletin gucunu de değerlendirir. Ona gore devletin bir merkezi vardır ve merkezden uzaklaştıkca hakimiyet azalır. Guc, aynı zamanda devleti yoneten asabiyetin gucu ile doğru orantılıdır. Tum bu durumlara ornek olarak İslamiyet ’in ilk yılların orneklendirir İbn Haldun. İslamiyet ’in ilk zamanlarındaki genişleme, tabii sınırlara ulaşınca durmuştur. Tabii sınır, devletin hakimiyeti altında olan ve savunabileceği son noktadır. İslam fethi, o noktaya ulaşınca durmuştur. Aynı durum Osmanlı icin de gecerlidir.
Mulkun var olması icin istikrar şarttır. Bu durum mulkun doğasıdır. Devleti oluşturan asabiyet, ki Osmanlı hanedanlığı asabiyete ornek verilebilir, bir ust asabiyet oluşturarak devletteki refahın daimi olmasını sağlar. Bunun sonucunda mulk oluşur. Ama istikrar sadece mulk getirmez. İnsanların ilahlaşma sevdası yuzunden, yonetici konumundaki kişi guclendikce, iktidarı asabiyetinden uzaklaştırıp şahsileştirir. Kendisine uyarıda bulunan yakınlarını da kendi yanından uzaklaştırarak asabiyetine mensup olmasa bile sadece kendisine sadık insanları yanına, dolayısıyla devlet kademesine getirir.
İstikrar mulku, mulk ise refahı getirir. Belirli bir refah seviyesine ulaşan kişilerde luks tuketim başlar. Luksun sınırları ise, mulkun sınırları kadardır ve mulk sınırlı luks ise sınırsızdır. Refaha ulaşan devletlerde, luks tuketim, gunu guzel gecirme amac haline gelir. Refah ise, bir devletin olgunluk cağının gostergesidir. Varlık duşuncesinde, amacına ulaşan varlıkların yok olduğundan bahseden İbn Haldun, refahın bir devlet amacı olduğundan bahseder ve amaclarına ulaştığı icin yavaş yavaş yok olma surecine girdiğini dile getirir. Aşırı luks tuketimi, bir devlet icin sonun başlangıcıdır.
İbn Haldun ’a Gore Devletlerin Doğumu – Yaşamı – Olumu
Devletin omurlerini beş aşamada sunar İbn Haldun. Biz de size en anlaşılır ve kısa yoldan ama bilgiden calmayarak anlatmaya calışacağız.
1. Devletin birinci aşaması : Devlet bu aşamada kurulur. Asabiyet, ortak bir cabayla devleti kurar. Kuruluş aşamasında artan guc, mulku doğurur. Refah seviyesi arttıkca nufus artar, asabiyetler coğalır. Bu durumda maliyetler de artar. Eğer lider ahlaklı ise, toplumda da bu ahlaka yoneliş gercekleşir.
2. Devletin ikinci aşaması : Yoneten ailenin yoneticisi, yani gucu elinde bulunduran kişinin gucu ailesinde ya da tekelinde toplamasıyla ikinci aşama başlar. Bu durum zaten engellenemez cunku iktidarın doğası gereği tekelleşme meyilindedir. Bu tekelleşme iktidar sahibinde meydana gelir. Yalnız, guc olmadan iktidar da olmaz. Bu bakımdan, guc, devletin ilk aşamasında olduğundan daha farklı bir konuma evrilir. Nihayetinde, devlete icten ve dıştan gelen tehditler, bu donuşum sayesinde mağlup edilir ve devletin istikrar sureci başlar.
3. Devletin ucuncu aşaması : Bu aşama, ikinci aşamada elde edilen istikrarın nimetlerinden faydalanma donemidir. Bu aşamada, icten ve dıştan gelecek tum askerî mudahaleler icin devlet hazırdır. Ulke, kendini savunacak orduya kavuşmuştur. Şimdi, ulkenin imar aşaması vardır. İktidar tek elde toplanmıştır, artık ulkenin daha bayındır hale gelmesi icin calışmalar yapılmaktadır. Yani, devlet bir olgunluğa ulaşır. Yalnız uyarır İbn Haldun, her olgunluk curumeyi yani olumu de beraberine getirir.
4. Devletin dorduncu aşaması : Bu aşamaya kadar, devlet hatırı sayılır bir ilerleme kaydetmiştir. İstikrar artık bir amac değil, olması gereken bir durumdur. İstikrarın elde edilmesinden sonra toplum yeni gelenekler geliştirir. Bu aşamaya nasıl geldiğini de unutur. Devletin asli gorevi ilerleyip gelişmek değil, elde edilenleri yani var olanı devam ettirmektir.
5. Devletin beşinci ve son aşaması : Bu devletin ihtiyarlık ve olum aşamasıdır. İktidardakiler, kendilerini vazgecilmez gorurler. Bu durum, zevk ve eğlenceye duşkunluğu de getirir. İktidarın keyfi kullanımları başlar. İktidar sahibi, devlete gore kısacık omrunu, devletin nimetlerini kullanarak zevk ve sefa icine yaşayarak harcar. Artık ne istikrarı devam ettirme aşkı ne de ilerleme heyecanı kalır. İktidarın oluşma şartları unutulur. Bu durum topluma da yansır. Toplum da luks icinde yaşamaya başlar. Oysaki var olan sınırlı, istekler ise sınırsızdır. Bu durumda, devlet son bulur. Son bulan devlet uzerine ya yeni bir asabiyet yeni bir devlet kurar, tıpkı Osmanlı Devleti yerine kurulan Turkiye Cumhuriyeti gibi, ya da devlet tamamen yok olur.
İbn Haldun, tum bu durumların mutlaka gercek olacağın ve bunun asla engellenemeyeceğini iddia eder. İbn Haldun bu tezini, sonsuz olan tek varlığın Allah olduğunu ispat icin de ele almıştır.
SONUC
İbn Haldun, siyaset, din, devlet, tarih, İslamiyet gibi pek cok beşeri bilim uzerine yorumlarda bulunmuştur. Yalnız, o, tarih anlayışı ile bilim tarihinde anılır. Onun tarih anlayışı ve bu anlayışa getirdiği “medeniyet” kavramı, bugun bile hala kullanılan bir teknik haline gelmiştir.

İbn Haldun ’un Getirdiği Yenilik: UMRAN İLMİ
Umran ya da umran, kelime anlamıyla “bayındır, ilerleme, medeniyet” anlamına gelir. İbn Haldun, umran tanımını ise “Umran bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının butunu, ictimÂî ve dînî duzen, Âdetler ve inanclar"dır.Umran, İbn Haldun ’un fikir merkezindedir. Ona gore bu ilim, umrandan oluşan insan toplumunu ve umrandan oturu sonradan ortaya cıkan durumlarını ve bu durumların mecburen doğurduğu tarih kavramını konu edinir. Yani medeniyet ve medeniyetin zorunlu sonucları tarih ilmini meydana getirir.
Umran ilminin amacı ise insanı taklitten korumaktır. Buna bağlı başka bir amac ise onceden olmuş bitmiş durumlar hakkında yeni bir bakış acısı kazandırmaktır. İbn Haldun, aslen, hem gelecek hem de gecmiş icin yeni bir anlaşılma durumu ortaya koymayı arzulamaktadır.
Umran aslında toplumun ontolojisidir, metafiziğidir. Yalnız kendisine kadar gelen “var olmak acısından var olanı inceleme” gudusuyle cozulecek bir ontoloji değildir. Daha once incelenmeyen cunku fiziken var olmayan bir ontolojik alanı ele alır: Tarihî – toplumsal varlık. Fizikustu bir durum olduğu icin metafizik alanına girerken, toplumun ve onu kulturunun nasıl incelenmesi gerektiğini anlatmayı amacladığı icin ontoloji alanına girer. Tum bunlar sayesinde de sadece tarih alanının değil, felsefenin de bir araştırma alanı haline gelmiştir umran.
İbn Haldun, umran kavramını acıklarken iki durum uzerine sistemini kurar:
1. Unsurlar Alemi: Metafizik alanıdır. İnsan, bireysel kimliği ve fiziksel varlığı bu aleme aittir.
2. Havadis Alemi: Umran ilminin konusunu teşkil eden alandır. Sadece insanla var olur, insana bağımlıdır. İnsanın, toplumsal bir varlık olma zorunluğu sonucunda oluşmuştur.
Havadis alemi, İbn Haldun icin onemlidir. Cunku toplum ve dolayısıyla medeniyet bu kume icindedir. Toplumlar zamanla yok olduğu icin aynı zamanda tarih ilminin de konusunu icerir. Bu kume, insanın eylemleri sonucunda meydana gelmiştir. Cunku insan, dunyada daha doğrusu doğada olmayan devlet, mulk – mal, adalet gibi şeyler oluşturmuş ve bu kavramlar uzerine medeniyet kurmuşlardır. Yani umran oluşturmuşlardır. Umran kalıcı değildir, yıkılabilir ama yeniden inşa da edilebilir. Bu bakımdan insanın yaptığı “ yeni bir yaratma” durumudur. Umranları oluşturan insan toplumu değiştikce umran da ona gore şekil alır, genişler, daralır ya da yok olur.
Peki madem umran yaratılmış bir şey, neden unsurlar aleminde değerlendirilmiyor diyebilirsiniz. İbn Haldun bu durumu acıklar. Ona gore umranın araştırma alanı olan tarihî – toplumsal varlık alanı insan gibi sahici bir yaratık değil, “itibarî” dediğimiz sunî bir varlık. Ustelik tarihî – toplumsal varlık alanının mulk, guc, erk, devlet, medeniyet vb unsurları, yok olan ve yeniden yapılan ama insan eliyle bu durumları kazanan ya da kaybeden sunî şeyler. Bu bakımdan unsurlar alanına ait değiller.
İbn Haldun, var oluş amacına inanır. Ona gore sonsuz olan tek şey Allah ’tır. Allah dışında her şey amacını tamamladıktan sonra yok olur.
İnsan, her zaman topluma ihtiyac duyar. İbn Haldun, bu duşunceden hareketle toplum ve insan ilişkisini anlatmaya calışır. Buna gore, insan beslenme ve barınmaya ihtiyac duyar; bu ihtiyaclarını karşıladıktan sonra da bu ihtiyaclarını korumaya calışır. Bu durum da toplum doğar. Toplum insana tum bu ihtiyaclarını sağladığı gibi, onu korumayı da vaat eder. Yani toplum, sadece ihtiyacların karşılandığı bir yer değil, aynı zamanda bir duzendir. Lakin, topluluklar bu duzeni korumak icin yine kendi aralarından bir otorite secmek zorunda kalırlar. Bu duzen, bir iradenin ( bu irade Allah), iradesiyle değil, toplumdaki insanların iradesiyle meydana gelir. Ama insanlar, bir amac uğruna yaşar ve olur. Bu durumda toplum, surekli durum değiştirir, kabul değiştirir ama yaşamaya devam eder. İşte tam da bu yuzden İbn Haldun, tarihe genel olarak bakmakla işe başlar.
Toplumdaki insanlar olur, toplum deri değiştirir ve yoluna devam eder. Eğer bir tarih yazarı, atılan bu deriye bakarak toplum hakkında fikir beyan ederse yanılır. Bu goruş de dışardan ustun koru bir bakış olur. İbn Haldun ise, toplumsal hayatın durumları, toplumun yaşadığı coğrafya, toplumun refah seviyesini arttıran ya da azaltan devlet yonetimi, duşmanlar ve onların kimlikleri, toplulukta insanların ne ile gecindikleri, toplum asabiyeti ( akrabalık anlamından bahsedilmekte) gibi pek cok duruma bakarak o toplum hakkında değerlendirme yapar. Tam tersi durumunda yorumun sadece batınî olacağında da vurgulayarak bahseder. Tum bu toplumsal olaylar ve durumlar bir surectir ve İbn Haldun, bu surecin iki yonune vurgu yapar. İlk yon, zorunlulukla oluşan olaylar ve durumlar; ikinci yon ise bu zorunlulukların insanlar tarafından nasıl algılandığı. Bu iki durumu birleştirip topluluk hakkında fikir sahibi olmaya calışır.
[h=4]İbn Haldun ’a gore İnsan Nedir? [/h]Oncelikle, İbn Haldun insan ve toplumu birbirinden ayırmaz. Bu bakımdan da insanın, toplumun bir nevi aynası olduğunu ifade eder. Bu yuzden, insanın kendi başına edindiği bilgi ve ahlak diye bir şey olmadığını, sadece karakter ve toplumun oluşturduğu başka huylardan bahseder.
İnsanın tanımını yaparken onu meleklerden ve hayvanlardan ayırır. İnsan hayvandan akıl ve fikir gucu ile; melekler aleminden ise irade gucuyle ayrılır. İrade ve kasıt ise, insanın yaşanmışlarının bir getirisidir. İrade ve kasıt insana, duygularının otesinde bir bakış acısı sağlar.
İnsan, topluma muhtactır, toplumlar ise umranları oluşturur. Umranın oluşmasında ise cevre cok onemlidir. İbn Haldun ’un meşhur “Coğrafya kaderdir” anlayışı da buradan doğmuştur. İnsan ve cevresi arasında cok sıkı bir ilişki vardır.
Cevre, umranın oluşmasında oldukca onemlidir. Eğer cevre şartları, bir medeniyetin var olmasını gerekli kılan şeylerden yoksunsa medeniyet oluşumundan soz edilemez. Hayata uygun doğal cevrenin getirdiği bazı imkanlar ve dolayısıyla sınırlılıklar vardır. İşte bu imkan ve imkansızlıklar insan karakterinin oluşmasında, genetikten sonraki en onemli etkendir. Aynı cevrede ve umranda yaşayan insanlar hem fiziken hem de maneviyat olarak bu yuzden birbirlerine benzerler. İşte bu yuzden İbn Haldun, bir toplumun tarihini yazarken once onun coğrafyasına bakar. Bu bakımdan da yedi kıtanın yetmiş iklim ozelliklerini ve coğrafyasını cıkararak bolgelerde yaşayan toplulukların ve insanların ozelliklerini tayin etmeye calışır.
[h=4]İbn Haldun ’a gore İnsan ve İklim İlişkisi [/h]İnsanların yaşadıkları coğrafyalar ile kişilikleri arasında yakın bir ilişki gorur ve kendince bu ilişkiyi belirlemeye calışan İbn Haldun ’un sıcak ve soğuk iklimde yaşayan insanlar hakkında bugun de gecerli olan onemli tespitleri vardır. Ustelik bu tespitler, sadece fiziksel değil, aynı zamanda ahlakî tespitlerdir. Sıcak ve soğuk iklimde yaşayan insanların en cok deri renkleri değişir der İbn Haldun, daha sonra da goz renklerinin farklı olduğuna değinir. İbn Haldun, cok gezip gormuş bir adamdır; bu bakımdan iklimleri sadece sıcak - soğuk olarak değil ayırmaz, bu iklimlere bir de kendi deyimi ile “mutedil” şimdiki coğrafya terimlerimizle ılıman iklimi de ekler. İbn Haldun sıcak iklimde yaşayan insanları, zevklerine duşkun, aceleci, hafif meşrep; ılıman iklimde yaşayanlar hafif, soğuk iklimde yaşayanlar ise tedbirli olarak tanımlanır. Bu davranış şekilleri onların en baskın davranışlarıdır.
İbn Haldun ’a gore Yerleşik Olma ve Gocebe Olmanın İnsan Uzerindeki Etkisi
İbn Haldun insanları sadece iklimin etkilediğini var saymaz. Ona gore insanın yedikleri ve bedevi mi yoksa medeni mi yani gocebe mi yoksa yerleşik mi olduğu da onemlidir. Elbette gıda, yine iklimle bağlantılıdır. Ilıman iklimlerde yaşayan insanlar tarıma daha elverişli topraklarda yaşadıkları icin yerleşik hayata gecmişler, şehir kurmuşlardır. Şehirde geniş beslenme imkanlarına sahiptirler, cok iyi gıdalara erişirler. Ama bunun yanında zararlı gıdalar da vardır. İnsanlar, bunların her ikisini de tukettiklerinde bicimsiz ve cirkin bir vucut yapısına sahip olurlar. Şişmanlık, daha sonra zihin yapılarına da bulaşır ve zihinsel eylemler korelir, ciddiyetini kaybeder. Ama gocebeler, hareket ettikleri ve zor şartlarda hayatta kaldıkları icin hem zekaları gelişir hem de daha bicimli vucuda sahip olurlar.
Gocebeler, zor şartlar altında yaşadıkları icin tahammul seviyeleri yuksek ve guclu karakter – vucut yapısına sahiptirler. Şehirde yaşayanlar ise rahatı tattıklarından zorluklara tahammul edemezler. Bu yuzden de kıtlık, sel gibi felaketler karşısında daha cabuk teslim olurlar.
Tabii, bu ayrımların yapıldığı zamanlarda, ulaşım, iletişim, gıda uretimi insan ve hayvan gucu ile yapılmakta, iklim şuandaki gibi dengesiz ve bozuk değildi. Şimdi, tarıma dayalı toplum durumunda olmadığımız gibi gocebelik kulturu de kayboldu. Ayrıca ırkların ve toplulukların birbiriyle kolay kaynaştığı bir cağda, iklimsel karakter ve tip ayrımı cok zordur. Bu bakımdan lutfen, bir tarih okuduğunuzu fark edip İbn Haldun ’un goruşlerini onun yaşadığı cağı duşunup yorumlayınız.
[h=4]İbn Haldun ’a gore Tarih Nedir? Neden Onemlidir? [/h]İbn Haldun, pek cok alim tarafından tarihci olarak tanınır. Bugun dahi onun tarihciliği, pek cok alandaki calışmasının ustundedir. Bu bakımda n onun tarihten ne anladığı, tarih yazıcılığını nasıl yorumladığı işi tarih olanların ya da tarih ile ilgilenenlerin bilmesi gereken konulardandır.
İbn Haldun tarihi, “yolu kutsal, faydası cok, gayesi şerefli” (Mukaddime, s.291) olarak tanımlar. Tarih, bir donemin, bir toplumun ya da gecmiş donemdeki bir toplumun “haber” ve “ahval”lerini eserinde toplayarak duyuran tarihci sayesinde var olur. Yani tarih yazıcılığı olmazsa tarih de olmazdı İbn Haldun ’a gore
Tarihî olayların iki yonunden bahseder İbn Haldun, zahirî yon ve batınî yon. Zahirî yonuyle tarihsel olaylar bir toplumun nasıl bayındır olduğuyla, savaşların nasıl cıktığıyla, antlaşmalarla, devletin sınırlarının genişlemesi ya da daralmasıyla vb ilgilenir. Batınî yon ise, zahirî yani gorunen olayların sebeplerini araştırır. Bu da bizi umran ilmine goturur ve ayrıca, durumların nedenleri sorgulandığı icin tarih bir tur felsefedir.
İbn Haldun, pek cok İslam tarihcisiyle birlikte tarihcilerin tarihi sadece zahirî yonunu yazdığını bu yuzden de rivayet ile gerceği ayıramadıklarından yakınır. İslam tarihcisi icin rivayet ile gerceği ayırmak cok onemlidir cunku işin sonunda hadis ve sunnetler vardır. Bu bakımdan İbn Haldun, bir olayın rivayet mi gercek mi olduğunun iyice anlaşılmasının elzeminden bahseder. Olayların “neden” geliştiğini sormamak ve bir olay duyulduğunda bu olayın kahramanı olan toplumun karakterini bilmemek rivayeti gercek sanmamıza neden olur der İbn Haldun. Bu bakımdan rivayeti red ve kabul tarih yazıcısının elindedir; red ve kabul kıstasını koyan da kendisidir. Eğer tarh yazıcısı, umran nedir bilmezse, toplumun ahvalinden habersize rivayeti gercek zanneder ve bu şekilde yeni rivayetler de doğar der İbn Haldun.
Umran, bir sonuctur. Her sonucun oluşmasında ise nedenler vardır. Umranı anlamak icin nedenleri anlamalı ve bu nedenlerin bir duzen sonucu mu yoksa rastgele mi olduğunu anlamamız gerekir. Yani umran, tarihci icin doğrudan bilgi değil, dolaylı bilgidir. Tarihci, bu bilgileri ve nedenleri doğru tahlil etmelidir.
Tarih yazıcısının onune gelen her haber doğru değildir. Tarihci haberin doğru mu yanlış mı olduğunu anlamalıdır. Tarihcinin ilk gorevi doğruları yanlışlardan ayıklamak, sonraki gorevi ise doğruları bir duzen icinde bir araya getirmektir. Yalnız tarihci, bir mezhebe ya da goruşe bağlıysa, kendisine gelen haberlerin kendi fikir ve goruşlerine uyanları alabilir.
Tarihcinin en yaygın ve en hayatî hatası, tarihini yazdığı ahval hakkında fikir sahibi olmaması. Tarihci, olayları meydana getiren nedenlerden bihaberse ve ahvalin bu olayı neden gercekleştirdiği hakkında bir fikri yoksa yanlış bilgiler ile eserini kaleme alacaktır. Bu bakımdan İbn Haldun ’a gore nakilcilerin ve tarihcilerin en buyuk hatası sadece nakile ve habere itikat etmeleri ve bu haberleri, nakilleri ya da olayları eski olaylar ile kıyaslamadan direkt olarak kabul etmeleri.
Mukaddime adlı eserinde İbn Haldun “gecmiş ile gelecek suyun suya benzediğinden daha cok birbirine benzer” der. Bu bakımdan tarihci, tarihi olayları aktarırken azami dikkat etmelidir.
İbn Haldun ’a gore Devlet Nedir? Nasıl Oluşur? İdeal Devlet Duzeni Nasıl Olmalıdır?
İbn Haldun ’un devlet ve mulk anlayışında en onemli iki kavram, bizce, asabiyet yani akrabalık ve ahlaktır. İbn Haldun, toplum icinde birbiriyle akraba olanların, birbirlerine ahlak bakımından benzer olanların ve aynı karakterde olanların kucuk cemiyetler var ettiklerinden bahseder. Bu cemiyetlerin en guclusu de toplum ustunde otorite kurar. Asabiyet kavramı da tam olarak burada devreye girer.
İbn Haldun, buyuk topluluklar icinde akrabalık, aynı sosyal mekan gibi bazı ortak unsurları olan insanların toplanarak, makro toplulukta, kendileri gibi olmayan “diğerlerine” karşı savunma oluşturdukları ya da gecinmek icin iş birliği yaptıkları mikro topluluklar oluşturduğunu bahseder ve bunu da ASABİYET olarak adlandırır. Asabiyet, insanların makro toplumlarını, yani ait oldukları toplulukları yıkmaz, tam tersi o toplumun oluşmasının on şartıdır. Asabiyet, iki şekilde yapılır. Birincisi akrabalık diğeri de uzun sure aynı mekanda yaşayan insanlarda oluşan birlik. İbn Haldun, insanların once akrabalıkla bağlı olduklarına oncelik verdiğini de belirtir. Toplumdaki en guclu asabiyet, gucu yani iktidarı ele gecirir ve kendi asabiyetini yanına ceker der İbn Haldun.
Kabilenin en guclu asabiyeti, kabilenin iktidarını ele gecirebilir, ic işleri duzenleyebilir ama gucun doğası gereği bu yetmeyecektir. Guc, hakimiyete donuşur ve “devlet” ile “mulk” kavramı ortaya cıkar. Kabile olan devlet, kendi gibi devletleri gucu altına almaya calışır. Eğer kendisinden daha gucsuz bir devlet ile karşılaşırsa onu yok eder ya da hakimiyeti altına alır; ama kendisinden daha guclu bir devlet ile karşılaşırsa onun sınırları o devlete kadar demektir. Daha ilerisi soz konusu olamaz. Mulk icin asabiyet gerekir. Ama mulku elde tutmak icin asabiyetten fazlasına ihtiyac vardır.
Mulku, guclu bir asabiyet ele gecirebilir ama o mulku elinde tutması icin ahlaklı olmalıdır. İbn Haldun, bir asabiyetin hem fiziken hem de ahlaken guclu olması gerektiğine inanır. Mulkun elde tutulması icin gereken ahlak unsurlarına da “HILAL” adını verir İbn Haldun ve ekler, bu ikisi olmadan mulkun elde tutulması imkansızdır. Eğer ki iktidarda hılÂl yoksa, o zaman o yonetim zorbalık ve adaletsizlik getrir.
İbn Haldun tum bu ilişkileri insanın doğasıyla acıklar. İnsan doğası gereği hayvanî icgudulere de sahiptir, insan olmasını sağlayana “akıl”a da. İnsanın hayvan tarafı kendi varlığını surdurme isteğinde, insan olan tarafı ise toplum olma isteğindedir. İnsan, hayvanî tarafıyla kotuluğe, mantıklı ve akıllı tarafı olan insan tarafı ile hayra sevk edilir. İnsan, hayra yakın olduğu icin “devlet” ve “mulk” kavramlarını yaratmıştır. Yani İbn Haldun, “devlet” ve “mulk” kavramlarını yaratan insanı bir nevi “ust insan” olarak gormektedir.
İnsan, hayra yakın olmasaydı tarihî – toplumsal varlık da olmazdı. Yani “ahlak” ve “toplum olma isteği” birleşerek bu varlık alanını yaratır. Varlık, doğası gereği olumludur. Olumlu olan da hayra dayanmak zorundadır. Şer, yani olumsuzluk, insanların buyuk kısmı tarafından tercih edilmediği gibi yok edilmek istenmektedir. O halde siyaset olumlu ve hayırlıdır. Yoksa, bu kadar zamandır var olamazdı.
İbn Haldun ’a gore Mulk, Refah, Reis Kavramları
Toplumdaki otorite, ahlaken ve madden guclu olan asabiyetin, diğer asabiyetlere galip gelmesiyle meydana geliyordu. O halde toplumda bir galip ve mağlup ilişkisi var der İbn Haldun. Mağlup yan yenilen, galip olanda her zaman onemli ve kendisinde olmayan bir şey arar. Başarının sırrını ondaki cevherde gorup onun gibi olmaya calışır. Bu durum baba ile oğul ilişkisine benzer. Cocuk, babası gibi olmak ister, onun inandığına inanır. İşte hukumet ile halk arasındaki ilişkide buna benzer. Halk, yoneticisinde hep onlarda olmayan bir erdem arar. Bu da hukumdarın kemal sahibi olduğu duşuncesini doğurur. Yoneten ile yonetilen arasındaki ilişki bu şekildedir der İbn Haldun.
İbn Haldun, devletin gucunu de değerlendirir. Ona gore devletin bir merkezi vardır ve merkezden uzaklaştıkca hakimiyet azalır. Guc, aynı zamanda devleti yoneten asabiyetin gucu ile doğru orantılıdır. Tum bu durumlara ornek olarak İslamiyet ’in ilk yılların orneklendirir İbn Haldun. İslamiyet ’in ilk zamanlarındaki genişleme, tabii sınırlara ulaşınca durmuştur. Tabii sınır, devletin hakimiyeti altında olan ve savunabileceği son noktadır. İslam fethi, o noktaya ulaşınca durmuştur. Aynı durum Osmanlı icin de gecerlidir.
Mulkun var olması icin istikrar şarttır. Bu durum mulkun doğasıdır. Devleti oluşturan asabiyet, ki Osmanlı hanedanlığı asabiyete ornek verilebilir, bir ust asabiyet oluşturarak devletteki refahın daimi olmasını sağlar. Bunun sonucunda mulk oluşur. Ama istikrar sadece mulk getirmez. İnsanların ilahlaşma sevdası yuzunden, yonetici konumundaki kişi guclendikce, iktidarı asabiyetinden uzaklaştırıp şahsileştirir. Kendisine uyarıda bulunan yakınlarını da kendi yanından uzaklaştırarak asabiyetine mensup olmasa bile sadece kendisine sadık insanları yanına, dolayısıyla devlet kademesine getirir.
İstikrar mulku, mulk ise refahı getirir. Belirli bir refah seviyesine ulaşan kişilerde luks tuketim başlar. Luksun sınırları ise, mulkun sınırları kadardır ve mulk sınırlı luks ise sınırsızdır. Refaha ulaşan devletlerde, luks tuketim, gunu guzel gecirme amac haline gelir. Refah ise, bir devletin olgunluk cağının gostergesidir. Varlık duşuncesinde, amacına ulaşan varlıkların yok olduğundan bahseden İbn Haldun, refahın bir devlet amacı olduğundan bahseder ve amaclarına ulaştığı icin yavaş yavaş yok olma surecine girdiğini dile getirir. Aşırı luks tuketimi, bir devlet icin sonun başlangıcıdır.
İbn Haldun ’a Gore Devletlerin Doğumu – Yaşamı – Olumu
Devletin omurlerini beş aşamada sunar İbn Haldun. Biz de size en anlaşılır ve kısa yoldan ama bilgiden calmayarak anlatmaya calışacağız.
1. Devletin birinci aşaması : Devlet bu aşamada kurulur. Asabiyet, ortak bir cabayla devleti kurar. Kuruluş aşamasında artan guc, mulku doğurur. Refah seviyesi arttıkca nufus artar, asabiyetler coğalır. Bu durumda maliyetler de artar. Eğer lider ahlaklı ise, toplumda da bu ahlaka yoneliş gercekleşir.
2. Devletin ikinci aşaması : Yoneten ailenin yoneticisi, yani gucu elinde bulunduran kişinin gucu ailesinde ya da tekelinde toplamasıyla ikinci aşama başlar. Bu durum zaten engellenemez cunku iktidarın doğası gereği tekelleşme meyilindedir. Bu tekelleşme iktidar sahibinde meydana gelir. Yalnız, guc olmadan iktidar da olmaz. Bu bakımdan, guc, devletin ilk aşamasında olduğundan daha farklı bir konuma evrilir. Nihayetinde, devlete icten ve dıştan gelen tehditler, bu donuşum sayesinde mağlup edilir ve devletin istikrar sureci başlar.
3. Devletin ucuncu aşaması : Bu aşama, ikinci aşamada elde edilen istikrarın nimetlerinden faydalanma donemidir. Bu aşamada, icten ve dıştan gelecek tum askerî mudahaleler icin devlet hazırdır. Ulke, kendini savunacak orduya kavuşmuştur. Şimdi, ulkenin imar aşaması vardır. İktidar tek elde toplanmıştır, artık ulkenin daha bayındır hale gelmesi icin calışmalar yapılmaktadır. Yani, devlet bir olgunluğa ulaşır. Yalnız uyarır İbn Haldun, her olgunluk curumeyi yani olumu de beraberine getirir.
4. Devletin dorduncu aşaması : Bu aşamaya kadar, devlet hatırı sayılır bir ilerleme kaydetmiştir. İstikrar artık bir amac değil, olması gereken bir durumdur. İstikrarın elde edilmesinden sonra toplum yeni gelenekler geliştirir. Bu aşamaya nasıl geldiğini de unutur. Devletin asli gorevi ilerleyip gelişmek değil, elde edilenleri yani var olanı devam ettirmektir.
5. Devletin beşinci ve son aşaması : Bu devletin ihtiyarlık ve olum aşamasıdır. İktidardakiler, kendilerini vazgecilmez gorurler. Bu durum, zevk ve eğlenceye duşkunluğu de getirir. İktidarın keyfi kullanımları başlar. İktidar sahibi, devlete gore kısacık omrunu, devletin nimetlerini kullanarak zevk ve sefa icine yaşayarak harcar. Artık ne istikrarı devam ettirme aşkı ne de ilerleme heyecanı kalır. İktidarın oluşma şartları unutulur. Bu durum topluma da yansır. Toplum da luks icinde yaşamaya başlar. Oysaki var olan sınırlı, istekler ise sınırsızdır. Bu durumda, devlet son bulur. Son bulan devlet uzerine ya yeni bir asabiyet yeni bir devlet kurar, tıpkı Osmanlı Devleti yerine kurulan Turkiye Cumhuriyeti gibi, ya da devlet tamamen yok olur.
İbn Haldun, tum bu durumların mutlaka gercek olacağın ve bunun asla engellenemeyeceğini iddia eder. İbn Haldun bu tezini, sonsuz olan tek varlığın Allah olduğunu ispat icin de ele almıştır.
SONUC
İbn Haldun, siyaset, din, devlet, tarih, İslamiyet gibi pek cok beşeri bilim uzerine yorumlarda bulunmuştur. Yalnız, o, tarih anlayışı ile bilim tarihinde anılır. Onun tarih anlayışı ve bu anlayışa getirdiği “medeniyet” kavramı, bugun bile hala kullanılan bir teknik haline gelmiştir.