-Ne olur sus! Dedi.
Gozleri dolmuş kalbinin atışı hızlanmıştı.
-Yalvarırım sus!
Başını onunden kaldıramıyordu. İcinde bir yerlerde ayağa kalkmanın, gozlerindeki tukenmişliği silerek kırmızı gozlerinden şimşekler caktırmanın, hayalini kuruyordu. O konuştukca hayalide imkansızlar diyarına ucuyordu. Sesi iyice inceldi. Hıckırıklar boğazında duğumleniyor, yutkunmakta zorlanıyordu. Gozleri ağlamaktan, utancın sonuna gitmekten cekiniyordu. Ağlarsa tamamen biteceğini duşunuyordu. Gozyaşlarını yutkundu. Son bir nefesle;
-Sus artık tamam. Dedi… icinden.
Bu son kelimeyle sanki vucudundan tum gucu cekilmişti. Gozleri karardı, başı donmeye başladı. Ayaklarının duğum olduklarını gordu. Artık tepesinde konuşanın sesi cok uzaktan geliyordu. İcine bir ferahlık akmaya başladı. Goğsundeki yanmayla birlikte olduğu yere kıvrıldı. Tespih boceği gibi yuvarlandı, ayaklarını iyice kendine cekti. Burnuna menekşelerin o nahif rayihası calındı. Kokulara olan hassasiyeti tebessum etmesine sebep oldu. Bitmişlikten kırışmış yanaklarına, -dudaklarının yukarıya doğru hareketi- dalgaları yaran bir kayık goruntusu vermişti.
Tebessumu sırıtışa donmeye başladı. Kapanmış goz kapaklarının altında cocukluğundan şeritleri seyretmeye başladı. Kayıtsız mutluluk zamanlarının huzuru ısıtmaya başladı bedenini. Arada bir kıkırdamasına engel olamıyordu.


-Ebe. Dedi Canan.
-Ne ebesi… Daha başlamamıştı ki.
-Hemen cıllıma yine, hep boyle yapıyorsun ama?
-Ben cıllımıyorum! Hem ona kadar saymadın ki. Sekiz diyip etrafına baktın, tam saysan saklanacaktım. Asıl sen hile yapıyorsun.
-Hayır saydım! On dedim, “onum arkam ebe sobe” de dedim. Nasıl duymazsın?
Bir anda dondu yuzundeki tebessum, kıyıya vurdu. Canan’ın gri gozlerindeki yaşlarının tuzu Akdeniz tadında bir esintiyi hissetmesine sebep oldu.

Nasıl olduysa kendini sahilde kumsal uzerinde uzanmış Şahika’nın yanına yururken gordu. Kafasındaki akrepleri hizaya sokmaya calışıyordu.
Ne diyecekti ki şimdi? Nasıl anlatacaktı nerde kaldığını? yine bir anlık şehvet aşkının onune gecmişti. Adımları yavaşladı. Korkuyordu aşkını kaybetmekten, icindeki vicdan azabının onu ısırmasına engel olamıyordu. Onu cok seviyordu. Onsuz bir hayatı hayal etmek bile fikrini acıtıyordu. Ama nasıl oluyorsa her seferinde kendine yanaşan guzel bir yabancıya “hayır” demeyi beceremiyordu. Hırıltılar arasında saatlerce hayvanlar gibi sevişip, son geldiğinde her ferahlama, cenderesini de yanında getiriyordu. Bundan kurtulmalıydı, kalbi sıkışmaya başladı, adımları iyice yavaşlamıştı. Tam oradan kacıp gitmeyi azabını kendince yaşamayı duşunmeye başlamıştı ki; Gul bahcesi guluşlu sevdası ona donup;
-Geciktin, bir şey mi oldu? dedi.
Paniklemişti, ne diyeceğini bilemedi, kekeleyerek;
-Geciktim mi? diyebildi.
-Evet farkında değimlisin bir saat oluyor lobide senden ayrılalı. Ne zor bir şeymiş fıskiyenin arızasını soyleyip gelmek.
-Şey aslında yani…
-Neyin var senin? Deyişi kulağında yol alırken;

yuzundeki poyrazı yureğinde hissetti. Kalbi uşudu. Titremeye başladığını fark etti. Donuyordu, iyice ayaklarını kendine doğru cekti. Akşam olmuş bir sokakta yeni yanmaya başlayan sokak lambalarının altında anlam veremediği, nasıl geldiğini bilemediği huzunle yuruyordu. Mezarlığın kapısında durdu.
-Nasıl? dedi ve unuttu.
Ayağını suruyerek kapıdan girdi. İşte yine aynı yerdeydi. Hedefinin yolu uzerindeki nerdeyse tum mezar taşlarını ezberlemişti. İşte şu sağda ki mozaik taşlı, toprağı gocmuş, eğri duran; “1965-1987 Kazım kızı Safiye Kartal.” Kral tahtı gibi duran beyaz mermerden yapılmış buz gorunumlu her baktığında urperdiği yolun solundaki; “1972-2009 Mehmet oğlu Omer.” Hep yaptığı gibi o mezardan sonra adımlarını hızlandırdı. Fatma’ları, Mehmet’leri, Arzu’yu ve Zuleyha’yı gecti.
İşte gelmişti, karşısında duruyordu beş yıl once kaybettiği, toprakla randevusuna eşlik edemediği adam. Usulca sokuldu, yine korkmuştu onu rahatsız etmekten. Benliğine sinmişti, urpermesine engel olamadı. Babası yatarken uyandırılmayı hic sevmezdi. Cocukken yediği dayaklar canlandı gozlerinin onunde; kalcasında izler belirdiğini hissetti, kıpkırmızı. İlk anki yanık hissiyle kemer izleri. Usulca coktu mezarın ayak ucuna ve babaannesine teşekkur etti icinden. Bir hafta uğraşmış ve tekrar ettire ettire ezberletmişti kulfu ve elhamı. Kulfuyu ucleyip elhama uladı, mezara ufledi. Verdiği nefesle icinden, ruhundan bir parcanın mezar taşını sardığını fark etti. Ruhundan cıkan bir elin mezarın icine uzandığını gordu ve babasını kemikten ellerini tutup optuğunde dudaklarına gelen puruzlu kemik hissini silmek icin, koluyla dudakların temizledi. İc daraltan kemik kokusu burnuna yapışmıştı. Babasının karşısında sumkuremezdi de, ic cebinde taşıdığı esans şişesini cıkardı, bileklerine surdu, burnuna goturup derin bir nefes aldı.
Niye engel olamıyordu bu kokuyu her icine cekişinde gozlerinin kapanmasına. Kapanmışın icinde kapanmak garip geldi. O mezarın başında kalmak istiyor muydu? Hazır perdeler inmişken başka bir yere mi gitseydi? Fark etmişti duşuncelerini, babasının sesinin kuvvetli kolları kaldırdı kapananları. Urkek bir sesle;
-Buyur baba, dedi.
-Eşşoğlusu niye geldin lan yine?
Başı onune eğilmişti, ne kadar istese de yuksek sesle soyleyemezdi.
-Seni ozledim baba ve sana hic olmadığım kadar ihtiyacım var.
-Yine ne oldu be oğlum? Ne zaman bitecek? Zırvalıklarından kurtulup kendine vasatında bir yol bulacaksın. Bırak şu mezarımda rahat edeyim, ama ne mumkun oldurdun yetmedi bide burada mı, kahrolasıca yeter artık!
-Baba ben oldurmedim seni, neden boyle diyip duruyorsun? Sen orda olmamalıydın. Asla gitmeni de istemezdim. Ne olur beni suclama.
-Seni suclamayım mı? Ya ne yapıyım ha? Başını bir boktan diğerine o kadar hızlı sokuyordun ki seni birinden kurtaramadan diğerinin icinde buluyordum. Ben nerde hata yaptım ha! Nerde?
İcinde kaynamaya başlayan gozyaşlarını tutmaya calıştı. Fısıltıyla;
-Baba! Diyebildi.

Burnuna gelen lağım kokusuyla nerde olduğunu şaşırdı. Gozleri bağlıydı etrafta cok ağır bir koku vardı, bacağı acıyordu, elleri arkadan bağlanmıştı ve kıpırdayamıyordu. Fısıltıyla konuşmalar calınıyordu kulağına;
-Vuralım gitsin patron, bu kopekten para cıkmaz. Diyordu birisi. Daha tok sesli ve aklı başında bir diğeri;
-Bu itin olusu bize ne kazandıracak Sıtkı? Birde adam yerine koyup hapis yatırırlar. Bence babasını arayıp tehdit edelim. Oturdukları bir daire var bildiğim kadarıyla onu sattırır paramızı alırız.
Bağrışmalarla dolu telefon goruşmesi dinledi. Seslenip durdurmak istese de cenesini kıpırdatamadı sanki kırılmıştı. Kahkaha sesiyle irkildi;
-Lan pezevenk hadi yırtacan galiba. Baban seni seviyormuş kopek eniği, odeyecek borclarını. Keşke seni bu kadar dağıtmadan arasaydık adamı bir surude hastane masrafı cıkacak moruğa.
Pis koku beynine işlemişti. Ne konuşulanları dinleyebiliyor ne olanları algılayabilirdi. Kokunun ağırlığı koparmıştı. Buradan cıkmalıydı, yoksa cıldıracaktı. Esans şişesi neredeydi?

Guzel bir koku hayal etmeye calıştı. Beyninin tum hucrelerini zorluyordu. Delirmemek icin buna muhtactı. Kokunun değişmeye başladığını hissettiğinde kendini iyice zorladı. Ama burnuna hastane kokusu gelmeye başlamıştı. O insanın midesini ağzına getiren, sağlıklıyken bile soluması hastalanma psikolojisini harekete geciren; ilac, dezenfektan, irin ve hasta insan kokusu karışımı. Gozlerini actığında bembeyaz bir odada yatmakta olduğun gordu. Ayaklarında biri alcıya alınmış, bir kolu askıda, cenesinde sargılarla karşısında duran annesine bakıyordu.
-Uyandın mı oğlum? Dedi, kızarmış gozlerle.
O her zamanki şefkatli anne tonunda. Cevap vermek istedi ama cenesini oynatmasıyla, ancak acıdan buruşan yuzunu cevap olarak gonderebildi.
-Konuşmaya calışma oğlum cenen kırılmış hem de iki yerinden. Ne yaptın oğlum sen? derken yuzune kara bulutlar coktu sanki. Gozunden yaşlar inmeye başladı sonbahar selleri gibi ve selin onunde yok olan ormanlar gibi sanki yuzu silindi. Aklında haykırdı;
-Ne yaptım anne! Ben ne yaptım?
Cevabı duymak istemiyordu sadece icindeki felaket tamtamlarının sesini bastırmak istiyordu. Karanlıklar icinde duyduğu, anasının huzunle infaz edilmiş,
-Baban! cevabı oldu.
Nefes alamıyordu, ayaklarını oyle sıkı bastırmıştı ki goğsune acısı reflekslerinin onune gecmişti. Karnına saplanan krampında etkisiyle ayaklarını uzattı ve derin bir nefes aldı.

Cıktığı yere geri gelmişti.
Hala konuşuyordu susmamıştı. Tekrar ayaklarını toplayıp o odanın penceresinden dışarıya uzattı başını. Baharın tatlı serinliğini cekti icine; vakit şafaktı ve guneş kızıl geliyordu. İcine, esen meltemle gul kokusu doldu.

Babasının koyunun ceşme başında soluklandı, suyun şırıltısı icme arzusunu korukledi. Her yaz olduğu gibi yine koyun tezek kokulu yollarında koşturuyordu. Yaş on yedi, cocukluğun gurubu, gencliğin şafağında gunlerdi. Karşı evin damından aşağıya uzatılmış bacakları fark etti. Gozleri yavaşca yukarı kalktı, kendisini seyreden kızın gri gozlerinde soluklandı. Ritmi yukselen yureğinin sesinin duyulmasında urktu.
-Allah’ım bu nasıl bakış!
Bu cumleyi icinden mi, yoksa sesli mi soylediğini anlamaya calıştı. Nasıl gelmişti buraya onca kabusun arasında sadece o damda bir kere gorduğu ve asla adını oğrenemediği, omrunun kalanında karşılaştığı tum gri gozlulere aşık olmasına sebep olan bugune niye gelmişti.
Her insanın kactığı sığındığı bir hayali vardır daraldığında cat kapı icine daldığı. O yaz gunun meltem esintili sabahındaki damda oturan gri gozlu guzelde onunkiydi ve artık boğulmuşluğun doruğunda olmalıydı.

Derin bir nefes cekti icine ve hızını yine ayarlayamadı. Hava birden kara bulutlarla kapandı. Kohne bir evin onunde tahta bir kapıya bakarken buldu kendini. Sokağın iki ucunu dikkatlice kontrol etti takip edilmemişti. Hızlıca kapını mandalını acıp iceri girdi. Kırk mumluk ampulun ışığında sigara ve ot dumanından goz gozu gormeyen odaya girdi. İcerdekilerin tamamı kendilerinden gecmişti bir tek koşede turan yuzu facalı iri yapılı haric.
-Hoş geldin. Gel bakalım otur şoyle.
-Yok Ahmet abi cok uzun kalmayacağım. Dedi.

Bir anda kendi; evinde, annesini gun arkadaşlarıyla oturduğu salonun onunden gizlice gecerek yatak odasına girerken buldu. “İcerisi kalabalık bileziklerden birini yurutsem suclayacağı bir suru insan var. Bende rahatca kıvırırım.” diye duşunuyordu. Sessiz olmaya calışıyordu. Tuvalet aynasının en ust cekmecesini cekti, yerinden soktu, hep arkasında duran altın cıkınını bulmak icin elini iceri daldırdı. Bulduğu torba umduğu kadar şişman değildi. İcinde babasının evlilik yıldonumunde aldığı kolyeden başka bir şey yoktu. “Lanet olsun! Bununla ancak uc dort sigaralık alınır. Acaba daha sonra mı denesem? Ya uzun sure boyle bir ortamı yakalayamazsam? Ne yapalım kısmet bu kadarmış.” diyip kolyeyi cebine indirdi.

Dış kapıdan cıkıp, otomatiğe bastı. Yanan ışığın aydınlattığı merdiven evlerininki değildi. Bir an durdu;
-Yine nereye geldim..? elini cebine attı kolye yoktu, kucuk bir poşet vardı sadece. Cıkarıp baktı esrar olduğunu gordu. Onunde durduğu kapıyı hatırladı. Şerife’lere gelmişti. Zili caldı, kapıyı orta boylu duzgun fiziğiyle dikkat ceken ama yuzunde gencliğin ışıltısı olmayan bir kız actı.
-Hayırdır bu saatte? Sende nerden cıktın ?
-Evde kimse var mı Şerife?.. Bak sana ne getirdim. Elindeki o kucucuk poşeti sallamaya başladığında Şerife’nin yuzunde şaşkınlığın yerini mutluluk aldı.
-Yok, şehir dışındalar, gel dikilme oyle gir iceri. Birlikte salona gectiler.
-Valla bazen sende detektor olduğunu duşunuyorum. Nasıl boyle evde yalnız olduğum zamanları denk getiriyorsun hayret? Yuzun yayılan gevşemeyle;
-Bilmiyorum evet, ama şikayetci değilim. Sen otur bir cay koyayım, sende boş durma, birer tane sar da kafamızı bulalım. Ne buluyordu ki bu kızda? Bir gri gozleri bir de asla hayır dememesi. Başka?

Off …! uzaktan gelen inlemelerin arasına acı nidalı oflar karışıyordu. Kafası tamamen karışmıştı gercekle hayal arasına sıkışmış ne yapacağını bilemez bir haldeydi. O odaya geri donmek istemiyordu ama gezinip durduğu alemler cok daha acı verici olmaya başlamıştı.
- Tamam Canan sen haklısın, saymıştın. Ben yavaş davrandım. Affet beni seni ağlattığım icin. Yalvarıyorum affet. “Tekrar nerden cıktı bu Canan şimdi?” diye duşundu. Ayakları yerden kesildi. Tam anlamıyla ucuyordu. Ahmet abinin barakasının ustunden gecti once. Annesinden caldığı kolyenin parasıyla otunu almış hızlı adımlarla uzaklaşıyordu oradan. Sonra Şerife’nin sokağına yoneldi. İctiği sigaraların ve keyif dolu gecenin ardından evine gitmek icin yola duşmuştu. Cok daha hızlı ucuyordu şimdi. Şahika elinde bavulu otobus durağında goz yaşları icinde bekliyordu. Ona da haykırmak istedi ama sesi gucune denk gelmedi. “Gitme” demek istedi, kendi gidişine engel olamadı. Ahmet abinin evine yaptığı ardı arkası kesilmeyen ziyaretleri seyretti tek tek ve borc gırtlağı aşınca yediği dayakları. Ve işte babası eskimiş pabuclarını suruyerek, başı onunde, elinde bir cantayla giriyordu sağ cıkmayacağı dukkana;
-Ama!... Hayır, ben hastanede yatıyordum burayı gormeme imkan yok. Dedi icinden ve tepesinde konuşmaya devam eden o kahredici sesin yanında buldu kendini tekrar. Ne yazık ki, hala kotu kokmaya devam ediyordu kadın.

“Hadi” diyordu gri gozlu,beyaz onluklu kadın. “Hadi bir kelime soyle. Kendini bu kapatışın ne zaman son bulacak.”

“Kapatmak mı?” Diye gecirdi icinden.

“Keşke… keşke kapatabilsem de; yıkılmış dunyaların icimi kavuran kokusundan, elime bulaşmış kanın sıcaklık hissinden kurtulabilsem.
Şimdi, lutfen sus, yalvarırım sus artık, tekrar cıkıp gitmek istemiyorum şu kahrolası pencereden”
Meftun Celebi

__________________