Demokrasisiz cumhuriyet ve din devleti


Kurtuluş Savaşını yapan ve kazanan milletin cephedeki onderleri Osmanlının son doneminde onemli bir değişim gecirmiş olan ordu mensupları idi. Bunların onderliğinde Ankara’da kurulan yeni devlet değişimi hızlandırarak surdurmuştur.

Yeni devlet, gerek din karşısındaki ve gerekse dini azınlıklar karşısındaki tutumu itibariyle, Osmanlı Devleti’nden farklı bir yapıya sahip olmuştur.

Bu yeni devlet inkılapcı bir devlettir. Bediuzzaman cumhuriyetin başlangıcındaki yenileşme ve inkılap hareketlerinin bir ihtiyactan kaynaklandığını ve prensipte doğru ve gerekli olduğunu kabul etmektedir: Koca ordunun ve hukumetin teceddud ve inkılab ve harb-i umumi inkılabından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyat…”

Fakat ilkelerinin doğru tesbit edilmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. (Birinci Meclis’teki konuşmasında Şu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek.

İnkılap ozellikle Kur’an’ın temel hukumlerine uygun olmalıydı: “Bir gun riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslam ve Turk duşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, şeair-i İslamiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve alem-i İslam hakkında buyuk zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılab yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslamiyet’e muteveccihen Kur’an’ın kudsi kanun-u esasisi noktasından yapmak lazım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur …”

Ancak Turkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında temel fikriyatta bir problem vardır: Toplumun dini inanclarının zayıflığından da yararlanan bir dinsizlik komitesi iktidara kendi rengini vermeye calışmış ve onemli olcude muvaffak olmuştur. Bediuzzaman bu gidişi durdurmak uzere -davet uzerine- geldiği Ankara’da bulunmayı surdurmeyi duşunmuş ve denemiş, ancak ozellikle dinsizlik fikri ile mucadelenin doğru yonteminin bu yol olmadığını anlayarak ve başka maslahatlarla bundan vazgecmiştir:

“Bediuzzaman, İlahi kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, boyle en elzem bir vakitte, dine revac verebilecek bir teşekkulun zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber calışmak umidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlahi ve mu’cize-i Peygamberi ile duşman taarruzlarını def’eden ve milletin idaresinin başına gecen yeni Hukumet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve alem-i İslam’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslamiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddi ve manevi medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak uzere mecliste calışıyordu. Fakat pek kuvvetli maniler karşısına cıktı.”

“Bin uc yuz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslam ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkarı icinde, gayet muthiş bir zındıka fikri icine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek icin dessasane calıştığını gordum. Eyvah! Dedim, bu ejderha imanın erkanına ilişecek.”

Ankara hukumeti de başlangıcta, ozellikle 1926 yılına kadar, dini ve dini sembolleri ve bu arada şeriatı ve hilafeti korumayı –en azından gorunuşte- temel hedef olarak kabul etmiştir.

1926’daki hukuk inkılabı ile birlikte “Batılılaşma” yonundeki değişim arzusu acığa cıkmış ve hızlanmış, İsvicre’nin, Hıristiyan dinine ve kulturune ait kanunu tercume edilip laik Turkiye’nin yeni “Medeni” Kanunu adıyla yururluğe konulmuştur.

Bediuzzaman bu durumun zamanın şartlarından kaynaklanan gecici bir uygulama olduğunu varsaymaktadır:

“(Bediuzzaman bu kanundaki bazı hukumleri eleştirmiş olması nedeniyle devrim karşıtlığı sucuyla yargılandığı mahkemedeki savunmasında … Yalnız bu zaman ilcaatına binaen hukumet-i Cumhuriyenin o medeniyetin bir kısım kanunlarını kabul etmesiyle, Acaba bu hukumet-i Cumhuriye, Avrupa medeniyetinin kusurlu kısmının dava vekilliğine tenezzul eder mi?”

Nitekim bu uygulamalara ve 1928’de devletin dininin İslam olduğuna dair hukmun anayasadan cıkarılmasına rağmen Bediuzzaman devleti “hukumet-i İslamiye” olarak kabul ve tavsif etmektedir: Ben, hukumet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana gore bir kısım Kanun-u Medeniyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hukumet-i İslamiye biliyorum. Bin uc yuz elli senede gecen ecdadımızın mesleğine iktida eden bir adama, o tefsiri icin verilen ceza ve mahkumiyeti, dunyada adalet varsa elbette o hukmu nakzedecek ve bu acib lekeyi bu hukumet-i İslamiyedeki adliyeden silecek diye layiha-yı tashihimde yazdım.(1931-1932’de telif edilmiş olan 26. Mektupta da şu ifadeler vardır Şu devlet-i İslamiye yirmi-otuz milyon iken, butun Avrupa’nın buyuk devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’an’dan gelen şu fikirdir: “Ben olsem şehidim, oldursem gaziyim.” Kemal-i şevk ile ve aşk ile olumun yuzune gulerek istikbal etmiş. Daima Avrupa’yı titretmiş. …

Konumuzla ilgili onemli bir duzenleme olarak 1924 anayasasının 2. maddesi devletin dininin İslam olduğunu kabul etmiştir. Ancak Batılılaşmaya yonelik inkılapların hız kazanması ile birlikte devlet din dışı bir kalıba burunmeye başlamıştır. 1928’de Anayasanın 2. maddesi ve başka bazı hukumleri değiştirilmiş, devletin dininin İslam olduğuna dair hukum Anayasadan cıkarılmıştır. Ancak, 1924’te kurulmuş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, dini ve bu yolla toplumu kontrol altına almak uzere muhafaza edilmiş, yine 1924’te kurulmuş olan Vakıflar Genel Mudurluğu de vakıfları ve cemaatleri kontrol altında tutmak uzere devlet bunyesinde tutulmuştur.

1931’de Cumhuriyet Halk Partisi parti programına “laiklik” ilkesini almıştır. Ardından 1937’de laiklik ilkesi Anayasaya girmiştir. 1950’ye kadar, değişik tonlarda da olsa ana rengi aynı kalmak uzere, laiklik, dinin donuşturulmesi (bicimsel ve itikadi iceriğinden arındırılması) ve toplumsal hayattan dışlanması olarak uygulanmıştır. Başta Bediuzzaman olmak uzere, bu uygulamalara karşı cıkanlara da şiddetli baskı ve zulum yapılmıştır.

Dindarlara yapılan baskıların haksız muamelelerin sebebi devleti ve duzeni korumak değildi. Bu isim ve perde altında, aslında dinsizlik hesabına baskı uygulanmakta idi.

“Efendiler! Cok emarelerle kat’i kanaatim gelmiş ki; hukumet hesabına, «hissiyat-ı diniyeyi alet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlal etmek» icin bize hucum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim, imanımız icin ve imana ve emniyete hizmetimiz icin bize hucum edildiğine cok huccetlerden bir hucceti …”

Ancak Turk milleti fıtraten dindar olduğundan bu baskılara karşı onemli olcude direnmiştir: “Bu milletin yuzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslamiye ile ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren, muhalif-i fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfuru etse de kalben bağlanmaz.”

Prof. Dr. Nuri Cakır

KAYNAK

__________________