
Cenab-ı Hakk’ı bize anlatan, tarif eden uc buyuk tarif edici vardır. Bunlardan birisi, kainat kitabı, diğeri Kur’an-ı Kerim ve ucuncusu de Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Her biri bize Allah’ı tanıtmakta O’nun varlığını ve vasıflarını gostermekte, bize Allah’ı bildirmektedir.
1) Kitab-ı Kebiri Kainat (Buyuk Kainat Kitabı)
Kainat kitabı bizlere Allah’ı sıfatları ve isimleriyle tanıtmakta ve bildirmektedir. Bu kainat, 110 elementten yazılmış bir kitap gibi, her element adeta o kitabın harfleri, ya da murekkebi. Cenab-ı Hak, bu kainattaki varlıkları kudret kalemiyle o elementlerden yazmış. Her bir harf kendi vucudunu bir harf kadar gosterirken, katibini bir satır kadar ifade ediyor. Bir A harfi kendisini sadece bir harf olarak ifade ederken; katibinin bu yazıyı gorerek yazdığını, ilim sahibi olduğunu, yazma kudretinin bulunduğunu, bu yazıyı okuyacak olanın ilim sahibi olduğunu ve daha bunu gibi pek cok vasıflarının bulunduğunu bildirir.
O elementler, maddeler kimin mulku ise, butun ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulat da onundur. Deniz kimin ise, icindekiler de onundur. Kumaş gibi dokunan bu yapraklar, patiska gibi işlenen bu cicekler, konserve gibi hazırlanan bu meyveler, cicek cicek, desen desen halı gibi orulen ve dokunan bu yer yuzu, yıldızlarla ve galaksilerle suslenen sema, Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini bizlere gosteriyor ve okutturuyor.
Kainattaki her bir varlık, ozellikle canlılar, nizamlı ve intizamlı yaratılışlarıyla, istidat ve kaabiliyetiyle bir Sani-i Zulcelal’in varlığına işaret ederler. Kainat, adeta bir biri icerisinde sarılı bir gul goncası gibidir. Hakem isminin tecellisi şu kainatı oyle bir kitap şekline getirmiştir ki, adeta her sayfasında yuzer kitap yazılmış. ve her satırında yuzer sayfa yerleştirilmiş ve her kelimesinde yuzer satır mevcuttur. Her harfinde yuzer kelime var. Her noktasında bu kainat kitabının bir fihristesi, indeksi bulunur bir tarzdadır. O kitabın sayfaları, satırları, ta noktalarına kadar yuzer cihette yaratıcısını ve katibini gosteriyor ki, kendi varlığından yuz derece daha ziyade katibinin varlığını ve birliğini, vahdetini ispat eder.
Bu buyuk kainat kitabının bir sayfası, yer yuzudur. Bu sayfanın bir satırı bir bahcedir. O bahcede bulunan cicekler, ağaclar ve bitkiler, bahar mevsiminde beraber birbiri icinde yanlışsız yazıldığı gozle gorunuyor. O satırın bir kelimesi, meyve vermek uzere, yaprak ve cicek acmış bir ağactır. İşte bu kelime, muntazam, olculu, suslu yaprak, cicek ve meyveleri adedince Sani-i Zulcelal’in varlığına işaret eder.
Senin bahcende kirazlar nasıl yaprak ve cicek acıyor ve meyve veriyorsa, zemin yuzundeki butun kirazların da aynı kanuna tabi olması, buradaki tavuğun verdiği yumurta ile yeryuzunun her tarafındaki tavukların aynı kanunu gore aynı şekil ve yapıda yumurta vermesi, buradaki koyunun sut ve yavru verirken tabi olduğu kanunun butun yer yuzunde aynı olması, Sani-i Zulcelal’in varlığını, vahdetini ve her yerde tasarruf sahibi olduğunu bildirir.
Nasıl ki, bir muhur ile damgalanmış bir mektup, o muhurun sahibini gosterir, onun ismini okutturur. Aynen onun gibi, bir elma ağacının başındaki bir cicek de bir muhurdur. Yaratıcısının ismini okutturur, gosterir. Butun yeryuzundeki o nevi cicekler aynı yaratıcının ismini okutturur. Elma ağacı da bir muhurdur. Bu ağac kimin turası ise ve kimin nakşı ise, elbette o nevi ağaclar, onun muhurleridir, sikkeleridir. O ağacın bulunduğu bahce de bir muhurdur. O bahcede yetişen butun bitkiler bir yaratıcıyı gosteren muhurlerdir. O bahcenin bulunduğu ova yine O Sani-i Zulcelal’i gosteren bir muhurdur. Butun yeryuzu de daha buyuk bir muhurdur. Butun uzerindeki varlıkları kendi Halık’ının olduğunu gosterir. Kendi katibinin mektubu olduğunu ispat eder. Bir yaratıcının muhrunu okutturur.
Nasıl ki, guneşe karşı parlayan ve akan buyuk bir ırmağın kabarcıkları guneşi gosteriyor. O kabarcığın gitmesiyle arkalarından yeni gelen kabarcıkların yine guneşi gostermesiyle daimi bir guneşin varlığına işaret eder. Şu kainattaki her bir varlık da, bu dunyaya gelişi ve hayatlarıyla Vacibu’l-vucud’un varlığına ve birliğine şahadet ettikleri gibi, zevalleri ve olumleriyle o Vacibu’l-vucud’un ezeliyetine ve ehadiyetine şahadet ederler.
İnsan kendisine verilen cuz-i ilim, irade kudret ve malikiyetle, Cenab-ı Hakk’ın ilmini, kudretini ve malikiyetini anlar. “Ben nasıl bu mulkun sahibiyim. Burada istediğim gibi tasarruf edebiliyorum, Cenab-ı Hak da bu kainat mulkunun sahibidir ve onda istediği gibi tasarruf eder” der. Allah’ın isim ve sıfatlarını bir derece anlar. Butun insanlarda el, yuz ve goz gibi organlar aynı olmakla beraber, her bir ferdin simasındaki farklılık Cenab-ı Hakk’ın ehadiyetini ve birliğini, istediğini istediği gibi yaptığını gosteren bir muhrudur.
İnsan da yer yuzu sayfasında bir kelime gibidir. Her harfinde ayrı bir mana, her noktasında ayrı bir sanat ve hikmet gizlidir. Yuz trilyona yakın hucreden orulmuş bu insan sarayında her bir hucre bir nokta gibidir ve bu her bir noktaya binlerce cilt kitaba sığdırılmayacak kadar bilgi yukleyen kainat sahibi, kendi varlığını ve birliğini boyle bir muhurle gostermek istemektedir.
Butun bilimlerin gayesi ve faaliyeti bu kainat kitabını okuyup acıklamaktır. İnsan kelimesini okumaya calışan ilimler, onun her bir organını ayrı bir bilim sahası olarak ele almaktadır. Bu sahada edinilen bilgileri, Allah’ın eseri olarak algılamak, Allah’ı bilmeye vesiledir. Bu ilim sahasında bir kimse ne kadar ilerlese, bilgi sahibi olsa, marifetullah’ta, Allah’ı bilmede o kadar terakki eder.
2) Kur’an-ı Azimuşşan
Cenab-ı Hakk’ı bize tanıtan ikinci delil Kur’an-ı Azimuşşandır. Kur’an bize Halikımızı tanıtmakta, sıfat ve esmasını bize tarif etmektedir. Kur’an-ı Azimuşşanın tarifinden anlıyoruz ki, Cenab-ı Hakk, hicbir şeye muhtac değildir, her şey O’na muhtactır. Her şeyi O yaratmıştır. O yaratılmamıştır. Cunku, yaratılan mahluktur, İlah olamaz.
Cenab-ı Hakk’ın butun sıfatları ezelidir ve zatının zaruri lazımıdır. Yani, sıfatları varlığının gereğidir. O sıfatlarından her hangi birinin yokluğu veya sınırlı olması duşunulemez. Mesela; işitmesi sonsuz olmayan İlah olamaz, gormesi sonsuz olmayan Halık olamaz, ilim ve kudreti sonsuz olmayan Yaratıcı olamaz. Sıfatları zatından olunca, o sıfatların zıddı orada bulunamaz. Bulunması halinde iki zıddın bir anda bir arada olması gerekir ki, bu da mantıken mumkun değildir. Mesela, aydınlığın zıddı karanlıktır. Aynı anda hem tam aydınlık ve hem tam karanlık olması mumkun değildir. Cenab-ı Hak alimdir, ilim sahibidir. İlmin zıddı cehalettir. Cahillik, yani her hangi bir şeyi bilmemek Allah icin duşunulemez. Kudretin zıddı acizliktir. Aciz olan İlah olamaz.
Sıfatların zıddı girmeyince orada derecelenme olmaz. Cirkinlik olmayınca guzellikte derecelenme bulunmaz. Soğuk olmayınca sıcaklıkta derecelenme olmaz. Sıfatlarda kademelenme olmayınca orada az cok buyuk kucuk fark etmez. Dolayısıyla, Cenab-ı Hak icin, bir ciceği yaratmakla bir baharı yaratmak arasında fark yoktur. Cunku kudretinde acizlik bulunmaz. Bir atomu yaratmakla, Cennet ve Cehennem de dahil, butun kainatı halk etmek arasında fark yoktur. Bir atomu nasıl goruyorsa, butun alemleri de oyle gorur. Bir atomu nasıl idare ediyorsa butun varlıkları da aynı kolaylık ve rahatlıkla idare eder. Buyuk kucuk, az cok onun nazarında birdir.
Cenaba-ı Hak, Kayyum isminin tecellisiyle butun kainatı her an ayakta tutmakta tasarrufunda bulundurmaktadır. Bir an bile, hicbir şey O’nun nazarından haric değildir. Nasıl ki, bir fabrikayı calıştıran elektriğin bir an kesilmesi, o fabrikayı durdurursa, Sani-i Zulcelal’in kainattaki tasarrufu, idaresi, kontrolu bir an cekilse, her şey alt ust olur, kainat dağılır.
Tıpkı insan ruhunun, insanın butun bedeniyle bir anda alakadar olduğu gibi, Cenab-ı Hak da, kainatta her şeyi bir anda nazarında bulundurmakta, uzak yakın buyuk kucuk fark etmemekte, butun sesleri birden işitmekte, butun varlıkları bir anda gormekte, butununu birinin imdadına gondermektedir.
Atomlardan galaksilere kadar her şey, olmuş ve olacak, Cenaba-ı Hakk’ın ilmindedir ve Hafız isminin tecellisiyle her şeyi İmam-ı Mubin’de, yani kadar defterinde kaydetmiştir. Her bir atomun nerede nasıl gorev alacağı bellidir. Bu plan ve program cercevesinde eşya teşkil edilirken, İmam-ı Mubin’deki dusturlar cercevesinde, atomlar aldıkları emirle gerekli yerlere sevk edilirler ve boylece varlıklar Kitab-ı Mubin’de, yani alemi şahadette, yani bu alemde yer alırlar. Ama aynı zamanda hem ilm-i İlahi’de ve hem de İmam-ı Mubin’de kayıtlıdır. Belli bir sure sonra eşya bu hayat sahnesinden cekilerek, Kitab-ı Mubin’den silinir, İmam-ı Mubin’de ve İlm-i İlahi’de varlığı devam eder. Haşir’de diriltilme ile yeniden hayat sahnesinde, yani Kitab-ı Mubin’de yer alacak. İnsanın da butun filleri, yaptığı işleri kaydedilmekte, oldukten sonra tekrar diriltileceği, buyuk kucuk her amelinden hesaba cekileceği, iyiliklerin karşılığı olarak Cennet’in verileceği vaat edilmekte, kotuluklerin ağır gelmesi halinde de Cehennem’le cezalandırılacağı belirtilmektedir.
Cenab-ı Hak, butun varlıkları hem vucuda gelmeden ve hem de vucuttan gittikten sonra bilmektedir. Yani, gecmiş ve gelecek her şey bir anda O’nun ilmindedir. Nasıl ki elimizde bir ayna olsa, bu aynaya gore sağ tarafımızdaki mesafe gecmiş, sol tarafımızdaki mesafe gelecek farz edilse, o ayna once yalnız karşısını gorur. Yukarıya cıktıkca her iki tarafı da birden icerisinde gosterir. Aynanın icindeki bu goruntuye gore artık gecmiş gelecek soz konusu olmaz. Cunku, her iki tarafı da birden gormektedir. İşte İlm-i ezeli, hadisin tabiriyle, Manzar-ı aladan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı aladadır. Cenaba-ı Hak icin gecmiş ve gelecek soz konusu değildir. Her şey ve butun alemler bir anda O’nun nazarındadır.
Cenaba-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde ilmini bize şoyle tarif etmektedir:
“Yer yuzundeki butun ağaclar kalem, denizler de murekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha ilave edilse, Allah’ın kelimeleri yazmakla tukenmezdi.” (Lokman, 27)
Yer yuzunun dortte ucu denizdir. Bunların icinde 11 bin metre derinliğinde olan yerler vardır. Bu denizler murekkep olsa, bunlara yedi deniz daha ilave edilse, yine de Allah’ın ilminin yazmakla tukenmeyeceği bildiriliyor.
Bildiklerimi murekkepli bir kalemle yazmaya calışsam, bir cay bardağı murekkebin kafi geleceğini tahmin ediyorum. Kabul edelim ki, siz cok zeki ve cok bilgi sahibisiniz. Haydi sizin ilminizi yazmak icin bir surahi murekkep gerekli olsun.
Allah’ın ilmini tam anlamıyla bilmek, sınırlarını ihata ile mumkundur. Halbuki, bir surahi ile butun okyanusları ihata mumkun olmadığı gibi, bu okyanusların yedi katı daha olsa yine de O’nun ilminin bitmeyeceği beyan ediliyor.
Bunun manası şudur: Biz Allah’ın ilimlerinin sınırlarını bilemeyiz. Cunku bu bizim algılama ve anlama kapasitemizin cok uzerindedir. Biz sadece, bizdeki az ilim sayesinde, O’nun ilminin mahiyetini, yani ilmin ne olduğunu biliyoruz. Ancak, buyukluğunu tahmin edemiyoruz. İşte burada O’nun ilmini hakkıyla bilmediğimizi, ya da bilemeyeceğimizi bilmek ilimdir.
O’nun ilmi neyse kudreti de, gormesi de, işitmesi de iradesi de oyle sonsuzdur. Şimdi boyle butun sıfatları sonsuz olan bir yaratıcının sadece ilim sıfatını bilemiyorsak, butun o sıfatların sahibinin zatını hakkıyla bilmemiz elbette mumkun değildir.
3) Konuşan Burhan (Delil Olan Hz. Muhammed) (s.a.v.)
Cenab-ı Hakk’ı bize tanıtan ucuncu tarif edici, Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Peygamberimiz Aleyhissalatu Vesselam butun ehl-i imana imam, butun insanlara hatip, butun evliyaya seyyid, butun enbiya ve evliyadan meydana gelen bir zikir halkasının başı, Allah’ı bize tanıtan ve sevdiren bir murşittir. O’nun getirdiği nurun hasıl ettiği şahs-ı manevi ile yeryuzu bir mescit, Mekke bir mihrab, Medine İslamiyet’in butun aleme tebliğ edildiği bir minber olmuştur.
Kainatın sahibi Sultan-ı Zişan, bu kainat sarayının Yaratıcısı’nı tanıtmak, manasını anlatmak, yaratılışın sırrını bildirmek ve bu saraya giriş adabını misafirlere oğretmek uzere seyyidimiz Muhammed Aleyhissalatu Vesselam’ı gonderdi. O tarif edici Ustad, butun şuur sahiplerine şu tebliğde bulunuyordu:
“Ey ahali! Şu kainat sarayının maliki olan Seyyidimiz Sani-i Zulcelal, bu kainat sarayını yapması ve icindeki varlıkları burada dizmesiyle kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi O’nu guzelce tanıyınız, ubudiyet ve itaatle tanımaya calınız. Hem şu ziynetli, suslu, varlıklarla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi O’nun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile, kendinizi O’na sevdiriniz. Hem de, size ve sizin sevdiklerinize hayat verip onların her turlu ihtiyac ve arzusunu yerine getirmekle sunduğu ihsanat ve hediyeler ile, size muhabbetini gosteriyor.
Siz dahi, itaat ile O’na muhabbet ediniz. Hem şu hesaba gelmez sayısız nimetler, pınarlar, dağlar, bağlar, bahcelerle, sıhhat ve afiyet gibi in’am ve ikramlar ile size şefkatini ve merhametini gostermek istiyor. Siz dahi şukur ile O’na hurmet ediniz. Hem şu gorunen denizler, semalar ve yer yuzunun susleri ile manevi cemalini size gostermek istiyor. Siz dahi onu gormeye calışınız. Hem, butun şu gorduğunuz masnuat ve muzeyyenat ustunde birer mahsus sikke, birer hususi hatem ve muhur ve birer taklit edilmez turra koymakla, her şeyin kendine has olduğunu ve kendi eseri olduğunu ve kendisi tek ve yekta olduğunu size gostermek istiyor. Siz dahi O’nu, tek ve yekta ve misilsiz, nazirsiz, bihemta, eşsiz, benzersiz tanıyınız ve kabul ediniz.”
O’nun bu beyanı butun asumanı doldurmuş, her asırda gelenlere taze bir kuvvet, yeni bir şevk, kainatı aydınlatan bir nur, Esma-i İlahiye’nin gizli hazineleri acan birer anahtar, kabiliyet ve istidatların inkişafına birer vesile ve medar olmuştur.
Butun kainat, O’nun onunde ser furu etmiş, başını eğmiş, guneş O’nun hatırına seferini geri bırakmış, ay O’nun işaretiyle ikiye bolunmuş, ağac ve hayvanlar O’nun risaletini tasdik etmiş, hasılı kainat onun hatırına yaratılmış, ahiret alemi de onun kulluğu ve ubudiyeti ve duası hurmetine acılacaktır.
KAYNAK
__________________