Musbet hareket, Risale-i Nur'un ilim ve irfana, tebliğ ve iknaya, muhabbet ve şefkate dayanan irşad metodu. Bu meslek butun mucedditlerin ortak yoludur. Hepsi, Allah Resulu'nden (a.s.m.) aynı dersi almış ve asırlarının şartlarına gore bu yolda yurumeğe azami hassasiyet gostermişlerdir. Gazzaliler, Rabbaniler, Geylani*ler, Mevlanalar hep bu mukaddes yolun yolcularıdır. Hepsinin ortak gayesi, insan*ları Hakkın rıza cizgisine cekmek, ebedi saadetlerine vesile olmaktır.

"Alimler peygamberlerin varisleridir."2

hadis-i şerifine en ileri manasıyla mazhar olan bu kutlu zevat icerisinde Bediuzzaman Hazretlerinin hususi bir yeri vardır. Onun bu hususiyeti, asrının dehşetinden ileri gelmektedir.

"Ruyada Bir Hitabe" başlıklı yazısında, her asrın mebusları icinde bulunan muba*rek bir heyetin kendisine şoyle hitab ettiğini haber verir:

"Ey helaket ve felaket as*rının adamı, senin de bir reyin var. Fikrini beyan et."

Diğer mucedditlerin mucahedeleri, İlamı ana istikametinden uzaklaştırmak iste*yen ve muminleri ehl-i sunnet itikadından saptırmaya calışan birtakım gafillere ve bedbahtlara karşı olmuştur. Bediuzzaman asrı ise cok daha farklıdır. Onun zama*nında, imanın erkanına ilişilmiş, neden ve nicin yollu sorularla muminlerin kalblerine şupheler sokulmuş, imanları tehlikeye atılmıştır. Ayrıca, kufur, dalalet ve sefahat bi*rer şahs-ı manevi halinde ve dunya capında organize edilmiş olarak imana, İslama ve ahlaka musallat olmuşlardır.

İşte tarihte misli gorulmemiş bu ifsat hareketlerine karşı, tebliğ ve irşad vazife*sini manen yuklenen o buyuk Ustad, bir yandan şupheleri giderici ve muminlerin imanlarını taklidden tahkik seviyesine cıkarıcı kıymetli dersler verirken, diğer yandan bu engebeli, dikenli, mayınlı ve ucurumlarla dolu yolda Muslumanların nasıl yuru*meleri gerektiğini ders veren lahika mektupları kaleme almıştır.

İşte musbet hareket, bu ulvi yolculuğun esası ve yuruyuş ritmidir.

Bediuzzaman Hazretleri, kendisini menfi bir harekete sevketmek icin yapılan butun işkencelere, zulumlere, oynanan butun şeytani oyunlara sadece acı bir tebus*sumle karşılık vermiş. O'na zulmedenler de dahil olmak uzere, butun bu beşeriyetin imanını kurtarmak icin cıktığı o mukaddes yolculuğunu, itidal-i dem ile, sarsılmadan ve adavete girmeden tamamlamıştır.

Bediuzzaman Hazretleri, butun omru boyunca tatbik ettiği tebliğ ve irşad pren*siplerinin bir hulasası mahiyetinde olan ve bir cihette Allah Resulu'nun (a.s.m.) Veda Hutbesi'ni andıran son mektubuna şu cumlelerle başlar:

"Bizim vazifemiz musbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı ila*hiye gore sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Biz*ler asayişi muhafazayı netice veren musbet iman hizmeti icinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şukurle mukellefiz."3

Bu cumlelerde musbet ve menfi hareketlerin en onemlileri nazarımıza sunulmuş durumda.

- Rıza-yı İlahi icin calışmak musbet; riya, gosteriş ve menfaat icin cabalamak menfi.

- Hizmet-i imaniyye musbet; kufur ve dalalete, isyan ve sefahate calışmak menfi.

- Allah'a tevekkul musbet; vazife-i ilahiyyeye karışmak menfi.

- Asayişi muhafaza musbet; kavga ve ihtilaf cıkarmak, huzur ve emniyeti ihlal et*mek menfi.

- Sabır ve şukur musbet; sabırsızlık ve isyan menfi.

* * *

Musbet, kelime manasıyla isbat edilmiş demektir. İsbat edilen, ortaya konulan, istifadeye sunulana musbet denir.

Musbet imardır, menfi ise tahrip...

Dunun boş arsasına bugun bir bina kurmuş ve istifadeye sunmuşsanız, bu bir musbet harekettir. Ama mevcut bir binayı ortadan kaldırmış, faydasız hale getirmiş*seniz buna da menfi denir.

Menfi, nefyedilmiş demektir. Nefiy ise surgun etmek, ortadan kaldırmak, yoklu*ğunu iddia etmek manalarına geliyor. Kufre giren insana imansız denilmesi de bun*dandır. Bu adam, kendi iman sarayını yıkmıştır. Keza, iffet ve ahlak koşkunu harab eden adama da ahlaksız deriz. Burada da bir menfi hareket soz konusu...

Sağır bir insan sesler aleminin cahilidir. Ona gore, ses diye bir şey yoktur. Ken*disine şefkatli bir heim el uzatıyor ve kulağını tedavi ederek onu işitme nimetine kavuşturuyor. Artık bu adam icin sesler alemi sabit olmuştur. Ve hekimin yaptığı da musbet bir harekettir.

İşiten bir kulağı sağır hale sokmak ise menfi hareket...

Gorme hadisesinde de oyle. Gozu gormeyen insanın şu kainat hakkında bilgisi ancak elinin temas kurabildiği eşyaya munhasırdır. Bu adamın gozunu tedavi ettiği*nizde, nazarı yıldızlarda, guneşde, ayda, dağlarda, ovalarda dolaşmaya başlar ve hususi dunyası sınırsız denilebilecek olcude genişlenir.

Musbetler de, menfiler de sayısız denecek kadar cok. Bunlar icerisinde musbetin en ileri derecesini şu ifadelerde buluyoruz.

"Rıza-yı ilahiye gore sırf hizmet-i imaniyeyi yapmak."

Hizmet-i imaniyye, insanoğluna yapılabilecek en buyuk yardımın ifadesi, en bu*yuk musbetin simgesidir. Kalpten kufur sokulup atılacak, yerine iman bina edilecek*tir.

Bu hizmet sonunda, bir insan iman nimetine kavuşursa, daha once, sadece gor*duğu eşya ile alakadar olan bu adam, artık butun alemlerin Rabbine vasıl olmuş, maddede boğulan aklı alemlerin yaratıcısını bumuştur. Vazifesiz, sahipsiz, hamisiz olmaktan kurtulmuş, olum otesini bilememenin ızdırabından halas olmuştur. Şimdi o, gormeyi halk eden bir Basir, işitmenin mucidi bir Semi', suretlerin tasvircisi bir Musavvir, hayatları yaratan bir Muhyi bulmanın ve O'na iman etmenin safasını sur*meye başlamıştır.

İşte bu adamın imanına yapılan bu yardım, ne kor gozu acmaya benzer, ne de işitmeyen kulağı. Kendisine sunulan bu iman hizmeti, onun icin ebedi bir ihsandır ve fani dunyası icin yapılan yardımlardan sonsuz derece buyuktur, ehemmiyetlidir. Cennette ne korluk var, ne sağırlık. Ne aclık var, ne susuzluk... Hicbir elemin or*tada yeri yok. Hicbir yokluk, hicbir noksanlık o beldeye ayak basamamış. Bu akıl*lara sığmaz lutufların karşısında, yine akıl almaz azaplarıyla cehennem var. Cennete ermenin ve cehennemden kurtulmanın temeli, esası iman. Onun icindir ki insanlığa yapılabilecek en buyuk hizmet de, iman hizmeti...

İşte Bediuzzaman Hazretleri o engin himmetini, bu milletin imanının kurtulma*sında merkezleştirmiş buyuk murşid, manevi hekim ve eşsiz muceddiddir.

Butun mesaisini iman vadisinde hasreden bu buyuk murşid:

"Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var, başka cereyan*larla alakam yok."4

buyurarak, musbet hareketin iman hizmeti, menfinin ise iman*sızlık cereyanı olduğunu veciz bir şekilde ifade buyurur.

İman musbet, kufur menfi olduğu gibi, butun hayırlar, guzellikler musbet, bun*ların zıtları ise menfi. O halde, musbet hareket denilince, insan kalbine oncelikle iman hakikatlarını hakim kılmak ve bu iman temeli uzerine başta ibadet ve guzel ahlak olmak uzere hayrın, doğrunun, faydalının butun şubelerini bina etmek anlaşı*lır.

- Gonul yapmak musbet, kalb kırmak menfi.
- Şefkat musbet, ofke menfi.
- Sabır musbet, isyan menfi.
- Affetmek musbet, intikam menfi.
- İltifat musbet, hakaret menfi.
- Husnuzan musbet, suizan menfi...


İmanın sabit olduğu bir kalbde, guzel ahlak ve yuksek seciyeler, butun şubele*riyle, neşv u nema bulacaktır. Oyle ise gerek ferdi, gerek ictimai hayatta hangi yuksek hasletin, hangi guzel ahlakın inkişaf etmesini istersek isteyelim, bunun yolu iman hakikatlarını kalblere tahkiki bir surette yerleştirmekten gecer. Bediuzzaman Hazretleri bu yolda yurumuş ve bilfiil muvaffak da olmuştur.

* * *

Bir nur talebesinin, Risale-i Nur'un musbet hareketle ilgili butun esaslarına riayet ederek halis bir iman hizmeti yaptığı halde, insanları ıslah vadisinde umduğu neti*ceye ulaşamaması halinde, yeise duşmemesi icin mezkur dustur şoylece noktalanır:

"Vazife-i ilahiyyeye karışmamak."

Nurlardan aldığımız derse gore, ilahi vazife neticeleri yaratmaktır.

Rezzak O olduğu gibi Hadi de odur. Biz rızık babında nasıl sadece tohum ekip, gerekli bakımı yaptıkdan sonra, bir habbenin on, yuz, yahut bin olmasına karışmı*yor, bunu ancak Allah'ın kudret ve rahmetinden bekliyorsak, kalplere ektiğimiz ha*kikat tohumlarının da sunbul vermesine karışmayacağız. Kalbler Allah'ın yed-i kud*retindedir ve Hadi ancak O'dur. Okuduklarımız ve anlattıklarımız muhatabımızın kalbinde ancak onun lutfuyla sunbul verir, bizim irademizle değil...

Biz duğmeye basarız, ışığı Allah yaratır. Biz kibriti cakarız, ateşi Allah yaratır.

Kalblerde hidayetnurunu parlatan da O, muhabbet ateşini yakan da.

Biz O Rahim Rabbimizin lutfuna sığınır, O'na dua ve iltica ederiz. Biz de O'nun kuluyuz, karşımızdaki insanlar da. O'nun kullarını O'nun rızasını umarak, O'nun yo*luna davet ederiz. Bundan otesi bizim irade sınırımızı aşar ve sorumluluk sahamızın dışında kalır.

Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'inde buyuruyor.

"Peygamber uzerine tebliğden başka (bir vazife) yoktur,"5

Bu Rabbani hakikat, nicin musbet hareketinde en onemli bir şartı olmuş, diye bir soru geliyor insanın aklına. Bu soru ile birlikte, hayalimizde musbetin zıddı canlanı*yor: Menfi...

Demek ki, diyoruz, kendi vazifesini yapmakla meşgul olanlar, menfi harekete vakit bulamazlar. Ve yine diyoruz ki, kendi gorevlerini bir tarafa bırakıp sadece dış hadiselerle, sosyal neticelerle ilgilenenler, umduklarını bulamayınca, once tedirgin olurlar ve sonunda umitsizliğe duşerek menfi hareketlerle teselli bulmağa calışırlar. Tebliği terkedip dedikoduya koşar, ıslahdan vazgecip tahribe saparlar. Sevdirmeyi bırakıp nefret ettirirler.

Bunlar İslamı tebliğ yoluyla neşir ve ilan etmedeki boşluklarını zorbalıklarla ka*pamak isterler. Halbuki Tefsir alimlerimiz, bize bu zorlamanın sadece dini meselede değil, hicbir hususta caiz olmadığını beyan ediyorlar. Ve "dinde ikrah yoktur" aye*tini "zorlama denen şey dinde yoktur; bu, dine uygun bir davranış şekli değildir,"6diye izah buyuruyorlar.

Dinde zorlama yoktur, cunku zorlama musbet bir hareket değildir. Zorlama ile insan ne irfana kavuşur, ne ilme, ne ahlaka..

İkrah ağacında irşad bitmez.

Bir cocuğa bile zorla iş yaptırmak mumkun olamazken, kişinin kalbine imanı zorla nasıl sokabiliriz? Kalb zorlamaya gelmez. İkrah ancak bedene yapılabilir. Kalbe ne sevgi zorla yerleşir, ne de nefret, Tam tersine, zorlama muhatabınızı inatlaş*maya goturur ve sevdiğinizden nefret etmesine, nefret ettiğinize de sevgi bağla*masına sebep olur.

Bu gerceği guzelce ders veren bir darb-ı mesel:

"Atı suya zorla sokabilirsiniz ama, ona zorla su iciremezsiniz."

* * *

Tebliğin onemli bir şartı da tohumu ekmeyi usulune uygun olarak yapmaktır. Bu noktada Ustadımızın şu tavsiyesiyle karşılıyoruz:

"Risale-i Nur'un mesleği, nezihane, nazikane, kavl-i leyyindir."7

Davamızı en guzel şekilde ve en yumuşak ifadelerle anlattığımız halde, sozleri*miz tesirini gostermezse, yeise duşmememiz gerekiyor. Zira, ekilen tohumun mahsul vermesi icin tarlanın elverişli, iklimin de musait olması lazım. Zemherir ayında gul yetiştiremez, kum ve cakıldan meyve alamazsınız. Burada muhatabınızın ic alemi onem kazanıyor.

"Hidayete erecekleri en iyi bilen Allah'dır."8

Ayet-i Kerimesi, tebliğ gorevini hakkıyla yapan bir mumin icin en buyuk bir te*selli kaynağıdır.

* * *

Bir diğer temel cumle:

"Bizler asayişi muhafazayı netice veren musbet iman hizmeti icinde, her bir sıkın*tıya karşı sabırla, şukurle mukellefiz."

Cumlenin giriş kısmındaki mesaj, daha cok devlet yoneticilerine bakıyor. Asayi*şin ancak musbet bir iman hizmetiyle temin edilebileceği ders veriliyor. Nur hizme*tinin ulaştığı kimseler, problem olmak şoyle dursun, "asayişin birer manevi bekcisi" oluyorlar.9

İkinci mesaj ise bu hizmetin erlerine:

"Şayet sizi yanlış anlayarak yahut busbutun anlamayarak, ihlas ile yaptığınız bu iman hizmetine mukabil sizlere sıkıntı verirlerse, sakın menfi hareketlere te*vessul etmeyin; sıkıntıları sabırla ve şukurle karşılayın."

Bir Nur talebesi, Ustad'ın bu şukur tavsiyesini şoyle değerlendirir:

"Nice insanlar dunyevi, hatta gayr-ı meşru istekler uğrunda her bir sıkıntıya katlanırlarken, ben Allah Resulunun iman davasını, tevhid davasını, ahlak davasını ilan ve i'la etme uğ*runda birtakım eza ve cefalara maruz kalıyorsam, bunu bir lutf-u İlahi bilip şukret*meliyim."

İman hakikatlarını kalblerde hakim kılmanın, İslamın emirlerini ferdin fiil alemine aksettirmenin yolu sabırdan, şefkatten gecer. Menfi harekete musaade yok! Zaten, dahilde niza ve kavga olamaz. Kendi yuzunu yumruklayan birisine rastladınız mı? Ağrıyan gozunu yuvasından cıkarıp atanı gordunuz mu? Romatizmalı bacağını baltalayana şahid oldunuz mu? Dahili cihad hakkında Bediuzzaman'dan bir hakikat dersi:

"Harici tecavuze karşı kuvvetle mukabele edilir. Cunku duşmanın malı, coluk-cocuğu ganimet hukmune gecer. Dahil ise oyle değildir. Dahildeki hareket mus*bet birşekilde manevi tahribata karşı, manevi, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Haricdeki cihat başka, dahildeki cihat başkadır."10

Bu sozlerin sahibi, yirmi sekiz senelik hapis ve surgun hayatına, defalarca zehir*lenmesine, nice zulumlere maruz kalmasına rağmen "yuzde on zındık dinsizin yu*zunden, yuzde doksan masuma zarar gelmemek icin, butun kuvvetiyle dahildeki emniyet ve asayişi muhafaza"11etmeğe calışmış, bunun icin de, "Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakcı bırakma" ya gayret etmiştir.

* * *

Buyuk Ustad, iman hizmeti yapmaya talib Nur talebelerine Kur'an-ı Kerim'den fethettiği dort hatvelik bir guzergah cizmiştir:

"Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkur tariki..."12

Acz ve fakr, ubudiyetin esasıdır. Şefkat Rahim ismine, tefekkur ise Hakim is*mine isal eder. Rahim ismine mazhariyet, iman hizmetini netice verir.

Her isme olduğu gibi bu isme de en ileri seviyede mazhar olan Resulullah Efendimiz (a.s.m.), dunyaya geldiği dakikada "Ummetil Ummetil" diyerek umme*tinin imanını, salahını ve necatını Rabbinden dilediği gibi, bu umman şefkat mah*şerde de kendini gosterecek ve Ustadımızınbeyanıyla "mahşerde herkes hatta peygamber dahi nefsi derken, O (a.s.m.) yine ummeti ummeti diyecek" ve umme*tinin mağfiretini, cehennemden halas bulup cennete kavuşmalarını makam-ı Mah*mud'da Allah'dan niyaz edecektir.

Şu helaket ve felaket asrının muceddidi, murşidi Said Nursi Hazretleri, Allah Re*sulunun (a.s.m.) "ummeti" feryadını ruhunun ta derinliklerinde hissetmiş, O'nun endişesine ve ızdırabına ortak olmaya calışmıştır.

Eşref Edip Bey'le yaptığı bir mulakatta lisanında şu ateşin sozler dokulur:

"Karşımda muthiş bir yangın var. Alevleri goklere yukseliyor. İcinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını sondurmeğe, imanımı kurtar*maya konuşuyorum."13

Bu sozler, "ummeti! ummeti!" feryadının asrımızdaki en buyuk aks-i sadasıdır. Zaten, Allah Resulunun (a.s.m.) bu feryadında en buyuk pay da bu dehşetli asra duşmektedir.

Bir baba butun evlatlarını sever ama, onlar icerisinde hasta olanı, olumle pence*leşeni daha cok yadeder. Kalbi onun icin daha cok carpar. İşte Bediuzzaman Haz*retleri ummeti feryadından asrımıza duşen buyuk payın tercumanlığını en mukem*mel manada yapmış, telif ettiği yuz otuz parca risaleleriyle ummet-i Muhammed'in imanını kurtarmaya calışmış, bu uğurda herşeyden gecmiş ve sıkıntı, ızdırap, zehir*lenme, mahkeme, hapis, surgundolu bir mucahede hayatı surmuştur.

"Seksen kusur senelik butun hayatımda dunya zevki namına bir şey bilmiyo*rum. Butun omrum harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde gecti. Cekmediğim cefa, gormediği eza kalmadı."14

İman davası uğrunda buyuk sıkıntılara katlanmak da Allah Resulunun (a.s.m.) sunnetindendir. Ustadımız bu sunneti kemaliyle yerine getirmiştir.

Alemlere rahmet olarak gonderilen Allah Resulu (a.s.m.) Taif'te kendisini taşla*yan ve yuzondort yerinden yaralayan insanlara beddua etmemiş ve o eşsiz şefka*tiyle "Ya Rab! Bunlar bilmediklerinden boyle yapıyorlar." diyerek onların hidayetle*rine dua etmişti. O'nun (a.s.m.) bu dehşetli asırdaki buyuk varisi Bediuzzaman Haz*retleri de aynı yolda yurumuş ve kendine her turlu zulmu ve haksızlığı layık bulanlar hakkında şoyle buyurmuştur:

"Benim ve Risale-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir dustur-u hayatım olan ‘şefkat' itibariyle; bir masuma zarar gelmemek icin, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum."15

Bir başka risalesinde, kendisiyle beraber talebelerinin de ceşitli eza ve cefalara maruz kaldıklarını, ağır imtihanlar gecirdiklerini beyan ile şoyle buyurur:

"Bizim vazifemiz onlar hakkında yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hicbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslenmemesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebat ile calışmala*rını tavsiye ederim."16

Buyuk Muceddid'in musbet hareket noktasında uzerinde hassasiyetle durduğu onemli bir mesele de, İslama farklı metotlarla hizmet eden Muslumanların, birlik ve beraberliğini temin etmektir. Bu ehemmiyetli nokta uzerinde cok tahşidat yapmış ve meşreb farklılığının ihtilafa donuşmemesine gayret etmiştir. Misal olarak, İhlas Risalesindeki dokuz emirden ilk ucunu kaydetmek isterim.

"1. Musbet hareket etmektir ki, yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine mudahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.

2. Belki, daire-i İslamiyet icinde, hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhab*bet ve uhuvvet ve ittifak olacak cok rabıta-i vahdet bulunduğunu duşunup ittifak ederek.

3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, ‘mesleğim haktır' yahut ‘daha guzeldir' diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya cirkinliğini ima eden ‘hak yalnız benim mesleğimdir,' veyahut ‘guzel benim meşrebimdir' diyemez olan insaf dusturunu rehber et*mek."17

* * *

Butun omru boyunca hep musbet hareket etmiş bulunan Ustad Hazretleri bu*nun zaruri bir lazımı olarak her turlu menfinin de karşısında olmuştur.

Risale-i Nurdaki imani bahislerle imansızlık cereyanının, kufrun, şirkin ve dalaletin karşısına cıktığı, riya, gosteriş, teveccuh-u nas belalarına karşı İhlas Risalesi'ni telif etmiş, Muslumanlar arasında duşmanlık, kin, gıybet gibi afetlerin mecra bulamaması icin Uhuvvet Risalesi'ni kaleme almış, İslam birliğinin en buyuk bir duşmanı olan kavmiyetciliğe karşı Yirmi Altıncı Mektubun Ucuncu Mebhasını yazmış, kısacası her menfiye karşı onu tesirsiz kılacak, onun panzehiri olacak bir eser telif etmiştir.

Bu cumleden olarak, buyuk bir ictimai yaramız olan "tekfir" meselesi uzerinde de hassasiyetle durmuştur.

Ehemmiyetine binaen bu konu uzerinde biraz durmak istiyorum.

Ustad Bediuzzaman Hazretleri, "Muslumanlar icin esas olan husn-u zandır" prensibinden hareketle, tekfirden buyuk bir hassasiyetle sakınmıştır.

"Said'i bilenler bilirler ki mumkun olduğu kadar tekfirden cekinir. Hatta sarih kufur bir adamdan gorse de, yine te'vile calışır. Onu tekfir etmez."18

Gunahkar bir mumini hemen kufurle itham etmek ve onu İslam dairesi haricine atmak buyuk bir cinayettir ve ehl-i sunnet itikadına zıttır.

Ehl-i sunnetin goruşune gore, gunah-ı kebair işleyen kafir olmaz.

"Gunah-ı kebair işleyen kafir midir, değil midir?" munakaşası Ehl-i Sunnet alim*leri ile Hariciler ve Mutezile arasında asırlarca surdu. Hariciler gunah işleyenin kafir olup ebediyyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mutezile, buyuk gunah işleyenin ne kafir ne de mumin olmayıp, imanla kufur arasında kalacağını savundu. Boylece her iki grup da hakikattan uzaklaşarak "dalalete" duştuler.

Yakın tarihimizde bir fetret devri daha yaşadık. Nice hurafeler ve kohne fikirler yeniden piyasaya suruldu. Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Hariciler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricilik nedir, Mutezile nedir, hatta elfaz-ı ku*fur nedir pek bilmiyorlardı. Bazı sloganlar ezberlemişlerdi. Onları soğuk damgayaptırmış, onlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resulullah Efendimizin (a.s.m.) tekfirle ilgili tehdit hadisinin de gafiliydiler...

Bu hadis-i şeriflerinde Allah Resulu (a.s.m.) şoyle buyurmakdaydı:

"Kim kardeşine kafir derse, ikisinden biri mutlaka kafir olmuştur. Eğer itham edilen kafir değilse, kufur itham edene doner."19

Tekfir konusunda Risale-i Nur Kulliyatından "Sunuhat" adlı eserde yer alan şu oz, doyurucu ve harika ifadeleri bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi buyuk gunaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini İslamdan uzaklaştırır.

"Demiş bu şey kufurdur. Yani, o sıfat imandan neş'et etmemiş, o sıfat kafire*dir. O haysiyet ile o zat kufur etti denilir. Fakat mevsufu ise masume ve imandan neşet ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da haize olan başka evsafa malik oldu*ğundan o zat kafirdir denilmez. İlla ki, o sıfat kufurden neşet ettiği yakinen bi*line... Zira başka sebepten de neş'et edebilir. Sıfatın delaletinde şek var. İmanın vucudunda da yakin var. Şek ise yakinin hukmunu izale etmez.

"Tekfire cabuk cur'et edenler duşunsunler!20

Demek ki bir muminde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahattan yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlar "kafire" tabir ediliyor. Yine o muminin, imanından kaynaklanan bircok da masum sıfatı bulu*nuyor. İşte bu sıfatlar, o zata kafir dememize mani. Onun dilinden kufru icab eden bir soz cıkmışsa, yahut o mumin imandan kaynaklanmayan, ancak kafirlere yakışa*cak fiiller işlemişse yukarıda verilen olcuye gore, bunların kufurden doğduğunu, yani o adamın bunları kufur niyetiyle, İslamı inkar kasdıyla yaptığını kesinlikle bil*medikce onu tekfir edemeyiz; kendisine kafir diyemeyiz.

"Sıfatın delaletinde şek var," cumlesi kesin hukum vermemizi engelliyor. Yani, o yaptığı işin, soylediği sozun, taşıdığı sıfatın onun kafir olduğuna delil olduğu şup*heli. Bunları kufur kastıyla yaptığını kati olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mumin olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak ben muminim, Muslumanım diyecektir. Buna gore imanın delaletinde yakin var, kesinlik var, katiyet var. Ama kufrun var*lığında şek, yani şuphe var, zan var tahmin var. Biz yakini şek ile iptal edemeyiz ve o adama kafir diyemeyiz.

Bazan bir Muslumanın ağzından, gaflet ve cehalet eseri olarak, elfaz-ı kufurden sayılan bir soz cıkabilir. Bunun mes'uliyeti elbetteki cok buyuktur. Hatta bazı alim*lerimiz, boyle bir muminin, mazideki butun hasenatının mahvolduğunu beyan buyu*rurlar. Ama bu muflis adam yine de Muslumandır, kafir değil...

Bu noktada bir temel hukumden soz etmek isterim:

İman nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, kufur de aynı yolla sabit olur.

Buna gore, ağzından kufur lafzı cıkan bir mumine kafir denilebilmesi icin, onun bu sozun neticesi olan kufru kalben tasdik, lisanen de ikrar etmesi gerekir.

Bediuzzaman Hazretleri istikametten sapan bazı kimselerin, "Kim Allah'ın indir*diğiyle hukmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir," ayet-i kerimesini delil tu*tarak Kanun-u Esasiyi cıkaran ve hurriyeti ilan eden siyasileri tekfir etmelerine de karşı cıkmış ve "bicare bilmezdi ki, ‘lemyehkum' bimana, ‘lem yussaddık'dır"21buyurmuştur. Yani, "kim Allah'ın indirdiğiyle hukmetmezse şartının manası, kim Allah'ın indirdiğini tasdik etmezse" demektir. Ustad'ın bu izahı ehl-i sunnet itikadının ifadesidir. Zira, ehl-i sunnete gore bir İlahi emri yerine getirmeyen, ona gore amel etmeyen bir mumin, o emri tasdik ettiği muddetce ancak gunahkar olur, fasık olur, fakat kafir olmaz.

Fahreddin Razi hazretleri Tefsir-iKebirinde bu ayet hakkında ileri surulen butun goruşleri sıralamış ve en isabetli goruşun Hz. İkrime'ye (r.a.) ait olduğunu kaydet*miştir.

Hz. İkrime (r.a.) şoyle buyurmaktadır:

"Hak Tealanın ‘kim Allah'ın indirdiğiyle hukmetmezse' ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkar edenleri icine almaktadır. Kalbiyle onun Allah'ın hukmu oldu*ğunu bilip, sonra da lisanıyla onun Allah'ın hukmu olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah'ın indirdiğiyle hukmetmiş, ama bilfiil yapmamışolur. Binaenaleyh boyle bir kimsenin bu ayetin hukmune dahil olması gerekmez."22

Tekfir bahsini Ahmet Ziyaeddin Gumuşhanevi Hazretlerinin şu fetvasıyla nokta*layalım:

"Bir kimsenin sarfettiği bir soz, bircok yonleriyle kufru gerektiriyor da bir yo*nuyle kufurden kurtarıyorsa, muftunun onu tercih etmesi gerekir. Zira Muslu*manlar hakkında husn-u zan esastır..."23

Fetvanın haşiyesine şoyle bir kayıt konulmuştur:

"Şu var ki, bu adamın niyeti kufur değilse Muslumandır. Fakat niyeti kufur ise muftunun fetvası onu kurtaramaz."

* * *

Yine Nur Kulliyatı'ndan "Munazarat"ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramızdan da bu vesileyle soz etmek isterim.

Dış siyaset konusunda Muslumanlar arasında goruş ayrılığı olabiliyor. Bu gayret normaldir. Fikir hurriyeti icerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tar*tışmalarda olcu kacıyor. Adam, fikren mağlup duştuğunu hisseder etmez, muhata*bını hemen tekfire yelteniyor. "Sen bu goruşunle Hristiyanları desteklemiş oldun ve kufre girdin.", diyebiliyor. Bu yanlışını duzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyice yukseltiyor ve kendisinden emin bir eda ile, "Kur'an-ı Kerimde, Yahudileri ve Nas*ranileri dost edinmeyin," buyurulmuyor mu, diye size cıkışıyor.

Bu dehşetli hastalığın recetesi şu birkac cumlede mevcut:

"Bu nehiy Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri ha*sebiyledir. Hem de bir adam, zatı icin sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve sanatı icindir."24

Demek ki Ayet-i Kerime Yahudiliği ve Hristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Mesela, Hristiyan bir devleti hristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu ayetin yasağına gi*rer. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek ise bu yasağın dı*şında.

Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şoyle son buluyor:

"Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin." Yani, bir Muslumanın ehl-i kitaptan, mesela hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu icin sevebilecek, ama hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir.

İşte bu ince olcuden mahrumiyet bize cok pahalıya mal oluyor.

Bu panelde, Ustad Bediuzzaman Hazretlerinin daima musbet hareket ettiğini ve her turlu menfinin karşısında bulunduğunu, zamanın musaadesi nisbetinde, acıkla*maya calıştım. Onun o bereketli omrunun şaşmaz prensibi olan musbet hareketi, bir tebliğle yahut birkac misalle, layık olduğu vechile anlatmak elbette mumkun değil*dir. O buyuk Murşid'in butun tarihce-i hayatı ve beşerin istifadesine sunduğu yuz otuz parcadan mukerrep Risale-i Nur kulliyatı birlikte mutalaa edildiğinde bu hakikat daha vazıh ve berrak olarak kendini gosterecektir.

2 el-Acluni, Keşf'ul-Hafa, 1745. Hadis
3 Bediuzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası II, Enver Neşriyat, s.241.
4 Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, Sozler Neşriyat, s. 66
5 Maide Suresi, 99
6 Elmalı H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, cilt: 2, s. 860.
7 Bediuzzaman Said Nursi, Lem'alar, Envar Neşriyat, s. 176.
8 Yunus Suresi 56
9 Bediuzzaman Said Nursi, Tarihce-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 652.
10 Bediuzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası II, Envar Neşriyat, s.242.
11 Bediuzzaman Said Nursi, Tarihce-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 653.
12 Bediuzzaman Said Nursi, Sozler, Envar Neşriyat, s. 476.
13 Bediuzzaman Said Nursi, Tarihce-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 629.
14 A.g.e., s. 629.
15 Bediuzzaman Said Nursi, Şualar, Envar Neşriyat, s. 372.
16 Bediuzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası II, Envar Neşriyat, s. 80-81.
17 Bediuzzaman Said Nursi, Lem'alar, Envar Neşriyat s. 151.
18 Bediuzzaman Said Nursi, Şualar, Envar Neşriyat, s. 423.
19 Riyazu's-Salihin, 1764. Hadis.
20 Riyazu's-Salihin, Sunuhat, Sozler Yayınevi, s. 20.
21 Bediuzzaman Said Nursi, Munazarat, Yeni Asya Neşriyat, s.
22 Fahruddin Razi, Tefsir-i Kebir (Tercume), Akcağ Yayınları, c. 9, s. 86.
23 A. Z. Gumuşhanevi, Ehl,i Sunnet yolu, Bedir Yayınevi, s. 68
24 Bediuzzaman Said Nursi, Munazarat, s. 26.

KAYNAK

__________________