
Tefsir, Kur’an-ı Kerim’in lafızlarından kastedilen manaları beşer takati olcusunde acıklamak demektir. Kur’an’ın en yetkili mufessiri, Hz. Peygamber’dir (s.a.v.). “Sana da, ey Resulum, bu Zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara acıklayasın” (Nahl 44) ayeti bunu acıkca belirtir.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Kur’an hakkında uc muhim gorevi vardı. Bunların birincisi tebliğ, ikincisi tebyin yani acıklama, ucuncusu ise tatbiktir. Hz. Peygamber Kur’an’daki mucmelleri acıklamış, muşkulleri gidermiş, cok genel olan hukumleri sınırlandırmış (umumu tahsis etmiş), sorular uzerine cevap sadedinde bazen vahiy gelmiş, bazen kendisi acıklama yapmış, ondaki hukumlerin nasıl tatbik edileceğini gostermiştir.
Ashab-ı Kiram, Kur’an’ın muayyen ayetlerinin acıklanmasına ihtiyac duyar, Hz. Peygamber Efendimiz’in acıklamalarıyla maksatlarına erişirlerdi. İlerleyen asırlarda Muslumanların acıklanmasına ihtiyac duydukları ayetlerin sayıları arttı. 2. ve 3. asırda yazılmış tefsirlere bakarsak, sure ve sure icinde ayet sırası gozetildiğini, fakat ayetlerin ekserisi hakkında herhangi bir acıklama veya rivayet yerleştirilmediğini goruruz. Ancak Hicri 3. asrın sonlarında butun ayetlerin tefsir edilmeye başlandığına şahit oluyoruz.
Bu alanda elimizde olan ilk tefsir eseri Taberi’nin (o. 310/923) tefsiridir. Bu tarz devam ederken bazı tefsirciler, muayyen konular hakkında tefsir yapmayı faydalı bulmuşlardır. Zira aslında her mufessirin 6666 ayeti yeniden tefsir etmesine ihtiyac da yoktur. Mufessir, kendi zamanının ihtiyaclarını gidermeye oncelik vermeli, kendi zamanının ihtiyaclarına ihtimam gostermelidir. Bu konudaki ayetleri ozellikle ve ayrıntılı olarak acıklamalıdır. Bunun dışında kalan pek geniş alanı, başka mufessirlerin eserlerine havale etmelidir.
Risale-i Nur, manevi bir tefsirdir
Dini ilimlerin oğretiminin zayıfladığı, insanların himmetlerinin ve dini ilimlere ayırabildikleri zamanın azaldığı bir donemde, işe en sağlam yerinden başlamak gerekiyordu. İşte Ustad Bediuzzaman’ın tefsiri, dinin temeli olan; Allah Teala’nın varlığı, birliği, sıfatları, melekler, kitaplar, nubuvvet, vahiy, ahiret hayatı gibi meselelerde, guclu acıklamalar yapmıştır. Bunları yaparken, diğer tefsirlerdeki gibi farklı kıraat vecihleri, esbab-ı nuzul, i’rab, lugat vb. yonlerini acıklamamıştır. Bu konular onemsiz olduğundan değil, bu hususta ayrıntılı acıklamaların bulunduğu geniş tefsirlere havale ettiğinden oturu boyle yapmıştır.
Kur’an’ın tefsirini, başlıca ikiye ayırma goruşu İmam Gazali, İbn-i Kayyim ve Muhammed Abduh gibi zatlar tarafından da vurgulanmıştır. İşte Risale-i Nur, “manevi tefsir” kabilindendir. Manevi tefsir bazılarının zannettiği uzere, “işari tefsir” demek olmayıp, lafızdan cok, manayı esas alan, manaları anlatmaya yonelen tefsir tarzıdır.
Ustad Bediuzzaman “Risale-i Nur, Kur’an’ın cok kuvvetli hakiki bir tefsiridir” der, bazı kimseler bunun ne manaya geldiğini bilmediklerinden, Ustad, şoyle bir acıklama yapma ihtiyacı hisseder: “Tefsir iki kısımdır: Birisi, malum tefsirlerdir ki Kur’an’ın ibaresini, kelime ve cumlelerinin manalarını beyan, izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise Kur’an’ın imani hakikatlerini kuvvetli huccetlerle beyan, ispat ve izah ederler. Bu kısmın pek cok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mucmel (cok kısa) bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannit feylesofları susturan bir manevi tefsirdir.” (Şualar, s. 434)
Bir misal verelim: Besmele-i Şerife’yi tefsir eden mutad tefsirler “isim” kelimesinin manaları, etimolojisi, “ba” edatının işlevleri, Besmele’nin sure başlarındaki hukmu, Fatiha’nın başındaki besmeleyi namazlarda okumanın hukmu, Rahman ve Rahim isimlerinin anlamları gibi konularda bilgi verirler. Bu bilgiler, bir evin binası durumundadır. Fakat o binadan tam yararlanabilmek icin evde bulunması gereken eşya ve yiyecek gerekir ki bunlar da manevi tefsir mesabesindedir.
Risale-i Nur, Sozler kitabının Birinci Soz’u ve makam munasebetiyle onun peşine konulan bir parcada, Besmele’nin insana gercek kimliğini verdiğini, onu dunyada Yuce Yaratıcı’nın bir mufettişi makamına yukselttiğini, bu manevi kablo ile insanı sonsuz kudret sahibine bağlayarak ona muazzam bir enerji kaynağı ve şahsi gucunden binlerce defa fazla bir guc kazandırdığını, kainatı şenlendiren ve butun yaratıkları insana amade kılan sırrın “rahmet” olduğunu; koyun, inek gibi hayvanların da “Bismillah” diyerek rahmet feyzinden bir sut ceşmesi haline geldiğini, bahcelerin “Bismillah” diyerek hadsiz sebze ve meyveleri icinde pişirdiğini, kainatı dolduran o rahmete ulaşmanın yolunun “Rahmeten lil alemin” olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) terbiyesine girmek olduğunu anlatır.
Bu konuda verilebilecek cok sayıda orneklerden biri de Birinci Lem’a’dır. Hz. Yunus’un (a.s) denizde balık tarafından yutulması zahiri bir hadisedir. Bediuzzaman, bu gercekten hareket ederek her birimizin ondan daha muşkul durumda olduğumuzu, balığın onu yuttuğu gibi nefs-i emmaremizin de bizi yutup ihtiraslarımıza hapsettiğini, dalgalı dunya denizinde boğulmamak icin, balığı bir denizaltı gemisi gibi bize hizmet ettirecek bir hale gelmemiz icin Hz. Yunus gibi tam bir teslimiyetle Yuce Rabb’imize sığınmamız gerektiğini guzelce anlatarak bu kıssayı nasıl okumamız lazım geldiğini bildirir.
Bu tarz tefsire duyulan ihtiyacın daha fazla olduğu, ayrıca geniş kitlelerin bunu daha kolayca anladıklarını soylemeye hacet yoktur.
Risale-i Nur, Kur’an’dan mulhem midir?
Risale-i Nur Kulliyatı’nın muellifi, eserini yazarken yanında Kur’an-ı Hakim’den başka kaynak bulunmuyordu. Bazen bir konudaki ayetleri derinden derine tefekkur eder, onları tekrar tekrar okur, her tekrarında yeni yeni feyizler alır, sonra Kur’an’dan mulhem olarak (ilham alarak) sur’atli bir şekilde o konuyu acıklar, yanındaki talebelerine yazdırırdı. Bu eserleri şahsının malı olarak duşunmediğinden, fazileti Kur’an’a raci olup Kur’an hakikatlerine hizmet ettiğinden, bunların ehemmiyetini belirtir, insanların bu eserleri dikkatli bir şekilde okumalarını tavsiye ederdi.
O, bu konuda şoyle diyor: “Manevi bir elektrik olan Risale-i Nur dahi, ne Şark’ın malumatından ve ne de Garp’ın felsefe ve fununundan iktibas edilmiş bir nur değildir. Daha doğrusu, semavi olan Kur’an’ın Şark ve Garp’ın fevkindeki yuksek mertebesinden iktibas edilmiştir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 76)
Ustad’a gore Risale-i Nur’un Kur’an’dan mulhem olduğunun şu gibi delilleri vardır: Ustun ikna kabiliyeti, farklı seviyedeki insanlara hitap edip herkesin kendi durumuna gore yararlanmasını sağlaması, muhtevasının zenginliği, muellif adeta bir yerden okuyormuşcasına suratle soylemesi, soylediğinin yanındaki talebeler tarafından hızla yazıya gecirilmesi, Kulliyat’ın muellifinin havsalasının cok otesinde bir genişliğe sahip olması.
Risale-i Nur, getirdiği misaller ve diğer bazı ozellikleriyle derin hakikatleri sade insanlara bile anlatır. Halbuki o gercekleri, buyuk alimler bile “anlaşılmaz ve anlatılamaz” deyip, değil geniş kitleye, yuksek seviyedeki insanlara bile anlatamazken, Risale-i Nur etkili ve duygulu bir şekilde anlatır. Demek, Risale-i Nur’daki (suhulet-i beyan) kolay anlatım, şuphe yok ki ilahi inayet eseridir ve onun muellifinin huneri olamaz. (Mektubat, s. 348)
Şunu unutmayalım ki Kur’an-ı Hakim, Allah Teala’nın bal arısına ve sair hayvanlara bile ilham ettiğini, Allah’ın kelimelerinin tukenmek bilmediğini bildirir. Kendisini Kur’an’a veren bir muminin, onun “tukenmek bilmeyen bedi manalarına” mulhem olmasında yadırganacak bir taraf bulunamaz. Sıradan insanların bile, iradeleriyle olmayan bazı durumlar hakkında “kalbime doğdu”, “icime doğdu” tabirlerini kullandıklarını cokca goruruz.
Risale-i Nur’un, Kur’an anlayışına getirdiği yenilik
Risale-i Nur’un uzerinde durduğu temel konulardan biri Kur’an’ın hakkaniyeti, yani gerceğin ta kendisi olmasıdır. O, insanlara iyice temellendirilmiş bir Kur’an anlayışı vermeye buyuk ozen gosterir. Kur’an’ın klasik tarifi şoyledir: “Allah Teala tarafından Hz. Muhammed’e (s.a.v.) vahyedilmiş, tevaturle nakledilmiş, Mushaflarda yazılmış, tilavetiyle ibadet olunan, mu’ciz kelamullahtır.” Bu, Kur’an hakkında belirleyici bir cerceve cizen mukemmel bir tariftir.
Fakat Kur’an’ın işlevlerini ve ondan nasıl yararlanmak gerektiğini gostermek icin Bediuzzaman, başka bir tarif daha yapar. Aslında pek teksifi (yoğun) olmakla beraber yine de uzun sayılabilecek bu tarifinden bazı cumleleri (sadeleştirerek) verelim:
“Kur’an, butun alemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’ın kelamıdır.
Kıyamete kadar gelecek butun insanlara yonelttiği ezeli hutbesidir.
Gorunen alemde, gorunmeyen gayb aleminin lisanıdır.
İslam medeniyetinin guneşi, temeli ve mimari projesidir.
Uhrevi alemlerin mukaddes haritasıdır.
İnsanlığın hakiki hikmeti (felsefesi)…
İnsanlığı mutluluğa goturen gercek murşididir.İnsana hem hukum ve hukuk kitabı, hem dua ve ibadet kitabı, hem hikmet kitabı, hem fikir kitabı, hem zikir kitabı, hem insanın butun manevi ihtiyaclarına merci olacak cok kitapları iceren kapsamlı bir kitab-ı mukaddestir.”(Sozler, s. 383)
Bir başka eserinde de, hangi yonunden bakılırsa bakılsın, Kur’an’ın butun insanlığa ebedi ufuklar acan mukemmel bir rehber olduğunu şoyle temellendirir:
“Kur’an’ın altı yonu de doğruluğunu gosterir: Uzerine oturduğu zemin, delil sutunları uzerine oturur. Ustunde mucize olduğuna dair parıltılar bulunur. Arkasını semavi vahyin gerceklerine dayandırır. Onunde gosterdiği hedef, dunya ve ahiret mutluluğudur. Sağ tarafında aklı konuşturup tasdikini alır. Sol tarafında temiz kalplere ve vicdanlara hitap eder, fıtratın şahitliğini alır.” (Şualar, s. 134)
Bediuzzaman’ın tefsirde izlediği usul
Ustad Bediuzzaman hemen her bahsi, bir ayet-i kerime ile başlatır. Boylece yazacağı şeylerin, o ayetin feyzinden bazı katreler olduğunu gosterir. Fakat ayetin mealini vermez. Diğer tefsirlerin yaptığı tarzda acıklamalara girişmez. Onları onemsiz gorduğunden değil, oteki tefsirlerde zaten yapıldığından oturu onlara havale eder. Anlatırken akla hitap eden deliller gosterir, bazen misaller verir, bazen hikaye zikreder. Kur’an’dan başka kaynağa muracaat etmez. Yeri geldiğinde hafızasından ilgili hadis-i şerifler nakleder. Bu, onun hayatının son otuz beş yılını surgun ve hapislerde gecirmesine verilebilir.
Fakat bunun otesinde o, İmam-ı Rabbani’nin (rh.a) “Tevhid-i kıble et!”“ tavsiyesini tutmak icin boyle yaptığını şoyle anlatıyor: ““Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki butun tarikatların başı, butun gezegenlerin guneşi, Kur’an-ı Hakim’dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Ona sarıldım. Nakıs istidadım, elbette layıkıyla o murşid-i hakikiden en mukemmel şekilde istifade etmese de, yine de Kur’an’ın feyzini, yine onun feyziyle gosterebiliriz. Demek Kur’an’dan gelen o sozler ve o nurlar, yalnız birtakım ilmi meseleler değil, aynı zamanda kalbi, ruhi, hali olan imani meselelerdir. Ve pek kıymetli ilahi irfan hukmundedir.” (Mektubat, s. 331)
İşaratu’l-İ’caz tefsirinde ise farklı bir usul takip etmiştir. Oteki klasik tefsirler gibi sure ve ayet sırasını gozeterek ayetleri acıklamış, ayetler icinde cumlelerin, cumleler icinde kelimelerin tam yerinde olduklarını, Kur’an’ın belagat inceliklerini, uslup ozelliklerini gostermekle beraber bilimsel tefsir ile sosyolojik tefsirin mukemmel orneklerini vermiş, Kur’an’ın mucize olduğunu ceşitli yonlerden ortaya koymuştur.
Onsozunde belirttiği gibi, ona gore, fertler ne kadar alim de olsalar, Kur’an’a mukemmel tefsir yapamazlar. Onun icin ceşitli alanlarda uzmanların teşkil edeceği yuksek bir heyetin bu işi yapması sağlanmalıdır. Ancak, zorlayıcı şartlar bu eserini devam ettirmesine mani olmuş, bir numune olmak uzere bir ciltlik tefsir elimizde kalmıştır. (Bu konuda guzel bir kitaptan geniş bilgi alınabilir: Dr. Niyazi Beki, Kur’an İlimleri ve Tefsir Acısından Bediuzzaman Said Nursi’nin Eserleri, İstanbul 1999)
Bediuzzaman, nasıl bir hizmet ifa etmiştir?
Bediuzzaman Said Nursi, Muslumanların başlıca fikir ve maneviyat merkezleri olan medrese, mektep ve tekkenin işlevleri arasında tam bir irtibat sağlamıştır. Ona gore bunlardan her birinin kendilerine mahsus alanları vardır. Fakat bir koordinasyon ile zaman zaman bir araya gelip muşterek gayeye hizmet etmelidirler. Bunu, uc ayrı odasının ortadaki buyuk salona acıldığı bir ev benzetmesi ile ifade eder. Kendisinin de ilk yetişme ortamı olan medresenin zahiri, sağlam ilim olculeri; okulun temsil ettiği modern bilimler ve ucuncu olarak da nefis terbiyesi ve kalbe yonelen maneviyat eğitimi, ona gore vazgecilmez uc unsur olup ahenk icinde Musluman toplum icinde yerlerini almaları gerekir.
Fikir onculuğunu yaptığı bircok muesseseler, okullar, yayın evleri, gazete, radyo, televizyon, kitap, dergi calışmaları ile onun temennilerinin gercekleştiğini soyleyebiliriz. Allah Teala onu garik-i rahmet eylesin, Muslumanları onun boylesi guzel irşatlarını uygulamaya muvaffak buyursun.
Ducane Cundioğlu:
“Risale-i Nur, kendi suretiyle, kendi hakikatiyle muhterem ve muhteşemdir”
Kur'an'ı tefsir faaliyetini bir 'ilim' haline getiren, Tefsir'i "İlm-i Tefsir" olarak adlandırmamızı mumkun kılan en temel cihet, hic şuphesiz bu faaliyetin oncelikle 'tedvin' edilmiş olması, yani cihet-i vahdet-i zatiye ve araziyesine istinaden bir mevzuunun, maksadının, mebadi ve mesailinin bulunmasıdır. Gunumuz Turkcesiyle soyleyecek olursak, bilgi'nin bilim haline gelmesi icin o bilginin tedvin edilip 'mudevven' hale gelmesi, bir usule, bir yonteme kavuşması gerekir. Nitekim bir İlm-i Usul-i Tefsir mevcut olduğu icindir ki İlm-i Tefsir de mevcuttur.
Ne var ki once faaliyet meydana gelir, sonra o faaliyet birtakım kaideler vasıtasıyla bir usule kavuşur. Once faaliyet, sonra kaide ve en nihayet usul. Evet, once tefsir faaliyeti, tefsir teşebbusleri meydana gelmiş, muhtelif yorumlar ortaya cıkmış, daha sonra bu faaliyetleri bir kaide, bir usul altına almak zarureti baş gostermiştir.
Tefsir kitaplarının 'dirayet', rivayet tariklerine istinaden ikiye ayrılması ise tamamen itibaridir. Gunumuzde gecerli "tefsir kitapları"nın tarihine ilişkin "fırkacı" şablon, esas itibariyle Ignaz Goldziher'in bir marifeti olup ne yazık ki M.H. Zehebi tarafindan meşrulaştırılmış ve yaygınlaştırılmıştır: Fıkhi Tefsir, Tasavvufi Tefsir, Felsefi Tefsir, vb.
İmdi, herhangi bir metnin veya metinler mecmuasının bir tefsir eseri olarak sayılıp sayılmaması icin, o metinlerde yer alan satırların Kur'an-ı Kerim'e istinad veya temas ya da Kur'an'ı tefsir ediyor olması kafi değildir. Cunku İslam alimlerinin butun eserleri şu veya bu derecede zaten Kur'an tefekkurunun mahsuludur, pekala Kur'an ayetlerinin tesiriyledir. Mesela İmam Gazali'nin 'İhya'sı, Muhyiddin b. Arabi'nin 'Fusus'ul-Hikem'i, Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin 'Mesnevi'si de bu acıdan birer tefsir teşebbusudur. Ama gercekte bu eserlerin hicbiri "tefsir kitabı" değildir. Yani bu eserler Tefsir İlmi acısından tedkik edilebilir, mesela Mesnevi'den, Mesnevi'nin bolumlerinden adeta bir tefsirden istifade edilebilir gibi istifade de edilebilir. Lakin icinde tefsir addedilebilecek pasajların bulunması, Mesnevi'yi 'tefsir kitabı' kılmaz. Tıpkı bazı hadis-i şerifleri de şerhediyor diye onun bir "Hadis Şerhi Kitabı" kabul edilemeyeceği gibi.
Tefsir Usulu itibariyle Kur'an-ı Kerim'in bir "mantuk"u, bir de "mefhum"u vardır. Bu nokta-i nazardan mesela "Mesnevi-i Şerif, Kur'an'ın mantukundan ziyade mefhumunun tefsiridir" diyebiliriz. Ancak bir eserde, ayetlerin veya hadislerin mefhumuna dair tefsir ve şerh teşebbuslerinin yer alması, o eseri -dikkat ediniz lutfen- "tefsir veya şerh kitabı" yapmaz. (Ayetlerin yorumuna 'tefsir', hadislerin yorumuna 'şerh' denilmesinin bile bir hikmeti vardır.)
Bediuzzaman Said Nursi hazretlerinin asar-ı hasene-i muhalledesi "Resail" (Risaleler) ism-i şerifiyle şohretyab olmuştur. Ustadımızın yazdıkları birer risaledir ve "Risale" de esasen ism-i has olmayıp ism-i cins'e delalet eder ve pek tabii ki 'Fusus' gibi, 'Mesnevi' gibi, 'Mektubat' gibi 'Risale/Resail' nevi de makbul ve muhterem bir yazım turudur. (Sibeveyh'in eserinin adı 'Kitab'dı; İmam Şafii'nin eserinin adıysa 'Risale". Birer ism-i has yani.) Bir eserin turu belirlenirken sadece muhtevası değil, yazım tarzı da nazar-ı itibara alınır; alınmalıdır.
Hasılı, benim nazarımda, Resail, Kur'an'ın kısmen mantukunu ve cumleten mefhumunu tefsir eder amma o bir "tefsir kitabı" değildir, olmasına da luzum ve ihtiyac yoktur. O kendi suretiyle, kendi hakikatiyle muhterem ve muhteşemdir. Bu makamda, suret maddeden, hakikat mecazdan ustundur. Madde ve mecaza değil, suret ve hakikate itibar ise, hic şuphe yok ki ilim ve insafın şanındandır. Bir eserin nev'inin şahsına/ferdine munhasır olması, gayet nadiren vaki olur bir keyfiyettir. 'Guneş' bir nev'in adıdır. Birden fazla guneş olması mumkin ve caizdir. Lakin bu imkan ve cevaza rağmen yine de hakikatte bir tek guneş vardır. İşte bu yuzdendir ki guneşimizin nev'i, şahsına munhasırdır.
Guneşi yıldızlar listesinin arasına dahil etmeyi, onu yıldızlardan bir yıldız haline getirmeyi bazıları 'marifet' addedebilirler. Bendeniz edemem.
Prof. Dr. Niyazi Oktem
Risale-i Nurlar’da Allah'ın kainatı bir ayna olarak yaratması anlayışı vardır
Her şeyden once ben bir ilahiyatcı değilim ve Risale-i Nur Kulliyatını da derinliğine bilmiyorum. Bilebildiğim kadarıyla Said Nursi'nin İslam ilahiyatına tefsir acısından katkısı olarak Allah'ın kainatı bir ayna olarak yaratması anlayışı vardır. Bu yaklaşım akılla imanın sentezi olarak da karşımıza gelmektedir.
Allah-u Teala, kendinin aksi, aynası olarak bu evreni yaratarak kendini tanımak istemiştir. İnsana akıl ve irade vererek de bu tur bir var oluşu idrak edebilme olanağını sağlamıştır. İdrak sureci imtihan alanı olarak tezahur eder. Aklı bulandıran ogelerden kurtulabilmek icin once imanla işe başlanmalı, imtihan alanına akıl daha sonra dahil edilmelidir.
Ayna felsefesi, diğer bir tasavvufi eğilim olan “Sudur”felsefesinden farklıdır. Sudur'da fışkıran, kendini ortaya koyan tanrı anlayışı vardır.Oysa “Ayna”da yansıma soz konusudur. Sudur mekni, Ayna bir anlamda muteal bir tasavvuf anlayışını yansıtır.
Said Nursi'nin tefsirinde yukarıdaki hususlar vardır. Bu konumuyla Bediuzzaman, 20. yuzyılda Turkiye coğrafyası acısından onemli bir duşunce adamıdır.
KAYNAK
__________________