Hayat, yalnız bu Âlem-i şehadete munhasır olamaz

(Dunden devam)

Evet, Âlem-i gaybın bir nev’i olan Âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve mustakbel denilen Âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem her bir şeyin vucud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gosterir. Evet, hayat-ı ezeliye guneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu Âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hÂzıra ve bu vucud-u haricîye munhasır olamaz. Belki her bir Âlem, kabiliyetine gore, o ziyanın cilvesine mazhardır. Ve kÂinat, butun Âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa, nazar-ı dalÂletin gorduğu gibi muvakkat ve zÂhirî bir hayat altında her bir Âlem, buyuk ve muthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane Âlem olacaktı.

İşte, kadere ve kazaya iman ruknu dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani, nasıl ki Âlem-i şehadet ve mevcut hÂzır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları gorunuyor; oyle de, Âlem-i gaybdan sayılan gecmiş ve gelecek mahlûkatın dahi manen hayattar bir vucud-u manevîleri ve ruhlu birer subut-u ilmîleri vardır ki, Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla gorunur, tezahur eder.

(Devamı var)

Lem’alar, Otuzuncu Lem’a (Eskişehir Hapishanesi’nin Bir Meyvesi), Beşinci Nukte, s. 637
__________________