Bediuzzaman Hazretleri, meleklerin varlık delillerini 29. Soz Risalesi’nde on esas uzerinden ispat eder.

1- ‘Hakikat ’, meleklerin varlığını gerektirir.

Yeryuzu, goklere nispetle gayet kucuk olmakla beraber, insan ve cin gibi şuurlu canlılarla doldurulmuştur. Zaman zaman boşaltılıp, sonra yeniden şenlendirilen yeryuzunun bu hali acıkca işaret ediyor ki, suslu saraylar gibi gozuken goklerde de, hayat ve şuur sahibi varlıklar elbette vardır.

Bu varlıklara Kur’an lisanında “melekler” ve “ruhaniler” denilir. Bunların da, tıpkı yeryuzunun sakinleri olan insanlar ve cinler gibi, dort vazifeleri vardır.

Birincisi, alem sarayını hayretle seyretmek.

İkincisi, kainat kitabını dikkatle inceleyip okumak.

Ucuncusu, Cenab-ı Hakk’ın rububiyet saltanatının şuurla ilancılığını yapmak.

Dorduncusu, umumi ve kulli ibadetleriyle, kainatın ve buyuk varlıkların tesbihatlarını bilerek temsil etmek.

2- Kainatın hali ve icyuzu meleklerin varlığını ispat eder

Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini gormek ve gostermek ister.

Rabb’imiz de kainatı, sayısız inceden inceye san’atlı ziynetlerle, anlamlı guzelliklerle ve hikmetli nakışlarla suslu olarak yaratmış.

Elbette bu sayısız, ziynetler, guzellikler ve nakışlar, ona gore tefekkur eden, hayran olan aşıkların varlığını ve seyrini gerektirir. Nasıl ki guzellik bir aşık ister, yemek ise ac olana verilir. Aynen oyle de şu nihayetsiz guzel sanatlar da, gıdası ve rızkı, san’at guzelliğinin bizzat kendisi olan kalpleri ve ruhları ister. İşte o kalpler ve o ruhlar da melaikelerdir.

Nihayetsiz ziynetler, san’atlar ve nakışlar, nihayetsiz ibadet ve tefekkur isterler. İnsanlar ve cinler ise, nefis sahibi olmaları ve gafletin de bir neticesi olarak, bu nihayetsiz ibadet ve tefekkur vazifelerinin milyonda birisini ancak yapabiliyorlar. Demek ki, şu nihayetsiz ibadet ve tefekkur vazifelerini yapabilecek, hadsiz melek turleri lazımdır.

3- ‘Hikmet ’, meleklerin varlığını gerektirir. Cunku ruh ve hayattan cok uzak ve alakaları da pek az olan topraktan ve sudan, devamlı bir surette hayatı ve şuurlu canlıları yaratan Allah, elbette ruha ve hayata cok uygun ve layık olan nur ve karanlık denizlerinden, havadan ve elektrik gibi diğer latif maddelerden de bir kısım şuurlu varlıkları coklukta vardır.

Bu hakikatı, Bediuzzaman Hazretleri ‘hayat’ ve ‘şuur’un kıymet ve luzumlarından yola cıkarak bir misal ile şoyle nazara verir:

“Hayatsız bir cisim, buyuk bir dağ dahi olsa, gariptir, yalnızdır. İrtibatı yalnız oturduğu mekan ile ve kendisine karışan şeylerle vardır.

Kendisi dışında kainatta ne varsa, o dağa nisbetle adeta yoktur. Cunku hayatı ve şuuru olmadığından, hayat ve canlılarla bir alaka ve irtibatı yoktur. Şimdi de kucuk ama canlı bir cisme bakalım, mesela bir bal arısına... Hayat, o bal arısına girdiği anda butun kainatla oyle bir munasebet ve alaka kazanır, ozellikle de yeryuzundeki cicek ve bitkilerle oyle bir ‘ticaret sozleşmesi’ imzalar ki, “Şu yeryuzu benim bahcemdir. Ticarethanemdir.” diyebilir.

Bal arısı, butun canlılarda olan duyu organlarına ilaveten, cok da meşhur olmayan ‘saika’ (sevedici) ve ‘şaika’ (şevk verici) denilen duyuları ile, yeryuzunun coğu varlıklarıyla bir alış-veriş, dostluk ve alaka kurar, ve onlar ustunde adeta bir kullanım hakkına sahip olur.

Bu misalden de anlaşılıyor ki, hayat, en kucuk bir canlıda bile boyle buyuk bir tesir gosteriyor. Ozellikle hayat, en yuksek hayat mertebesi olan, insan hayatı mertebesine cıktıkca, muazzam bir genişlik ve acılım gosterir. İnsan, adeta hayatın ışığı hukmunde olan şuur ve akıl ile, kendi evinin odalarında gezdiği gibi, yuksek, ruhi ve cismani alemlere de manevi olarak misafir gider ve gezer. O alemler dahi, insanın ‘ruh aynası’na misafir olarak gelebilirler.”

Ozetle soylenebilir ki, hayat olmazsa, varlık, varlık değildir. Yokluktan adeta farkı olmaz.

Hayat ve şuurun onemini bu şekilde ifade eden Bediuzzaman Hazretleri, buradan yola cıkarak, hikmeten melaikenin olması gerektiğini şoyle anlatır:

“Mademki, hayat ve şuur bu kadar onemlidir. Ve madem, şu alemde bizzat goruyoruz ki, mukemmel bir intizam, kusursuz, sağlam bir yapı gorunuyor. Ve yine madem, şu ustunde yaşadığımız daima başı donen perişan ve kucucuk yerkuremiz, bu kadar sayısız hayat, ruh ve idrak sahibi varlıklarla dolmuştur. Butun bu izahlardan sonra, akıl ve kalbe şu hakikat, gayet suratle intikal eder ve şuphesiz bir itikad ile yerleşir ki: Şu ışıl ışıl saraylar ve azametli burclar gibi gozuken gokler dahi, hayatsız, ruhsuz, bomboş değil; kendilerine uygun canlı ve şuurlu sakinleriyle elbette doludur.

Balık, suda yaşadığı gibi, guneşin ateşinde dahi o nurani sakinler bulunurlar. Uzaklık sebebiyle veya gozumuzun kabiliyetsizliği sebebiyle veya gizlenmelerinden dolayı onların gozukmemeleri, hic bir vakit olmamalarına delil olamaz. Cunku gorunmemek, olmamağa delil olamaz. Mademki ezeli kudret-i İlahiye, gozumuzle goruyoruz ki, en adi, basit, hayat ve ruhtan en uzak ve hic de şeffaf ve latif olmayan toprak ve su gibi maddelerden, hesapsız canlı ve ruhlu mahluklarını coklukla yaratıyor. Ve gayet ehemmiyetle koyu ve mat olan maddeleri (toprak ve su gibi), hayat vasıtasıyla, latif ve şeffaf maddelere ceviriyor. Ve hayat nurunu herşeyde coklukla serpiyor. Ve şuur ışığıyla coğu şeyleri yaldızlıyor. Elbette ki nihayetsiz hikmet ve kudret sahibi olan Allah, o kusursuz kudretiyle, oksansız hikmetiyle nur gibi esir maddesi gibi, ruha yakın ve munasip olan diğer akışkan şeffaf ve latif maddeleri, ihmal edip hayatsız bırakmaz.

Cansız bırakmaz. Şuursuz bırakmaz. Elbette nurdan, karanlıktan, esir maddesinden, havadan, hatta manalardan, atta kelimelerden canlı ve şuurlu mahlukları coklukla yaratır.

Onların bir kısmı melaike, bir kısmı ruhani, bir kısmı da cin nev’leridir.”

4- Madde ile mana arasındaki ilişki , melaike ve ruhanilerin varlığına işaret eder Bediuzzaman Hazretleri, melaikenin varlığını ispat ederken madde ile manayı birbiriyle kıyaslar. Şoyle ki: “Madde, kendi başına ayakta durmaz. Bir mana ile ayakta kalır. O mana hayattır, ruhtur. Madde, kendisine hizmet edilen değil, hizmetkardır. Bir hakikatin olgunlaşmasına hizmet eder. O hakikat da, hayattır. Hayatın esası da, ruhtur. Acıkca anlaşılıyor ki, madde, hakim olmadığından, ‘muracatlar’ ona yapılmaz. Mukemmellikler ondan istenilmez. Tam aksine madde, mahkumdur. Bir esasın hukmune bakar. O esasın gosterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas, hayattır, ruhtur, şuurdur. Gercek o ki madde, yarılmaya, erimeye, yırtılmaya, bozulmaya, dağılmaya her an hazır bir ‘kabuk’, bir ‘kopuk’, bir ‘suret’tir.”

Bu hakikati şoyle bir misalle anlatır Bediuzzaman:

“Gozle gorulmeyen mikroskobik bir hayvanın cok keskin duyguları var. Oyle keskin ve hassas duygular ki, arkadaşınının sesini işitir, rızkını gorur. Şu hayvanın bu hali gosterir ki, maddenin kuculup incelmesi nisbetinde hayatın belirtileri, alametleri ve eserleri artıyor. Ruhun nuru şiddetleniyor. Sanki, madde inceldikce, bizim maddi alemimizden uzaklaştıkca, ruh alemine, hayat alemine, şuur alemine yaklaşıyor gibi ruhun harareti, hayatın nuru daha da şiddetli kendini gosteriyor.” Hic mumkun mudur ki, madde perdesinde bu kadar hayat ve ruh ve şuurun belirtisi ve sızıntısı bulunsun da, madde perdesinin altında olan batın alemi, melekut alemi, ruhlar alemi, ruh ve şuur sahibi varlıklarla, yani melaike ve ruhanilerle dolu olmasın?

5- Butun felse fi akımların ve dinlerin meleklerin manasında ittifak etmeleri, meleklerin varlığını ispat eden cok kuvvetli bir delildir Melaikenin varlığında, ehl-i akıl denilen butun felsefi ekoller ve ehl-i nakil denilen butun dinler fikir birliği ile ismini farklı koysalar da, ittifak etmişler denilebilir.

Mesela, maddede cok ileri giden, sadece akıl ile hakikate ulaşılabileceğini savunan ve vahyi kabul etmeyen Meşşaiyyun ekolunun felsefecileri, melaikenin manasını inkar etmeyerek, “Her bir varlık turunun, icinde cismani yapısından farklı ruhani bir hakikat vardır.” demişlerdir. Melaikeyi bu şekilde ta’bir etmişler. Yine eski İşrakiyyun ekolunun felsefecileri de, melaikenin manasını kabule mecbur kalarak, yanlış olarak, kainatın yaratılışında ve idaresinde etkili olduğu ve birbirinden turediği iddia edilen ‘on akıl’ ve ‘turlerin terbiye edicileri, idarecileri’ anlamında ‘melek’ karşılığı olarak kullandıkları kavramlarla isim vermişler.

Yine, butun dinler, ‘dağlara vekil kılınmış melek’, denizlere vekil kılınmış melek’, ‘yağmurlara vekil kılınmış melek’ gibi, herbir varlık turune vekil bir meleğin bulunduğunu, vahyin ilhamı ve irşadıyla kabul ederek, o şekilde isimlendirmişler. Hatta, akılları gozlerine inmiş materyalistler ve tabiatcılar dahi, melaikenin manasını inkar edemeyerek, ‘engel tanımayan yayılan kuvvetler’ diyerek, bir manada melek hakikatini kabule mecbur kalmışlar.

6- Kainatta hukmeden kanunlar, meleklerin varlığını gosterir Kainatta hukmeden ve pozitif ilimlerin de ifade ettiği kanunlar, hayatın ortaya cıkması icin kafi değildirler. Cunku cereyan eden bu kanunların vucudu yoktur, ilmi vucudları vardır. Bundan dolayı adeta ‘yok’ sayılırlar. O kanunları temsil edecek, gosterecek, dizginlerini ellerinde tutacak melaike denilen Allah’ın kulları olmazsa, o kanunlar meydana cıkamaz, belirgin olamaz. Sabit bir ‘hakikat’ olamazlar. Halbuki hayat bir sabit hakikattir. Vehmi bir dustur (kanun), sabit bir hakikati ustlenemez.

Mesela, kainattaki kanunları, bir devletin yasalarına benzetirsek, melekler de o yasaların uygulayıcısı olan hukumeti gibi olur.

Hukumet olmazsa, yasalar kendi başına bir devleti idare edemezler. Cunku yasanın vucudu yoktur. İlmi bir kaidedir. Ancak, bir guc, bir otorite yani bir hukumet ile o yasalar anlaşılır, tatbik edilir, ortaya cıkar.

Nasıl ki, beşer bir ummettir. Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından gelen şeriat-i İlahiye’nin taşıyıcısı ve temsilcisidir. Aynen oyle de, melaike dahi, muazzam bir ummettir ki, onların amele kısmı, irade sıfatından gelen ve yanlış olarak ‘tabiat’ ismi verilen kanunların taşıyıcısı ve mumessilidirler.

Hakiki tesir sahibi olan kudret ve irade-i İlahiye’nin emirlerine tabi’ bir nevi ibadullahtırlar ki, semadaki yıldızlar ve buyuk gok cisimlerinin her biri, onların birer mescidi, birer ma’bedi hukmundedirler.

7- İnsanlık tarihinde meleklerden tek bir ferdin bile gorulmesi, onların um umen varlığını ispat eder bir delildir Melaikeden bir ferdin varlığının ispat edilmesiyle, butun meleklerin varlığı ispat edilmiş olur. Bir tek ferdin gorunmesiyle, butun meleklerin varlıkları da bilinmiş olur. Cunku melaikeyi inkar edenler, tamamen inkar eder. Bir tekini kabul eden, butun hepsini de kabul etmeye mecburdur.

Hakikat boyle ise, şu soylenebilir ki: Butun zamanlarda, butun din mensupları, Adem Aleyhisselam’dan şimdiye kadar, melaikelerin varlığında ittifak etmişler. İnsan sınıflarının birbirlerinden bahsi, nakli, birbirleriyle konuşmaları, goruşmeleri gibi meleklerle konuşulmasında ve onların gorunmesinde ve onlardan rivayet edilmesinde ittifak etmişler. Acaba, meleklerden hic bir fert acıkca gorunmeseydi, varlıkları kesin olarak hissedilmeseydi, hic mumkun mudur ki bu konudaki ittifak devam etsin.

Hic mumkun mudur ki, hakikatsiz bir vehim, butun beşer inkılapları icinde, butun fikir inkılapları arasında hic bozulmadan devam etsin de beka bulsun.

8- Butun enbiya ve evliyanın, melekler hus usunda ittifak etmeleri bu mes ’eleyi ispat eder İnsanlık semasının guzel ahlak, doğruluk, fazilet ve hakikat guneşleri, ayları, yıldızları gibi olan enbiya ve evliyalanın, farklı zaman ve mekanlarda gelip, manen ittifak etmeleriyle, soz ve fikir birliği ile haber verdikleri ve şehadet ettikleri meleklerin varlığı ve onları gormeleri hic şuphe kabul etmez bir hakikattir. Cunku onlar, bu meselede “ehl-i ihtisas”, yani bu işin “uzman”ı ve “bilirkişi”sidirler. Bir meselede uzman olan iki kişinin soylediği sozler, uzman olmayan binlerce kişilerin, aynı konudaki sozlerinden cok daha kıymetli ve ustundur.

Enbiya ve evliya, melaike meselesinde ‘ispatlayan’ konumundadırlar. Bir ispat edici, binlerce inkar edicilerin inkarlarını hice indirir. Ozellikle de, Kur’an-ı Kerim ve onun tebliğcisi ve tercumanı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatu Vesselam’ın şehadetleri ve muşahedeleri hic mumkun mudur ki bir şuphe kabul etsin.

9- Her bir varlığın , hal diliyle yaptığı tesbihatını , şu urla ve soz diliyle tems il etmek hikmeti , melaikeyi gosterir ve ispat eder İsra Suresi 44. Ayette Rabb’imiz mealen şoyle buyuruyor: “Ve O’na hamd ile tesbih etmeyen hicbir şey yoktur.” Evet, bir cicek kendi uzerindeki san’atlı nakışların diliyle Yaratıcı’sının tesbihatını yaptığı gibi, koca yeryuzu bahcesi de bir buyuk cicek gibi, muntazam ve kulli tesbih vazifesini yerine getiriyor. Bir ağacın yaprak, meyve ve ciceklerinin kelimeleri ile bir tesbihatı olduğu gibi, koca semavat denizi de, kelimeleri hukmunde olan guneşleri, yıldızları ve ayları ile, Rabb’ine tesbihat yapar ve hamd eder. Bu misaller gibi, butun cansız varlıkların her biri, sureten cansız ve şuursuzken, gayet şuurlu ve canlı gibi vazifeleri ve tesbihatları var. Melaikeler, bunların alem-i melekutte (melekler aleminde) temsilcisidirler, tesbihatlarını ifade ediyorlar. Aynen oyle de bunlar da, meleklerin, şu cismani şehadet aleminde timsalleri, haneleri ve mescidleri hukmundedirler. İşte, butun varlıkların hal dilleriyle ifade ve ilan ettikleri İlahi isimleri ve kudsi manaları, bilen, bilerek soz diliyle ifade eden, kainata ilan eden, İlahi dergaha takdim eden, onlara uygun adeta ruhları hukmunde bir muekkel (vekil) melekleri vardır. Yani hikmet-i İlahiye, her bir varlığın lisan-ı haliyle zaten yaptığı ibadet ve tesbihat vazifesinin, şuurla ve lisan-ı kal ile de olmasını gerektirmiştir.

Bu hikmet de meleklerin varlığını ve kulli vazifelerini gerekli kılmıştır.

10- Hikmet -i İlahiye , kainat sarayında bilerek ve ucret beklentisinde olmadan calışa cak hizmetkarları gerektiriyor Cenab-ı Hakk’ın, kainat sarayında calıştırdığı dort kısım hizmetkarı vardır. Bitkiler ve cansız varlıklar, bilmeyerek, fakat bir bilenin emrinde gayet muhim vazifelerde ucretsiz hizmet ediyorlar. Hayvanlar, cuzi bir ucret karşılığında, bilmeyerek, gayet kulli geniş maksatlara hizmet ediyorlar. İnsanlar ve cinler ise, birisi peşin diğeri sonra verilecek olan iki ucret karşılığında, İlahi maksatlara, bilerek uygun hareket etmek ve her şeyde kendi efslerine de bir hisse cıkarmak ve diğer hademelere reislik ve gozlemcilik yapmak gibi vazifelerle hizmet ediyorlar.

Hikmeten buradan anlaşılır ki, dorduncu bir kısım hizmetkarlar da bulunacaktır. Bu hizmetkarlar hem, bir cihette insana benzer ki, Cenab-ı Hakk’ın kulli maksatlarını bilir bir ubudiyetle uygun hareket etsinler. Hem, insanın zıttına olarak nefsani hazlardan ve peşin cuzi ucretlerden tecerrud etmiş olsunlar.

Yalnızca Cenab-ı Hakk’ın nazarı ile, emri ile, teveccuhuyle, hesabıyla, namıyla, yakınlığıyla ve Allah’a olan bağlılıklarıyla ortaya cıkan lezzeti, saadeti, kemali, zevki kafi gorup halisen calışıyorlar. Onların ucretleri, itaat ve hizmetlerinin bizzat icindedir.

NETİCE OLARAK

‘Hakikat’, meleklerin varlığını gerektirir.

Kainatın hali ve icyuzu meleklerin varlığını ispat eder. ‘Hikmet’, meleklerin varlığını gerektirir. Madde ile mana arasındaki ilişki, melaike ve ruhanilerin varlığına işaret eder.

Butun felsefi akımların ve dinlerin meleklerin manasında ittifak etmeleri, meleklerin varlığını ispat eden cok kuvvetli bir delildir.

Kainatta hukmeden kanunlar, meleklerin varlığını gosterir. İnsanlık tarihinde meleklerden tek bir ferdin bile gorulmesi, onların umumen varlığını ispat eder bir delildir.

Butun enbiya ve evliyanın, melekler hususunda ittifak etmeleri bu mes’eleyi ispat eder. Her bir varlığın, hal diliyle yaptığı tesbihatını, şuurla ve soz diliyle temsil etmek hikmeti, melaikeyi gosterir ve ispat eder.

Hikmet-i İlahiye, kainat sarayında, bilerek ve ucret beklentisinde olmadan calışacak hizmetkarları gerektiriyor.

Asrın imamı, gerek akli gerekse nakli delillerle, meleklerin varlığına dair delilleri bu şekilde on esas uzerinden izah ve ispat etmektedir.

Cenab-ı Hakk’tan niyazımız odur ki, bizlere, iman esaslarını asrın insanına iki kere iki dort eder kat’iyyetinde izah ve ispat eden Risale-i Nur’u okuyup anlamayı, once kendi imanını kuvvetlendirip sonra, başkalarının da imanına kuvvet verecek şekilde calışıp, hizmet etmeyi nasib eylesin.

Amin! Vesselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.

KAYNAK

__________________