Fatiha, Kur’Ân-ı Kerim’in, dolayısıyla butun semavî kitapların ana gayesini, temel esaslarını ihtiva eden, tam bir kitap genişliğinde mubarek bir sûredir.


FÂtiha Sûre-i Celîlesi değişik hususiyetleriyle, Kur’Ân-ı Kerîm’in bir fihristi ve ozeti gibidir. Onda, Kur’Ân’ın tevhid, nubuvvet, haşir, adalet ve ibadet gibi temel konularının tamamına ya sarahaten temas edilmiş ya da bir işaret ve delÂlette bulunulmuştur. Kur’Ân-ı Kerîm’in dunya ve ahiretle alÂkalı hikmet, hukum ve maksatları ve CenÂb-ı Allah ile kÂinat ve insanlar arasındaki nispet ve rubûbiyet alÂkası da cok belÂgatli bir şekilde FÂtiha Sûresi’nde icmÂlen yerini almıştır. Oyle ki, bu sûrenin ilk yarısı Mekkî, son yarısı da Medenî hukumleri temsil eder gibidir. Bu olcude geniş bir muhtevaya sahip olan FÂtiha Sûresi’nin o genişlik nispetinde pek cok hususiyet ve faziletleri olması da pek tabiîdir.

FÂtiha Sûresi’nin, engin muhteva ve cok hususiyetlerine işaret eden değişik isimleri vardır. Şuphesiz bu isimler de Kur’Ân’ın bu ilk sûresinin ustunluk ve şerefine delÂlet ederler. Zîr isimlerin cokluğu musemmanın faziletine ayrı bir delildir. Ornek olarak bu isimlerden birkac tanesini zikredecek olursak, ona her şeyin başı ve esası mÂnÂsında “FÂtiha” denilmiştir. Maddî-mÂnevî, ferdî-ictimÂî pek cok dertlere derman olması itibariyle “ŞÃ‚fiye”, insanlığın butun problem ve sıkıntılarına yeterli bir recete olması cihetiyle “KÂfiye”, butun kitapların fihristi ve Kur’Ânî hakikatlerin ezelî bir hulÂsası olması yonuyle de “Ummu’l-KitÂb” isimleri verilmiştir.1 İmam Suyûtî (rahmetullahi aleyh) Kur’Ân ilimlerine dair kaleme aldığı el-İtkan adlı eserinde bu mubarek isimlerin sayısını yirmi beşe kadar cıkarmış ve “Tespit edebildiklerim bunlardır; bu zamana kadar da hicbir kitapta bu kadar isim yer almamış.” demiştir.2

FÂtiha Sûresi’nin isimlerinden “Dua, Munacaat, Hamd, Şukur, Rukye, Şifa, ŞÃ‚fiye, SuÂl (isteme) ve Ta’lim-i Mes’ele” gibi pek coğunun dua ile doğrudan alÂkalı olması ayrıca dikkatleri ceken bir husustur. Duanın, Kur’Ân-ı Kerîm’deki ehemmiyetli yerine işaret etmesi bakımından uzerinde durulması icap eder. Fakat, biz burada FÂtiha Sûresi’nin isimlerinden biri olan “Ta’lim-i Mes’ele”3 uzerinde durmaya calışacağız.

Ta’lîm-i Mes’ele
Bu ismin FÂtiha Sûresi’ne verilmiş olması, onun okuyup tefekkurde bulunanlara, CenÂb-ı Hakk’a dua etmeyi ve dua ÂdÂbını oğretiyor olmasından kaynaklanmaktadır. Ta’lîm; oğretme, ders verme ve yetiştirme gibi mÂnÂlara gelir. Mes’ele ise “suÂl” ile aynı kokten olup istemek ve dilenmek mÂnÂsındadır. Turkcemizde soruya suÂl denmesi de cevabını istemek munasebetiyledir. Nitekim, Duh Sûre-i Celîlesi’nin onuncu Âyet-i kerîmesinde gecen “es-sÂil” kelimesi hem dilenen hem de soran mÂnÂsına tefsir edilmiştir.

Dua Âciz ve muhtac durumdaki bir kulun, Kudreti Sonsuz Ğaniy-yi Mutlak’a yonelişini ve O’ndan taleplerini ifade eden cok cami bir ibadetin ismidir. Bu yoneliş ve talepte kulun bir edep dairesinde hareket etmesi, tavır ve davranışlarını o edebin gereklerine gore ayarlaması –ki biz ona dua ÂdÂbı diyebiliriz- o teveccuh ve isteklerin icabetle karşılanması icin en onemli şarttır. Aksine en buyuk huzurda yapılan edebe muhalif kucuk gibi gorunen bir inhiraf bile o huzura karşı buyuk bir saygısızlık addedilir/addedilmelidir. Binaenaleyh kul, Rabbinin huzurunda nasıl duracağını bilmek ve o mÂrifete gore hareket etmek durumundadır.

MÂrifet ya da Allah Bilgisi
FÂtiha Sûre-i Celîlesi’nin ilk Âyeti, الرَّحِيمِ الرَّحْمٰنِ اللّٰهِ بِسْمِ dir. Besmelenin anlamı, “RahmÂn ve Rahîm Allah’ın adıyla” şeklindedir ki, biz konumuzla alÂkalı olarak bu Âyet-i kerîmeden, her hayırlı işimizde olduğu gibi duaya başlarken de Allah’ın (azze ve celle) mubarek ismini zikretmemiz gerektiğini oğreniriz. ZîrÂ, bilir ve inanırız ki, Allah’ın ismiyle başlanmayan her iş neticesiz kalmaya mahkûmdur.

FÂtiha Sûresi’nin iki, uc ve dorduncu Âyet-i kerîmelerinde, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ “Butun hamdler, Âlemlerin Rabbi Allah’adır. O RahmÂn’dır, Rahîm’dir. Din (hesap) gununun tek mÂliki de O’dur” buyrulmuştur. CenÂb-ı Hak, arz-ı hÂlde bulunacağımız hususlarla DergÂh-ı İzzet’ine varmadan once bu hakîkatleri ikrar etmemizi, yani dilimizle soylememizi ve o hakîkatlerin ozune muttali olmamızı emretmektedir. Bu bir ta’limdir. Zaten pek cok mufessire gore sûrenin başında, zikredilmeyen ama takdir edilen bir “قُلْ/Soyle” emri vardır ki, ta’lime işaret eder.

Bu Âyetleri okuyan mu’min, Allah TeÂlÂ’nın, butun Âlemlerin yegÂne Rabbi olduğunu, topyekun varlığın O’nun emri ve izniyle vucut bulduğunu ve yine O’nun Kayyûmiyetiyle ayakta durduğunu anlar. Dolayısıyla o varlığın bir cuz’u olarak icindeki şukran ve hamd u sena hislerini sadece O’na tevcîh eder. Yine, Âlemlerin O Yaratıcı’ya işaret eden alemlerle (işaret) lebÂleb dolu olduğunu, binaenaleyh butun mahlûkatın kendi lisanlarıyla Allah’a (celle celÂluh) teşekkurlerini sunduğunu anlar. Zaten kÂinattaki mevcûdatın yaratılmasından maksat da Hakk’a ibadettir.

Sonra Yuce Yaratıcı’nın RahmÂniyet ve Rahîm-iyetini tefekkur eder. Anlar ki, butun kÂinatla birlikte kendisini vucut sahasına cıkaran zÂt, vucut vermekle daha başta rahmet ve şefkatini gostermiştir. Ayrıca o rahmet, re’fet ve şefkat kesilmemiş, devam etmektedir. Rahmet tecellîlerinin akışında bir kesinti gozukmemekte, aksine butun varlık Âlemi o merhametin cilveleriyle şenlenip durmaktadır. Bu kısacık dunya hayatındaki RahmÂniyet tecellîleri, arz-ı hÂlde bulunacak mu’min icin ahirette Rahîmiyet tecellîleri olarak devam edecek ve rahmet ve merhametin aslı o bek yurdunda gorulecektir.

RahmÂn, Rahîm ve Âlemlerin Rabbi Allah, aynı zamanda Din Gununun de MÂliki, Sahibidir. Sevdiği kullarını rahmet ve şefkatiyle asıl orada sevindirecek, burada tattırdığı nimetlerinin asıllarını orada yedirecektir. O’nun, izzet ve azametine perde vazifesi goren sebeplerin aradan cekilmesiyle, dunya ve ukb Âlemlerinin yegÂne Sahibi olduğu herkes tarafından ayan-beyan gorulecek, işte o zaman inanmayanlar Âh u vahlarla inlerken, inananlar imanlarının hazlarını gonullerinde bir kez daha hem de en derinden duyacaklardır.

Allah TeÂla’nın Rabb, RahmÂn, Rahîm, MÂlik gibi guzel isim ve sıfatlarını duyan ve onların tecellîlerini gorup hisseden bir mu’min, elbette O ZÂt-ı zu’l-CelÂl ve’l-CemÂl’in daha başka birbirinden guzel isim ve sıfatları ve o isim ve sıfatların farklı farklı tecellîleri olduğunu anlar. Bundan hareketle O ZÂt-ı Akdesi, kÂinatı cilveleriyle dolduran esmÂsıyla tanımaya calışır.

Bu ve emsali mulÂhazalar, inanc ve duşunceler FÂtiha Sûresi’nin ilk uc Âyetinde inananlara ta’lim buyurulan mÂrifet bilgileridir. İşte, Hakk’ın yuce huzuruna varıp da tezellulde bulunup ihtiyaclarını arzedecek olan kulun, once bu mÂrifet bilgileriyle kalbini doldurması ve CenÂb-ı Hakk’ın ululuğuna yakışır hamd u sena ifadeleriyle duasına başlaması icap eder.

Yalnız O’na Kulluk ve Dua
FÂtiha Sûresi’nin beşinci Âyet-i kerîmesinde de CenÂb-ı Hak, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ buyurur. MeÂl-i munîfi, “Yalnız Sana kullukta bulunur, yalnız Senden yardım dileniriz.” şeklindedir. Bu Âyet-i kerîmeyi okuyan mu’min, CenÂb-ı Hakk’ın ilk uc Âyette zikrettiği esmÂ-i husn ve sıfÂt-ı ulyÂsını hatırlar ve Rabbine yonelişini “Yalnız Sana kullukta bulunuruz.” diyerek gercekleştirir. Zîr bilir ki, Ma’bûd-u bi’l-hak yalnız Allah’tır. Eksiği-gediğiyle kulluğunu kabul edecek rahmet ve merhametin sahibi de O’dur. Yapılan kulluğa mukÂfat verebilecek yegÂne zÂt da ancak Âhiretin sahibi MÂliku’l-Mulk Allah olabilir. Burada, Yuce Yaratıcı’nın her şeyin mÂliki olduğu bir kez daha hatırına gelir ve yardımı, guc ve kuvvetleri sınırlı vÂsıta, vesîle ve sebeplerden değil de bitmez, tukenmez, galebe edilemez havl ve kuvvetin sahibi CenÂb-ı Allah’tan ister. “Yalnız Senden yardım dileniriz.” diye Rabbine yalvarır. Evet, kat’iyen ara-sıra acılıp kapanan kapıların eşiğine yuz surmez. Her zaman kapıları acık bir FÂtihu’l-EbvÂb olan Allah’ın Yuce DergÂh’ının eşiğine baş koyar. Zîr o kapıdan hicbir zaman eli boş, haybet ve husran icinde donmeyeceğini bilir. “Yalnız Sana…” demek aynı zamanda ihlÂslı olmanın da ifadesidir ve ihlÂs her ibadette olduğu gibi duanın kabulu icin de olmazsa olmaz bir şarttır.

DergÂh-ı İzzet’in onunde duran kul, bu mulÂhaza-larını seslendirirken Rabbi’nin ta’limine uyarak, “ben” yerine “biz” der. Âdeta tek başına huzur-u İlÂhi’ye varmaktan hicab eder. Eder de ya vucudundaki butun uzuvları mulÂhazaya alarak hepsinin hesabına “biz” der. Ya kendisini, Allah’a inanan kullardan muteşekkil cok geniş bir dairenin icerisinde duşunerek “biz” diye seslenir. Ya da mevcudatta, Allah’ı tesbîh edip duran butun yaratılmışlarla beraber huzur-u Âlîde bulunduğunu tefekkur eder ve “biz” der.4 Burada duaların kulliyet kesbetmesi ve kulliyet kesbetmiş olan yakarışların Hak nezdinde daha cok ve daha cabuk kabul gorduğu mulÂhazası da duşunulebilir.

Diğer bir husus da şudur: Kulluk bilindiği uzere cercevesi cok geniş bir kavramdır. “Yalnız Sana kulluk ederiz.” beyanıyla CenÂb-ı Allah’a kulluğunu ikrar eden mu’min, duasına mevzu’ yaptığı konu ya da konularda sebepler adına ortaya koyması gereken amelleri yaptığını ifade etmiş ya da yapacağına soz vermiş demektir. Cunku kavlî (dille yapılan) duanın makbûliyeti sebepler acısından duşunulduğunde fiilî duanın yapılmış olmasına bağlıdır. Tarlasına tohum ekmeden urun isteyen bir ciftciye de CenÂb-ı Hak hususî hazinelerinden urun verebilir; ama Âdet-i İlÂhiye acısından urun alabilmek icin once toprağa tohum atmak, sonra da CenÂb-ı Hakk’a el acmak gerekir.

Ayrıca, “yalnız Sen’den yardım dileriz.” diyen mu'min bir istiÂnede bulunmuş olmaktadır. İstiÂne de anlaşılacağı uzere yardım istemektir. CenÂb-ı Allah isteme duygusunu kullarının icine atmıştır. Mu’mine duşen irÂdî olarak bu isteği işler hÂle getirmesidir. İşte bu isteme de duanın bir yonunu teşkil eder. CenÂb-ı Hak Kur’Ân’ın ve Rasûlu’nun lisanıyla, dua etmelerini başka yerlerde kullarına acıkca ferman buyurduğu gibi FÂtiha Sûresinde de bu şekilde emretmiş olmaktadır.

Taleplerin En Yucesi
Altıncı Âyet-i kerîmede, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ buyurulmuştur ki, “Bizi sırat-ı mustakîme hidayet et.” mealindedir. Dosdoğru yol da diyebileceğimiz sırat-ı mustakîme hidayet, kulun bir mÂnÂda Rabbinden ilk talebi olmaktadır. Rabbinin mÂrifetine eren, ne kadar yuce bir huzurda bulunduğunu anlayan ve esm ve sıfatlarıyla O’nu sen eden mu’min kul, bu şuur icerisinde artık dileklerini dillendirmeye başlamıştır. Şuphesiz bu hidayet talebi, taleplerin en guzelidir. Zîr hidayet ve sırat-ı mustakîm pek cok guzelliği icine alan cok kuşatıcı kavramlardır.

Ustad Bediuzzaman Hazretleri, İşÃ‚rÂtu’l-İ’caz adlı eserinde bu genişliğe şu vecîz cumlelerle işaret eder:
نَسْتَعِينُ ile yardım talep edilirken makam gereği, ‘ne istiyorsun?’ diye takdîr edilen sual اِهْدِنَا ile cevaplandırılmıştır. اِهْدِنَا ile istenilen şeylerin ayrı ayrı olması اِهْدِنَا mÂnÂsının da ayrı ayrı olmasını icap eder. Sanki اِهْدِنَا dort mastardan muştaktır. MeselÂ, bir mu’min hidayeti isterse, اِهْدِنَا sebat ve devam mÂnÂsını ifade eder. Zengin olan isterse, ziyade mÂnÂsını, fakir olan isterse verme mÂnÂsını, zayıf olan isterse yardım ve muvaffak kılma mÂnÂsını ifade eder. (…) En buyuk hidayet, perdenin kaldırılmasıyla hakkı hak, bÂtılı bÂtıl gostermektir.”5

Hidayet talebinin buyukluğune, merhum AllÂme Elmalılı Hamdi Yazır daha farklı bir acıdan temas etmiştir. Biraz sadeleştirerek onun engin mulÂhazalarını da buraya almakta fayda goruyoruz:
“Nimetin yoluna nÂil olmak en buyuk nimettir. Cunku herhangi bir nimetin yoluna nÂil olmak o nimete bir kere değil daima nÂil olmayı netice verir. CenÂb-ı Allah’tan, ‘Y Rab! Bana şu nimeti ver.’ diyerek istiÂnede bulunmak pek kucuk bir talep olur. Hatta ‘Her nimeti ver.’ demek bile boyledir. Zîr bu dua kabul olunmakla o nimetlerin her zaman devamı temin edilmiş olmaz. Fakat ‘Şu nimetin yolunu lutfet ve o yolda sebat nasip eyle.’ diyerek talepte bulunulacak olursa, bu dua kabul olduğu zaman o nimet bir kere değil ilÂnihaye elde edilmiş olur. Yolların en buyuğu de İlÂhî yardımı elde etme yoludur. Bunun en kısası da sırat-ı mustakîmdir. Zîr o bulununca butun nimetlerin yolu bulunmuş olur. Nimetlerin yolu elde edildikten sonra da o nimetlerin hepsine erilir.6

Yine “sırat-ı mustakîm” de başka kelimelerle ifade edilemeyecek kadar yuce bir taleptir. Cunku onun muhtevasında Allah’ın yolu, hak yol, orta yol, Kitabullah, iman ve ona tÂbi hususlar, İslÂm, şeriat-ı İslÂm, Peygamberimiz ve ashabının yolu, Sunnet, Ehl-i Sunnet ve’l-Cemaat’in yolu, Cennet’e goturen yol gibi pek cok mÂn vardır. Ayrıca sırat-ı mustakîme nÂil olan kimse her meselenin orta yolunu bulur, dolayısıyla da her hususta ifrat ve tefritlere duşmekten kurtulur. Zaten insanoğlu icin en onemli mesele de budur. MeselÂ, humûd (uyuşukluk/isteksizlik) ve fısk u fucurdan kurtulur, hep iffetli yaşar. Cebanet (korkaklık) ve tehevvurden (kontrolsuz ofke) uzak kalır ve bir yiğit olarak hep şecaatle yaşar. Yine gabavet (hicbir şeyden haberi olmama) ve cerbezeye (aldatıcı bir zekÂya sahip olma) mahkûm olmaz, aksine omrunu hep hikmet eksenli surdurur.

Boylece, CenÂb-ı Allah’tan sırat-ı mustakîme hidayet talep eden kul, istenilebilecek nimetlerin en buyuğunu istemiş olur. Zaten talep edenin kıymeti de talebin kıymetiyle doğrudan irtibatlıdır. Oyleyse insan, isteyince buyuk şeylere, dahası Buyukler Buyuğu’ne, O’nun rıza ve hoşnutluğuna tÂlip olmalıdır. Cunku O’nun muradı budur. O’nun muradının onune başka muratları gecirmek duanın ÂdÂbı ile bağdaşmaz.

FÂtiha Sûre-i Celîlesi ile Rabbine teveccuh eden mu’min kul, صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ، غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ ifÂde-i celîlesinden de dua ÂdÂbı hesabına bazı dersler alır. Şoyle ki, CenÂb-ı Hak’tan dilediği sırat-ı mustakîm, tasavvur ve hayalden ibaret, yaşanmamış ve yaşanamaz bir yol değildir. Bilakis o yol, nebîlerin, sıddîklerin, şehitlerin ve sÂlih kulların daha evvel uzerinde yurumuş oldukları ve o yol vasıtasıyla saadete erip her muradlarına nÂil oldukları selÂmetli bir cadde, bir şehrahtır. İşte bu mulÂhazalarla o da “nimet verdiklerinin yoluna hidayet eyle; gazabına uğramış ya da dalÂlete duşmuş olanların yoluna değil” diyerek duasını devam ettirmiş olur.

Netice
CenÂb-ı Allah, Kur’Ân-ı Kerîm’e Âdeta mukaddime yaptığı FÂtiha Sûre-i Celîlesi’nde inanan kullarına dua ÂdÂbını da en vecîz ve belîğ şekilde ta’lim buyurmuştur. Bundan dolayı sûrenin guzel isimlerinden biri de Ta’lîm-i Mes’ele’dir. Dikkat ve tefekkurle tilÂvet edildiğinde –tabiî zikredilen butun mÂnÂları namazda okurken duşunmek namazın ruhuna uygun olmayabilir- Âlemlerin Rabbi Allah’ın bu sûrede kullarını duaya davet ettiği gorulecektir. Dua icin huzur-u İlÂhîye varacak olan kul, huzur sahibi O ZÂt’ı guzel isim ve yuce sıfatlarıyla, merhamet ve kudretiyle iyice tanımalıdır. Başka bir ifadeyle, Allah bilgisine ulaşmalı, mÂrifet sahibi olmalıdır. Cunku herkesin edepten hissesi irfanı nispetindedir. Duanın şartlarından birisi de o hususta gerekli olan esbÂbı yerine getirmektir. Peşinden ihtiyac hissi gelir. Evet, insan O Kudreti ve Merhameti Sonsuz’a olan ihtiyacının farkında olmalıdır. Dolayısıyla duasının kabul olacağına inanmalı ve dua ederken şuurlu bulunmalıdır. Bu ihtiyac hissiyle huzura vardığında, Rabbini hamd u senalarla anmalı, “Gelip arz-ı hÂlde bulunulabilecek bir tek Senin kapın vardır.” mulÂhazalarıyla ihlÂs ve samimiyetini ortaya koymalı, ondan sonra da taleplerini arz etmelidir. Bunu yaparken de ne isteyeceğini iyi olcup bicmeli, a’lÂsı var iken ednÂya tÂlip olmamalı, kendi isteklerini Hakk’ın muradının onune gecirmemelidir.

CenÂb-ı Allah, FÂtiha Sûre-i Celîlesi hurmetine dualarımızı kabul buyursun ve bizi sırat-ı mustakîm ehlinden eylesin.

*Araştırmacı-Yazar
Mustafa Yılmaz

Dipnotlar
1. M. Fethullah Gulen, Fatiha Uzerine MulahÂzalar, sh. 11
2. CelÂluddîn Abdurrahman es-Suyûtî, el-İtkÂn fî Ulûmi’l-Kur’Ân, 1/148
3. Sûreye bu ismin verilmesi ile alÂkalı olarak bakılabilecek bazı kaynaklar: el-İtkÂn fî Ulûmi’l-Kur’Ân, 1/151; el-Bahru’l-Muhît, 1/153; et-Tefsîru’n-NeysÂbûrî, 1/23; Rûhu’l-MeÂnî, 1/38; Hak Dini Kur’Ân Dili, 1/6, 55
4. Bedîuzzaman Said Nursî, İşÃ‚rÂtu’l-İ’caz, Şahdamar Yayınları, sh. 10
5. Az bir tasarrufla, İşÃ‚rÂtu’l-İ’cÂz, sh. 20,
6. Hak Dini Kur’Ân Dili, 1/130
__________________