“Yuksek Tansiyon”un 2003’de Fransız korku sinemasında başlattığı ‘Yeni Dalga’ hareketinin icinde o zamandan beri cekilmiş en ‘farklı’ filmi. İstismar filmi gibi başlayıp frankenstein filmine donuşerek alt turler arasındaki keskin donuşleriyle dikkat cekiyor.
Alexandre Aja’nın altı yıl once cektiği “Yuksek Tansiyon” (“Haute Tension”), Fransız korku sinemasında yeni bir ekol doğurdu. Kimi yabancı kaynaklarda yeni donemin ‘Yeni Dalga’ eğilimi olarak da anılan bu anlayış, aslında o zamandan beri belli bir film modelinin izini suruyor. Gore (kan oranı) dozunu yuksek tutan, el kamerasının gercekliğinin uzerine giden, lezbiyen alt metinler acan, aile kurumuna saldıran, turler arasında keskin donuşler yaparak surprizli bir yapı kuran, psikolojik yonunu guclu tutan, şaşırtıcı bir sonla dikkat ceken ve bunların hepsinin toplamından zeki bir yonetmenlik stili cıkarmayı beceren bir film modeli bu.
Modern frankenstein filmi
“Kutsal Bakire” (“Saint Ange”) ile tanıdığımız yonetmen Pascal Laugier’nin ikinci filmi olan “İşkence Odası”, yonetmenin bu anlayışı benimsediği ilk filmi. Oyle ki yapıt, istismar filmi olarak acılıyor, ikinci yarısında ise bir canavar oykusune donuşuyor. Tabii bu canavar konsepti o bildiğimiz fantastik canavarlara değil de, 30’lar Amerikan sinemasındaki ‘oteki’leştirilen canavarlara tekabul ediyor. Yani en kısa tanımıyla ‘modern frankenstein filmi’ ya da ‘postmodernize edilmiş bilimsel deney filmi’ (“Sinek”, “Kedi Kadın” gibi filmlerin icine girdiği alt tur) diyebiliriz film icin.
Laugier, “İşkence Odası” (“Martrys”) icin yola cıkarken belli ki korkuda cığır acmak ve yeni bir şeyler yapmak istemiş. Zira ismi de Matrix’e benzeyen Martrys. Bu da onun gibi devrimci bir kavram yaratmaya calıştığını gosteriyor. Bu kelimenin anlamı, olduğunde oteki dunyayı gorup bir sureliğine gercek dunyaya geri donme durumu. Yani korkuda cok fazla alışık olmadığımız mitolojik bir motifin yolunu acıyor: O da olum-yaşam arasında kalmışlık.
Yonetmen de daha cok bu motifin carpıcılığıyla sonuc almak istiyor. Ancak bunun icin oncelikle ilk 40 dakikada bir evin icindeki butun karakterleri oldurterek bir kan golu numarası cekiyor. Gore dozuyla Argento filmlerini fazlaca andıran bu kısım rahatlıkla aileye saldırı olarak algılanabilir metaforik anlamda. Tabii yonetmen filme bu bolumu yerleştirirken, mutlu yaşayan aileleri hedef almayı da amaclamış. Zira katiller de aslında birbirine aşık iki kız arkadaş. “Bonnie & Clyde” (1967) ya da “Thelma & Louise” (1991) benzeri bir durum da var yani alttan alta, ki bu daha once Fransız sinemasında “Duz Beni”de (“Baise-Moi”) de uygulanmıştı.
“Yuksek Tansiyon”un izinde...
Ancak bir diğer taraftan da hem hayalet filmi motiflerini hem de intikam kavramını kullanıyor. Oyle ki bu vahşetin gercekleşme sebebi, bir kızın yıllar once kendisine işkence yapıldığı gerekcesiyle kactığı akıl hastanesinin bulunduğu yerdeki herkesi oldurmek istemesi. Buradan da hemen aklımıza Fransız korku sinemasındaki ‘ayaklarının uzerinde duran kız prototipleri’ geliyor tabii. Yonetmen de zaten “Yuksek Tansiyon”a (“Haute Tension”) bir gonderme cakarak o kız ile daha uysal olan diğer kız arasında bir bağ kuruyor ve lezbiyenlik uzerine bir alt metin de acıyor.
Laugier, bu ilk sekansın ardından bizi bilinmeyenin yolunda zihin jimnastiğine cıkarıyor. Tabii bu numarayı daha once “İcerde”de (“A L’Interieur”, 2007) de gormuştuk. Hatta Fransız korku filmlerinin olmazsa olmazı olma yolunda ilerlediğini soyleyebiliriz bu ‘beklenmedik vites değiştirmeler’in.
Zira korkuda iki farklı anlayışın birleştirildiğini gormemiz olağandır. Ancak bu kadar birbirinden bağımsız olarak kullanıldığına pek de rastlamayız. Bu sebeple de Laugier, aslında yenilikci ve surprizli bir şey yapıyor burada. Tempolu ve gore bir ilk bolumun ardından minimalist ve atmosfer odaklı ikinci kısma geciyor. Boyle olunca, Haneke’nin filmlerindeki ‘şiddet eğilimi’nin sebeplerini inceleyen alt metinlere de giriş yapıyoruz ister istemez.
Bir bodrum katında gecen ve mitolojik yeniden doğum icin ceşitli motifleri iceren son bolum, yine fazlasıyla tiksindirici anlar sunuyor aslında. Ancak daha cok insan ruhunun ve bedeninin cektiği acıyla sarsıcı hale geliyor. Laugier’nin amacı ise bodrum motifinden ortaya bir ‘alt tur’ cıkararak martrys kavramının gercekliğini vurgulamak. Tabii ortaya cıkan sonucta keskin bir otorite, sistem ve yozlaşmış eleştirisi beliriyor karşımızda. Zira cadı kılıklı bir kadının yonettiği bir suc orgutu var ortada aslında. Yani tur bulamacının icinde kara film ve buyu filmi de mevcut.
Mitolojik alt metinler acıyor
Sonuc ise ‘Martrys’ adlı olum-kalım arasında kalmışlığı simgeleyen ve mitolojideki styx nehrini andıran bir motif. Belki de ‘martrys filmi’ gibi bir alt tur ileride ureyebilir. Bunun olumlu veya olumsuz yansıması da, filmin sinema tarihindeki konumunu belirleyecek.
Tabii Laugier’ye psikoloji ile kan dozunu birleştirdiği icin Jess Franco benzetmesi yapmak da mumkun. Zira “Kutsal Bakire”deki gibi yine bir akıl hastanesinde yaşananlar sonrası bir hayalet oykusu gibi kuruyor filmini. Tabii bu hayalet, metafiziksel yonunun yanında iğrenc, tiksindirici, her yeri kesik icinde ve tam anlamıyla gercek.
Bu sebeple de istismar, canavar ve hayalet filmi alt turlerinde farklılık yarattığını ve motifleri tersine cevirdiğini soyleyebiliriz Laugier’nin. Filmin bu uc ture de yuzde yuz dahil olamaması da bunu kanıtlıyor kuşkusuz. Zaten bunların arasındaki ayrımı yaparken farklı gorsel stiller benimsemesi de yonetmenlik zekasını ortaya koyuyor. Yani hangi acıdan bakarsak bakalım, zeki ve her anıyla şaşırtıcı bir yapıt cıkıyor karşımıza. Aynen 70’lerin İtalyan korku sinemasında olduğu gibi...
Kunye:
İşkence Odası (Martrys)
Yonetmen: Pascal Laugier
Oyuncular: Morjana Alaoui, Mylene Jampanoi, Catherine Begin, Robert Toupin
Sure: 97 dk.
Yapım Yılı: 2008
Gercek bir Amerikan kahramanı!
X-Men serisinin, en sevilen karakteri şuphesiz Wolverine’dir. Bu film de bu sevginin bir eseri aslında. Zira X-Men’in yapımcısı 20th Century Fox, uc filmden sonra karakterlerinin yaşamlarının oncesine uzanan projeler uretmeye karar verdi. Yani Amerikalıların deyimiyle bir ‘Spin-Off’ bu (Orijinalden cıkartılma). Bundan sonrası icin ise şimdiden Ian McKellen’ın canlandırdığı Magneto’nun filmi hazırlanıyor.
Tabii Wolverine karakterini nasıl bilirsiniz? Maco, doverek sonuc alan, doğaustu gucleri olmayan, asi, kalbinden cok zor etkilenen, yani lafın ozu tipik bir ‘erkek’. Bu malzemeden de cıkabilecek sinema filmini az cok tahmin edebiliriz. Ulkesini savaşlarda savunmuş bir asker ve birilerinden kacarak veya insanları doverek hayatını idame ettirmiş bir adam. Elbette bu beklentileri boşa cıkarmayan bir film var karşımızda. Zira yapıtın acılış sekansındaki karakterimizin 19. yuzyılda ilk ‘cinayet’ini gosteren sahneden sonra, tempo, aksiyon ve duellolar başlıyor.
Bir değil, iki savaşın kahramanı!
Aslında hayatına dair bir hayli ilginc detay da var. Orneğin adının Wolverine olmasının sebebini, ailesinin kac bireyden oluştuğunu, X-Men karargahının ortaya cıkmasında birincil rolun kim ait olduğunu ve daha nice merak ettiğimiz konuyu aydınlatıyor yapıt. Bu acılardan ilginc. Ama cıktığı nokta yine her Amerikan savaş, aksiyon veya macera filminde olduğu gibi ‘mukemmel’ ve ‘fazla iyi’ bir Amerikan kahramanı yaratmak.
Ustelik bu sefer bir değil, olumsuz olduğu icin iki savaşta, hem ic savaşta, hem de Vietnam Savaşı’nda ulkesine hizmet vermiş bir adam var. Ustelik oylesine duygusal, iyi ve fedakar ki. Polis orgutunde doğaustu guclere sahip kişilerin timindeki işini bırakıp oduncu olmaya bile karar veriyor!
Uzun lafın kısası, Logan on adlı Wolverine, aslında Amerikan sinema tarihinin o ‘kokten iyi’lerinden biri olarak anılacak. Tabii hikayesinde de karşısına cizgi filmlerdeki kadar abartılı bir kotu yerleştirmekten geri durmamış yapımcılar. O da Danny Huston’ın canlandırdığı bir bilim adamı. Yani her cizgi roman uyarlamasında olduğu gibi yine kotu konumunda bir bilim adamı var. Orumcek Adam, Superman gibi serilerde buna tanık olmuştuk zaten.
Yani ister ‘on hikaye’ olsun ister ‘ana hikaye’, ortaya cıkan sonuc aynı. Ustelik kahramanlık ikiyle carpılıyor. İyilik ve saflık ise belki de uce katlanıyor. Zira kendisinin aldatıldığını dahi sonda anlıyor karakterimiz. Ustelik Wolverine ismi de bu mantığın eseri!
John Woo cekmeliymiş...
Hadi fazla klişe ve abartılı dramatik yapıyı bir kenara bırakıp filmin one cıkan gorsel yapısının uzerine gidelim. Peki o zaman neyle karşılaşıyoruz? Bu sefer de aksiyon, duello, helikopter, motosiklet, kacma-kovalamaca sahnelerinden kurulmuş tipik bir aksiyon filmi iskeletine odaklanıyoruz. Ancak bunlar, gorsel efektlerle sarıldıkları icin -ki bir anda ışınlanan birkac karakter birden cıkabiliyor karşımıza-, aslında yonetmen Gavin Hood’un fazla bir işlevi yok.
“Tsotsi” ile ‘En iyi Yabancı Dilde Film’ Oscarını kazandıktan sonra, “Yargısız İnfaz”da bir politik-gerilime imza atan yonetmen, bu ikinci filminin senaryosunun sinsice milliyetcilik yapan halini bertaraf edememişti. Burada da belli ki kendini efektlerin uzerine bırakmış. Aksiyon sahnelerini en basitinden tempolu halleriyle one cıkarmış. Bu sebeple de bir koreografi goremiyoruz. Halbuki yonetmenlik koltuğunda John Woo olsa imiş, hem tempo daha akla yatkın bir duzeye getirilebilirmiş, hem de aksiyon sahnelerinin koreografileri olurmuş. Ancak burada o da yok.
Yani Wolverine, birkac ilginc detay dışında elimize bir şey vermiyor. Ama elbette X-men mitinin genişleyen skalasının icinde değeri var.
Kunye:
Wolverine
Yonetmen: Gavin Hood
Oyuncular: Hugh Jackman, Liev Schreiber, Danny Huston, Patrick Stewart
Sure: 109 dk.
Yapım Yılı: 2009
Samimi bir deneme
Dunya sinemasında ‘masalsı bir dunya yaratma’ eğilimi, son 10 senedir ozellikle daha aktif hale geldi. Hatta “Amélie” (2001) ve “Pan’ın Labirenti” (“El Laberinto Del Fauno”, 2006) devrimci masal filmleri olarak da kabul ediliyorlar. Handan Ozturk de bu ilk filminde Turkiye arka planlı bir ‘masal filmi’ yaratmak istiyor. Tabii bunu yaparken, bir kasabayı mesken tutarak aslında Federico Fellini, Emir Kusturica gibi yonetmenlerin filmlerini de akla getiriyor. Ancak bunların toplamında Reha Erdem’in “Hayat Var”da başardığı ‘Cizgi romansı Turk masalı’ formulunu uretmeyi başaramıyor.
Baraj yapımı sebebiyle sular altında kalacak bir Doğu Anadolu koyunde, bu kapitalist oluşuma karşı gelen yore halkını anlatıyor yapıt. Boylece modern dunyada kapitalist sistem karşıtı meseleleri de one cıkaran filmlerden biri oluveriyor bir şekilde. Ancak elindeki hikayeyi dağınık bir şekilde anlatınca ne izleyiciyi icine alabiliyor, ne de genel toplamda ortaya tutarlı bir butun cıkartabiliyor.
Handan Ozturk’u belki sanat yonetimi, kostum, makyaj gibi filme masalsı doku getiren gorsel aygıtlardan veya bazı bolumlerdeki cesur carpık acı (dutch angle) tercihleriyle atmosferi değiştirmesinden dolayı tebrik edebiliriz. Ancak bunlar sadece ana cocuk karakterin gozunden ‘anlatıcı sesi’ ile yansıtılan bolumlerde aktif hale geliyor. Aksine yonetmen, hikayeyi onun bakış acısına gore anlatmayı reddedip, anne-babasının ve ailesinin ilişkilerini hikaye kurgusuyla oynayan bir anlatı yapısının icine yerleştiriyor.
Boyle olunca bir taraftan anne-babanın hikayesi, bir taraftan ucarı kız Roz’un hikayesi, bir diğer taraftan da ana karakter olarak sunulup sonradan kenara itilen sozunu ettiğimiz cocuğun hikayesi akıyor. Zaman orgusuyle de surekli oynanınca, ne filmin masalsı dunyası yerli yerine oturuyor, ne de kolay akan bir sinema dili oluşuyor. Lafın ozu, senaryosunun temelindeki ‘cocuk masalı’ ve Kusturica ile Fellini’de gorduğumuz ‘belli bir bolge halkının yaşamını ozetleyen filmler’ formullerinden belli bir butun cıkaramamış. Sadece tersine bir felaket filmi olarak ilginc bir yere oturduğu soylenebilir.
Kaynak:HT
__________________