Maskelenmiş Oyunculuklar, bugune kadar yazdığım yazılar arasında zihnen beni en cok uğraştıran, buna karşılık, keyifli yaratım sureciyle ve aldığı ovgulerle beni en cok tatmin eden derleme oldu. Giovanni Scognamillo ustadın deyişiyle ansiklopedik bir calışmaydı, fakat her konsept calışmada olduğu gibi, kesişme noktalarında sınırlar ciziliyordu: Bu bir oyunculuk gosterisiydi; maskeli manyaklar, eli bıcaklı katiller, devasa yaratıklar veya olumcul kuklalar yoktu. Bunları gruplandırarak bir kalem altında toplamak lazımdı ve ilk tercihim korkunun temeline, en guvenilen limanlara inmek oldu: Cocukluğunuzun en buyuk eğlencesi, en buyuk kabusunuz olabilir mi? Melek yuzlu şeytanlar mıdır bizi korkutan, kirli yuzlu melekler mi? Korkmamız gereken yuz hangisidir, icteki mi, dıştaki mı? İşte bu sorularla başladığım ve Michael Curtiz’in meşhur klasiği “Angels with Dirty Faces“in ismini verdiğim calışma, ilk derlemedeki eksikliklerin bir nebze de olsa kapanmasına ve korkularımızla yeniden yuzleşmemize yardımcı olacak.
İşe elbette palyacolarla başlamalı. Leoncavallo’nun meşhur operası I Pagliacci‘de de (1892) bahsedilen palyaconun dramı, icindeki insanı gormeye hazır olmayan dimağlarımızda yeni bir korku mu yaratmıştı? Palyaco kavramını anlamak icin Ortacağ’da “saray soytarısı” olarak anılan jester’lara ve edebi kulliyatta bolca yer bulan trickster’lara değinmekte fayda var. Koklu bir gecmişe sahip “soytarı”lık, mitolojik tanrılara dahi ayrıcalık atfeden mizah gucuyle birleşince, geniş kitlelere eğlence unsuru yaratan “palyacoluk” mesleği ortaya cıktı ve sirklerden panayırlara, karnavallardan parti maskotluğuna, televizyona kadar her alanda rastladığımız bu emekciler, “maskeledikleri” yuzleri ile bilincaltı korkularımıza uzandılar ve hakir gorulmeye başlandılar.
Sinema palyacoları once bir sirk unsuru olarak ele aldı, The Circus (Charlie Chaplin, 1928), Freaks (1932), Trapeze (1956) (ve gunumuzde The Carnivale, 2003) gibi yapımlarla sirk hayatı işleniyor, palyacolar fazla goze batmıyorlardı. İlk ayrım animasyonda geldi: Max Fleischer 1919 yılında rotoskopla Koko the Clown‘u yarattı. Koko’nun onlarca filmi yapıldı, bunlar arasında film muziğinin ilk kez kullanıldığı ornekler de vardı. Betty Boop maceralarına da konuk olan Koko, ‘60lı yıllarda televizyona taşındı ve 100 renkli bolum cekerek yeni cağa merhaba dedi. Modern cağ trickster’i olarak Bugs Bunny ve turevlerinin oncusu Felix the Cat‘i de (1919) saymak gerek. Uzun sure hukumranlığını koruyan bu kedi, sessiz donem boyunca insanları eğlendirmeyi ve buyuk iri gozleriyle kendini sevdirmeyi bildi.
Gorulduğu gibi, o tarihe kadar palyacolar, insanları eğlendiren ve neşe sacan karakterler olarak ciziliyordu. “Binbir yuzlu adam” Lon Chaney’in Laugh Clown Laugh’u haricinde en goze carpan portre, Paul Leni’nin Victor Hugo’nun romanından uyarladığı The Man Who Laughs‘taki (1928) Gwynplaine karakteriydi. Conrad Veidt’in makyajıyla hayat bulan karakter, bir cizgi roman efsanesine, zamanla odunc aldığı ismini dahi kendi markası yapacak bir fenomene esin kaynağı olacaktı: 1940 yılında Bill Finger ve Jerry Robinson, Detective Comics bunyesinden ayrılıp kendi serisini başlatan Batman’in ilk sayısında Joker‘i yarattılar. Tum zamanların en psikopat karakterlerinden birinin kokeninin Victor Hugo’ya kadar uzanması, madalyonun iki yuzunun birbirine ne kadar yakın olduğunu bir kez daha ispat eder nitelikteydi.
1940 yılında kurulan fast food şirketi McDonald’s’ın 1959 yılında yarattığı maskot Ronald McDonald ise reklam sektorunun en bilinen yuzlerinden biri olacak, guler yuzlu ve sıcak karşılama vaadiyle muşterileri kendisine cekecekti. Bu arada televizyon bir suru isme (Red Skelton vs.) ekmek parası kazandırırken, James Stewart The Greatest Show on Earth‘te bir sirk palyacosunu (Buttons) canlandırıyor, film boyunca cıkarmadığı makyajıyla karaktere anlam katıyordu. Chaplin’in rakibi Buster Keaton’u da yanına aldığı, sahneye saygı duruşu niteliğindeki başyapıtı Limelight ve Fellini’nin eşi Giulietta Masina’nın (Gelsomina rolunde) harikalar yarattığı La Strada da (1954) onemli eserlerdi. Bu yıllarda beyaz perdeye merhaba diyen mim sanatcıları da ardı ardına boy gosteriyordu. Marcel Marceau, Jean-Louis Barrault gibi ustalar, ulkelerinin bayrağını bu turun gonderine cekmesini bildiler.
60′larda Batman televizyona uyarlanırken Cesar Romero da Joker’e hayat veren ilk oyuncu oldu (1966). 1970 yılında Avare ile tanıdığımız Raj Kapoor “Benim adım Joker” (Mera Naam Joker) derken, iki yıl sonra Jerry Lewis’ten Nazi taşlaması “The Day the Clown Cried” gelecekti. İlginc olan filmin tamamlanmamış ve gosterime girmemiş olmasıydı. Anlaşılan palyaco gercekten kan ağlıyordu.
70′lerde sahne makyajı rock gruplarına yansıdı: Kiss, Alice Cooper gibi daha sonra glam rock olarak anılacak gruplar, Marilyn Manson gibi haleflerine yol acıyor, muzikal anlamda olmasa da, teatral olarak bu turde yeni bir cığır acıyorlardı. Muzisyenler, borclarını az da olsa odediler: The Cure solisti Robert Smith’in yuz makyajı, aynen Rolling Stones gitaristi Keith Richards’ın “Karayip Korsanları“na esin verdiği gibi, James O’Barr’ın siyah beyaz klasiği The Crow‘a (1989) ilham verdiği soylenir. 5 yıl sonra Brandon Lee’nin canlandıracağı karakter, sağlam cizilmiş altyapısı ve aktorun trajik olumuyle efsane haline donuşecekti.
1989 yılında Tim Burton, Batman‘i beyaz perdeye uyarlıyor, Joker karakterini -adı, filmden bir adım onde giden- Jack Nicholson canlandırıyordu. Jenerikte adı Keaton’dan (Batman) once gozukuyordu, gorunen o ki Joker, bu yeni cağda Batman’ e kuracağı ustunluğunun ilk hamlelerini atıyordu! Nicholson’un coşmuş performansı, Joker ismini herkesin zihnine kazıyordu, fakat bir sorun vardı: Bu Joker, aynen Dracula uyarlamalarında olduğu gibi, kaynak aldığı romandakinden cok farklıydı. “Donuk ay ışığında şeytanla raks etmeyi duşleyen” bu adam, Joker değil, Nicholson’un alter egosuydu! Bircok cizgi roman uyarlamasında olduğu gibi, super kahramanın ezeli duşmanı filmin sonunda olduruluyor, devam filmlerine acık kapı bırakılmıyordu. 2008 yazında izlediğimiz, Christopher Nolan’ın The Killing Joke esinli The Dark Knight‘ı ise, bize uzun, kambur gorunumu, elinden duşmeyen bıcağı , huzursuz eden bakışları ve sırtlan guluşu ile yepyeni bir Joker sunuyordu: Bir onceki filmde olmeyen kotu karakterleri de (Scarecrow) duşununce Joker’in bu seferki donuşu muhteşem olacak gibi gorunuyordu. Olmadı. Henuz 29 yaşını doldurmamış olan Heath Ledger’in apansız olumu, sevenlerini olduğu kadar, seriden beklentileri yuksek fanatikleri de uzuntuye boğdu. Oyle gorunuyordu ki, Joker, tek filmlik serilerle kendi efsanesi icinde hapsolmaya mahkumdu.
Palyaco temasının korkunun ana unsurları arasına katıldığı yıllar doksanlar oldu. On yılın başında turun tanınmış yazarı Stephen King‘in kaleme aldığı It, palyacolara bakışımızı sonsuza kadar değiştirecekti. Derry adlı kasabada bir avuc “kaybeden” cocuğun birbirlerine tutunması ve bu gucle “Pennywise” isimli, -ekseriyetle- palyaco gorunumlu (buradaki “insan zihnine sığmayan kotuluk”un en sevilen imajlarla hayat bulması teması daha once Ghost Busters’ta da kullanılmıştı) doğaustu bir katile karşı koymaları ekseninde gelişen oyku, cocukların buyuyup kentin dışına cıkmaları ve her şeyi unutmalarıyla yeni bir sayfa acıyor; cocukluk travmalarını yeniden yaşamak uğruna birbirlerine verdikleri sozu tutarak “yeniden hortlamış” kotuluğu alt etmek icin buluşan bir avuc yetişkinin gozunden, aslında kendi anılarımıza ve korkularımıza bir yolculuk imkanı sağlıyordu. Aynı yıl cekilen televizyon filmi cok başarılı olmasa da, daha once Legend‘de Lord of Darkness makyajıyla harikalar yaratmış Tim Curry, en bilinen beyaz perde imajlarından birine hayat veriyordu: Pennywise the Dancing Clown, perdede dans ediyordu!
Son yirmi yıla baktığımızda palyaco temasının iyice suyunun cıkarıldığını goruyoruz: Ne korkutan ne de eğlendiren palyacolar (Killer Klowns from Outer Space vs), ucuz B-filmlerinde sıradanlaşana kadar somurulmeye devam ettiler. Bu donemin parlayan yıldızları The Simpsons‘ın “guldurmeyen” palyacosu Krusty ve “Frasier” Kelsey Grammer tarafından seslendirilen “entelektuel psikopat” Sideshow Bob oldu. Bob’un gorunduğu bolumlerden biri 1962 tarihli gerilim klasiği Cape Fear‘a atıf niteliğindeydi. Kolundaki dovmeyi (Die Bart Die) soran yargıca “bu Almancadır” yanıtı vermesi, ince zekasını ve mizah anlayışını gosteriyordu. Kendisini son olarak Maria Grazia Cucinotta’nın seslendirdiği eşi ve cocuğuyla birlikte (Vendetta, Vendetta!) İtalya’da Simpsonlar’a intikam yemini ederken izledik. Niles Crane karakteriyle 11 sezon art arda Emmy adayı olarak bir rekorun sahibi olan David Hyde Pierce da bir bolumde Bob’un -kendisini tuzağa duşuren- kardeşini seslendirmiş, Frasier sevenleri memnun etmişti.
Oyun piyasasında da gozuken palyaco figuru, Twisted Metal video serisindeki Sweet Tooth karakteri ile hayat buldu. Bu arada Spider-man ile harikalar yaratan cizer Todd McFarlane’in Marvel’dan ayrılıp Image Comics’e gecmesi ve rekor satış elde eden Spawn‘un ilk sayısıyla “cehennemin hizmetkarı” Violator karakterine hayat vermesi, palyaco kavramını cehennemle ilişkilendiren ilk ve belki de tek ornek oldu. McFarlane demişken, figurleriyle sıkı bir koleksiyoncu kitlesi edinen ve korku ikonlarına da bu alışmalarında bolca yer veren sanatcı, Twisted Fairy Tales konseptiyle masalların da ters yuz edilebileceğini somut olarak gosterdi ve bu cok tutan seri daha sonra Twisted Xmas ile devam etti. Benim de bir ara merak saldığım bu “carpıtılmış” masallar, uzman photoshopcuların actığı sanal galerilerde turlu versiyonlarıyla yer buluyordu. Evil Celebrity Clowns, bunlardan temamıza en uygun olanıdır. Clowning around ve Evil twin ile icimizdeki şeytan mı, dışımızdaki melek mi daha korkutucudur, kendiniz karar verebilirsiniz.
2000′lerde rock muzisyeni Rob Zombie’nin Sid Haig portresiyle yarattığı Captain Spaulding (aynı zamanda bir Groucho Marx karakteridir) ve Saw serisinin şekerleme yanaklı maskeli katili Jigsaw, temayı yeniden gundeme getiren karakterler oldular. Masters of Horror’un Tom Holland (Child’s Play) imzalı, John Farris’in romanından uyarladığı We All Scream for Ice Cream, palyaco temasını televizyona taşıyan ve bunu yaparken dondurma arabalarından uzak durmanızı soyleyen son yapım oldu!
“Guneş girmeyen eve doktor girer” misali, palyaconun giremediği eve korkunun uzanan kollarında oyuncakları ve kuklaları goruyoruz. Konuşan vantrolog mu, yoksa kukla mı? Oyuncak bebeğiniz konuşurken, pilleri arkasında mı diye kontrol etmeyi unutmayın (Child’s Play).
Cocuklar icin en guvenli sığınakların en buyuk korkularına kaynaklık etmesi, bu cılgın dunyada (Rick Blaine’e selam) şaşılmayacak kadar kucuk sorunlar belki fakat masumiyeti once zihinlerde oldurerek bu kirli savaşa belki de zemin hazırladığımızın, hazırladıklarının farkında bile değiliz. Cocukların bile (The Cell, Ringu vs.) korku unsuru olarak kullanıldığı beyaz perde, ucuncu dunya ulkelerinde katledilen ve aclığa terk edilen cocukları duşunmekte vicdanınızı perdelemiyor mu? O kadarı politik midir bilinmez fakat her şeyi korku malzemesi olarak kullanıp halkını komşusuna bile yabancılaştıran ve bu korku imparatorluğuyla dunyanın kaynaklarını somuren ABD’nin, artık yerleşmiş bu bakış acısını sinemacılarına da sindirdiği ve farkında olmaksızın yapımlarına yedirdiği muhakkak. İşi politik değil, insani olarak değerlendirmek isteyenler, herhangi bir belediye otobusune binip, kavga gurultu duymadan inmeyi deneyebilirler.
Hoşgorunun bittiği yerde şiddet tum gucuyle varolacaktır. Bir yazar olarak umudumuz odur ki, Hitchcock’un dediği gibi, “uyuşukluğumuzu gidermek ve ahlaksal dengemizi canlandırmak icin tek yol, şok yaratacak yapay araclara, bunun icin de sinemaya başvurmaktan gecer.”
Sinemanın buyulu dunyasının sizi korkularınızdan arındırması ve dunyaya daha guzel bakmanız dileğiyle..
ALINTIDIR...

__________________