İlgili ayetin meali ve acıklaması:
"Dinde zorlama yoktur. Cunku doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık her kim tÂğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hicbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir." (Bakara, 2/256)
Tefsiri:
Fakat dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu boyle anlamalıdır. Cunku "fi'd-dîn" (dinde) ifadesi, "ikrah"a muteallik değil (zorlama ile ilgili değil) haberdir. MÂnÂnın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hicbir şey, hak din olan İslÂm dininde yoktur.
Din cercevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Bunun icin isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama turunun hepsidir. Yoksa dinde dine zorlama yoktur, ama dunyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dunyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hukmunde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin ozelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslÂm dininin gercekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır.
Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hicbir amel ibadet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere goredir." Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mumkun değildir. Zorlama ile gosterilen iman, gercek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruc da oyle, hac da oyle, cihad da oyledir...
Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslÂm'ın hukmu altında herkes gorevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur. (Fî

Bunu "Dilediğini yapar." (Bakara, 2/253; Hac, 22/14) olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın iradesiyle iman ve hatta iman ile salih amel, zorlamaya değil, guzel bir secime ve gonul rızasına bağlı bulunduğundan din icin zorlama mumkun olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. "Eğer Rabbin dileseydi, yer yuzunde bulunanların hepsi iman ederdi. Oyle ise sen, iman etmeleri icin insanları zorluyor musun?" (Yunus, 10/99) Şu halde dine girmesi icin kimseye zorlama yapılmamalıdır. Cunku zorlanan kimsenin acığa vuracağı iman, Allah yanında gercek iman olmaz. Zorlama ile gercek bir dindar kazanılmaz.
Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, gecerli olmayacağından ve bu zorlama hÂlinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman acıklıyorsun, yine kÂfirsin." denilemez, kÂfir muamelesi edilemez. Durumu ortaya cıkıp, şuphe ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Cunku o imanı acığa vurması da az cok bir irade eseridir. Hic istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla Musluman olduğunu acıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu, ikrahın (zorlamanın) bir sozluk mÂnÂsıdır.
Zorlamaya ne hacet? Zorlama beklemekte mÂn nedir? Akılların hepsinin, dine sarılması gerekmez mi? Cunku doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar delilller ve nihayet ilÂhî saltanatın, bu kadar buyuk tecellisinden (ortaya cıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkÂr ve dinsizliğin ise azab ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya cıkmış; hak batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu olacak, kufur (inkÂr) ehli de muhakkak ceza ve azab gorecektir. Bunlar her nereden gelse kendi istekleriyle, kendi kazanclarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama mÂnÂsını icermeyecektir. Bu ozellikle şunu gosteriyor ki, "dinde zorlama yoktur" deyince, hic kimseye sorumluluk, ceza ve azab yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya cıkmış olmasındandır.
Bilinmektedir ki zorlama, fiilden once gelir de o fiil icin iradeyi kaldırır veya bozar ve o fiil, boyle rızasız yapıldığı icin fiilî sonucu, hayır veya şer, yapanın kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde zorlanan, bir alet olur. Artık kazanc, maksat zorlananın değil, zorlayanındır. Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkÂr ve zulmun, fasıklık ve isyanın, isteyerek kazanılmış muktesep bir fiil olduğunda da şuphe yoktur. Artık bu yapıldıktan sonra onun gerekli bir sonucu olan ceza ve azab da yapanın kendi kazancı, kendi hakkıdır ki, bunda zorlama mÂnÂsı duşunulemez, o kendi kendine zulmetmiş olur.
Allah TeÂl ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne kendilerine, ne de başkalarına zulum ve tecavuz etmelerine razı olmadığından, onları korumak icin sınırlar tayin etmiş, din ve hukumlerini bildirmiş, "Dinde zorlama yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin engellerindendir. İslÂm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hicbir kimseye İslÂm dinine girmek icin bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve secme hakkına sahiptir. İslÂm hukumleri altında muşrik, kitap ehli, (Yahudi, Hristiyan), hepsi, din hurriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir muşrik, dilerse Yahudi veya Hristiyan olabilir; hicbirine Musluman ol, diye zor kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sozunde) durmayanlar da sucuna gore cezasını gorur. Kendi rızasıyla İslÂm'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamberine soz verdikten sonra doner, irtidad eder (dinden cıkar) da tovbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sozden caymanın zorunlu bir sonucudur.
Bu noktada İmam ŞÃ‚fiî gibi bazı Âlimler, Musluman olmaya soz vermiş bulunan Mecusi veya Hristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela Yahudi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine don veya Musluman ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki, "Kufur, bir tek millettir." ifadesi gereğince o şekilde din değiştirmede, verilmiş bir sozu bozma mÂnÂsı yoktur. Buna gore, "Ya don veya Musluman ol!" diye zor kullanılmaz.
Ancak İslÂm dinine girdikten sonra donen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tovbe etmezse cezası verilir. Bundan başka ibadet ve diğer muameleler gibi rıza şart olan amel dallarında da zorlama gecerli değildir. Fiilin gecerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î bir fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir saldırıdır, derecesine gore cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan hurriyeti, ahd (soz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yuksektir. Hatta bundan dolayıdır ki, cihad ilanında bile duşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak uzere İslÂm uyruğunda vergi vermesi arasında kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine riayet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla mağlub olduğu takdirde de yine din değiştirmeye zorlanmayıp, adalet olculeri icersinde bir vergiye, bir intizama mecbur tutulur.
Demek cihad, din değiştirmek icin zorlayıcı bir vasıta değil, hak dinin yuceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Cunku zorlama ile din olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kÂfirlerin ve zalimlerin saldırıları da boyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her turlu haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş, bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin hukmu gecerli olan İslÂm yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din cevresinden dışardadır. DÂr-ı harb (kÂfir yurdu) zaten zorlama yurdudur. Boyle iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki, "Dinde zorlama yoktur." acık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit etmektedir.
Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama kabul etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelÂmını yukseltmek, yani herkesi mensub olduğu inanctan zorla cıkarmaya calışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip yayılmasına set cekmek isteyen ve gucunun yettiğince zor kullanan hak duşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb ve guclu bir akıl icin acıkca ortaya cıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın egemenliğini herkese arz ve ilÂn etmek ve boylece Muhammed ummetini, peygamberler cemaati arasındaki Hz. Muhammed (sav)'in makÂmı ile uyumlu olarak ceşitli milletlerden teşekkul eden sosyal bir toplum uzerinde genel barışı ustlenen, kamunun kalbi gibi egemen ve orta yolu tutmuş bir ummet yapmak ve peygamberlerin hic birini ayırmayıp hepsine derecelerine gore iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan İslÂm dinini, butun dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir din olarak savunup acıklamaktır. Bunun icin İslÂm'da savaşın gayesi, intikam, oldurmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve zorlayıcı gucunu alıp, dininde serbest olarak hakkın hukmune tabi tutmaktır ki, Allah'ın kelÂmını yukseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman muslumanlara bir zayıflık gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama coğalacak, butun insanlık allak bullak olacaktır.
Fakat bu acıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarıda, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) Âyetinde gorulduğu uzere, Mekke ve hatta Arap yarımadası muşriklerine kitap ehli gibi din hurriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, LÂilÂhe illallah (Allah'tan başka hicbir ilÂh yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Bu sozu soyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." hadisiyle ya İslÂm, ya olum ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde zorlama yoktur." hukmune ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine zıt ise, iki Âyet, birbirini nesh veya tahsis eder, onların buraya dahil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din hurriyeti verilmemesi ozellikle, "Dinde zorlama yoktur." hukmunun tatbiki icindir.
Bu munasebetle tefsircilerden birkac goruş vardır:
1. Bu "LÂ ikrÂhe" Âyetinin onceden genel bir şekilde indiği, daha sonra cihad ve savaş Âyetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet edilmiştir. Fakat bu goruş genel olarak doğru gorulmemiştir. Aslında "Doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir." Âyeti, bunun inişinin, dinin tam olarak ayırd edilmesinden sonra olduğunu gostermekte ve boyle bir duşunceye engel gorunmektedir. Bir de, gorulduğu uzere cihad meselesi aslında buraya dahil değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu bilmek gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine goredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hukmu acık) demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da icine aldığı goruşune sahip olabilecekler icin bu rivayet onemlidir. Demek oluyor ki bu Âyette boyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti ancak bu yone mahsustur. Yoksa cihad Âyetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş olmasına imkÂn yoktur. Âmm (genel hukum), nesihten sonra geri kalan kısımda yine kesindir. Kısaca nesih Âyetin tamamiyle ilgili değil, kısmîdir.
2. Bu Âyet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla muşrikler, bunun genel hukmunden harictir. Gerci "şu peygamberler..." Âyetinden başlayan sozlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğinden once Ensar'dan bazıları, cocuklarını Yahudiliğe veya Hristiyanlığa sokmuşlardı. İslÂm dini gelince bunlara zor kullanmak istediler. İslÂm'dan once Ensar'dan bir kadının cocuğu yaşamadığı durumlarda, şayet cocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve onların dini uzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar cocuklarının bir kısmı kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslÂm'a geldikleri zaman dediler ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha ustun gorurduk ve cocuklarımızı onun icin o yola sevkederdik, mademki İslÂm dini geldi, her halde biz bunları zorlarız." dediler.
Bu cumleden olarak Salim b. Avf oğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Onceleri Şam tuccarlarının telkinleriyle Hristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi bırakmam, mutlaka Musluman olmalısınız." diye sataştı. Onlar da cekindiler, ucu birlikte Resulullah (sav)'a muracaat ettiler. Bunun uzerine bu Âyet indi, babaları da onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden once olsun ve gerekse sonra, her iki takdirde nuzul sebebi, muşrikleri icine almamaktadır.
O halde hukmunun genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hukmu acık ve gecerlidir). Bu guzel! Fakat sebebin ozel oluşu, hukmun genel oluşuna mani değildir. "Dinde zorlama yoktur." hukmu ise daha geneldir. Sonra bu hukum yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dÂr-ı İslÂm'da (İslÂm yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhud ve guvence (emÂn) verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap yarımadası muşriklerinden başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu Âyet, mutlak olarak neshedilmiş olmadığı gibi, genel hukmu kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nuzul (iniş) sebebi, Resulullah (sav), birisine 'Musluman ol' buyurmuştu. O da 'kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu Âyet bunun hakkında inmiştir." diye rivayet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hukmun genel oluşunda daha acıktır.
3. Bilinmektedir ki Arap muşrikleri hakkındaki muamele, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) emrine dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur." hukmunun ise "Arapların Musluman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir." meÂlinde olduğu Tefsir-i Kebîr'-de acıklanır.
Demek ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hukum, daha oncesini kapsamaz, bu mÂnÂca bu Âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın..." Âyetinden sonra inmiş demek olur. Once inen, sonra ineni ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "LÂ ikrÂha = zorlama yoktur" hukmu genelliği uzere kalır. Bu durumda aralarında bir yonden celişki varsa, sonradan inen, once ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki bunun, oncekini neshettiğine dair hicbir goruş yoktur ve olamaz. Cunku bunun tarih itibariyle sonradan indiği acıkca belli değildir. Yukarıda goruldu ki, aksine rivayet bile vardır. Bu bakımdan usûl itibariyle birbirlerine yakın olarak yorumlanması gerekir. Boyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak tefsir (izah) ve tahsis edebilirler.
Şu halde İslÂm'ın doğruluğunun ortaya cıkıp ayırdedilmesini Araba ve zorlamanın olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Once İslÂm'ın başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların Musluman oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul edilmiş, bu arada Muslumanlar arasında bulunan Arap muşriklerine de bu olaya kadar hic bir zorlama yapılmadığı bilinmektedir. O halde, Âyetinin butun kapsamıyla mÂnÂsı, "İslÂm dininin, hukum dairesinde zorlama yoktur." demek olur. Savaş ve savaş hÂlinde bulunan duşman meselesi, bu hukumden esas itibariyle haric olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suca ceza da bunun dışındadır.
Ancak bu, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) Âyetiyle beraber duşunmek lazımdır. Buna gore Âyetin sonunun da delÂlet edeceği uzere İslÂm dininin hukum dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri de İslÂm yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (genellik ifade eden hukum) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da şirkti. Fakat genel mÂnÂsıyla alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da icine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden mustağni kalır (ona ihtiyac duyurmaz). Demek ki kısaca mÂn şu olur: "Fitne yoksa dinde zorlama yoktur, cunku doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar, belalarını bulurlar."
Bundan dolayı, her kim tağuta, azgınlara veya azgınlıklara kufredip (inkÂr edip), Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb ile, "Allah'tan başka hicbir ilah yoktur." diyerek once o tağutları kokunden siler, sonra da butun varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gonderdiği peygamberleri, Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, o mutlaka en sağlam kulpa yapışmıştır ki, kopmak onun icin değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak bırakılırsa fena duşulur. Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve batılın bu ortaya cıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugun var, yarın yok, gelip gecici olan fani, batıl, koyu golge kırılıp dokulecek, nihayet kendine tutunanı duşurup bırakıp gidecek olan tağutların, Firavunlar, Nemrudlar, sihirbazlar, kÂhinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mabudların curuk kulplarına yapışmak değil, "Ezelden sonsuza kadar diri olan, her şeyin yoneticisi" şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, goklerin ve yerin hukumranlığının sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gosterilmez, buyukluk sahibi, gizli acık, cuz'î (kısmî

TAĞUT: "Tuğyan" (azgınlık) kokunden mubalÂğa kipiyle bir cins ismidir ki, aslı "ceberût = zorbalık" gibi "tağavut" olup, yer değiştirmekle "tavagut" yapılarak "vÂv", "elif"e cevrilmiştir; tekile, coğula, erkeğe, dişiye soylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankÂr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.
İbnu Cerîr et-Taberî'nin tarif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankÂr olup zorla, zorlama ile veya gonul rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz, yahut kÂhin ya da insanların ve cinlerin, inad edip buyukluk taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye ceşitli rivayetlere rastlanır.
Ebu Hayyan der ki: "Bunların birer ornekle acıklanması gerektir. Cunku tağut bunların her birine hasredilmiş (mahsur)tir.." Yukarıdaki tarif, bunların hepsini icine almaktadır. Bununla birlikte KÂdî Beydavî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi icerir. Cunku bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Heva ve hevesini ilÂh edinen kimseyi gordun mu?" (CÂsiye, 45/23) Âyeti gereğince, kendi hevasına uyup kendi kendine mabut rutbesi vermiş sayılabileceği duşunulurse, onceki tarife dahil olacaktır. Bu acıklamadan birkac fayda elde edeceğiz:
Once, tağutun ceşitli tefsirleri (acıklamaları) ornek veya ceşitlerini gosterebileceği gibi "şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mabud, insanların ve cinlerin buyukluk taslayıp inad edenleri" kelimelerinin her biri tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun duşecek bir tarzda ifade edildiğine gore bunların, mÂn itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pek yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir.
İkinci olarak demek oluyor ki, tağutun acığı da, gizlisi de, gorunuru de, gorunmezi de vardır.
Ucuncu olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar ikinci derecede tağutlardır. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili taşların tağutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Cunku bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gosteremezler. Fakat red de edemezler. Bu sebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek veya dişi tağutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır. Gizli veya acık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri surerler. Bu yonuyle putlar, asıl tağut değil, tağutların temsilcileridirler.
Boyle "Kim tağutu inkar ederse..." ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş, putlardan once ona sevk eden azgın isyankÂrlara kufretmek (onları inkar etmek)tir.
Dorduncu olarak, Allah'a karşı isyankÂr olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım isyankÂrlar tarafından ilÂh diye kabul edilen Hz. İsa (as) ve Uzeyr (as) gibi buyuk insanların kendileri tağutun tarifinden ve kendilerine tağut denilenlerden harictirler. Tevhid emrinde, "başka hicbir ilÂh yok" derken bunların ilÂhlığını da olumsuz kılıp inkar etmek, ibadet etmemek farz olduğu halde, diğer taraftan bunları inkÂr caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak peygamberlere iman ve saygı da imanın şartlarına dahil bulunacaktır.
Bu cok onemli nukteye işaret edilerek "kim tağutu inkÂr ederse..." buyurulmuş da diğerlerini inkÂr şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkÂr etmek değil, Allah'tan başkalarından ilÂhlık vasfını kaldırmak ve bu arada tağutları inkar etmek, yani onları hic tanımamak, diğerlerinin de ilÂhlık altındaki derecelerine gore haklarını tanımaktır. Cunku hak Allah'ındır. Nihayet şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mumin olmak icin, Allah'a imandan once kufre tovbe etmek şarttır. Ve bu tovbenin şartı da tağutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim tağutu inkar eder de Allah'a iman ederse..." ifadesi, "Allah'tan başka hicbir ilÂh yoktur." kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte boyle ici ve dışı ile iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın Kursisine, cennetin en yuksek tabakalarına doğru cekilip, goturulecekleri ve giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde duşecekleri kelÂmın mÂnÂsından anlaşılıyor.
http://www.sorularlaislamiyet.com/ar...lamaliyiz.html
__________________