اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
AllÂhu l ilÂhe ill huvel hayyul kayyûm(kayyûmu), l te’huzuhu sinetun ve l nevm(nevmun), lehu m fîs semÂvÂti ve m fil ard(ardı), menzellezî yeşfeu indehû ill bi iznih(iznihî

Allah kendisinden başka hicbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur. Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Goklerdeki her şey, yerdeki her şey onundur. İzni olmaksızın onun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların onlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Onun kursusu butun gokleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, goklere, yere, butun evrene hukmetmektedir.) Gokleri ve yeri koruyup gozetmek ona guc gelmez. O, yucedir, buyuktur.
1.allÂhu: Allah2.l ilÂhe: ilÂh yoktur3.illÂ: ancak, sadece, den başka4.huve: o5.el hayyu: hayy olan, diri olan, canlı olan6.el kayyûmu: kayyum olan, zatı ile daimî, bÂki olan, herşeyi (kÂinatı) idare eden7.l te'huzu-hu: onu almaz (ona olmaz)8.sinetun: uyuklama hali9.ve l nevmun: ve uyku yoktur, olmaz10.lehu: onun11.m fî es semÂvÂti: goklerde olan şeyler12.ve m fi el ardı: ve yeryuzunde olan şeyler13.men zÂ: kim sahiptir (yetkiye sahiptir)14.ellezî: o kimse ki, o ki15.yeşfeu: şefaat eder16.inde-hu: onun katında, yanında17.illÂ: ancak, sadece, den başka18.bi izni-hi: onun izni ile19.ya'lemu: bilir20.m beyne eydî-him: onların elleri arasında olan şeyler, onların onlerindeki21.ve m halfe-hum: ve onların arkalarında olan şeyler22.ve l yuhîtûne: ve ihata edemez, kavrayamaz,23.bi şey: bir şey24.min ilmi-hi: onun ilminden25.illÂ: ancak, haric, den başka26.bi m şÃ‚e: dilediği şey, dilediği27.vesia: (geniştir) kapladı, kuşattı, kapsadı28.kursiyyu-hu: onun kursusu29.es semÂvÂti: semalar, gokler30.ve el arda: ve arz, yeryuzu31.ve l yeûdu-hu: ve ona ağır, zor gelmez32.hıfzu-humÂ: onları (o ikisini) koruma, muhafaza etme 33 - ve huve33.el aliyyu: ÂlÂ, cok ulu, cok yuce34.el azîmu: azîm, buyuk
İcinde Allah’ın kursusu zikredildiği icin “Âyetu’l-kursî” adıyla anılan bu Âyet hem muhtevası hem de ustun ozellikleri sebebiyle dikkat cekmiş, hakkında hadisler vÂrit olmuş, cok okunmuş, şifa ve korunmaya vesile kılınmıştır. Kelime-i şehÂdet ve İhlÂs sûreleri nasıl İslÂm inancının ozunu ihtiva ediyor ve insanlara Allah TeÂlÂ’yı tanıtıyorsa Âyetu’lkursî de –onlardan daha geniş ve detaylı olarak– bu ozelliği taşımaktadır. Bir onceki Âyette peygamberlerin getirdiği bunca Âyet ve “beyyine”ye (imana goturen işaret ve delil) rağmen insanların ihtilÂfa duştukleri, kiminin kufru kiminin imanı tercih ettiği zikredilmişti. İnsanı imana goturen deliller, aklını kullanarak uzerinde duşuneceği “kendisinde ve yakından uzağa cevresinde (enfus ve ÂfÂk)”, peygamberleri desteklemek uzere Allah’ın onlara lutfettiği mûcizelerde ve vahiy yoluyla yapılan “sağlam delillere dayalı sozlu acıklamalar”da gorulmektedir. Bu Âyet gercek mÂbudu arayanlar icin eşsiz ve başka hicbir kaynaktan elde edilemez bir acıklamadır, delildir. ŞevkÂnî’nin BuhÂrî, Muslim, NesÂî, Ahmed b. Hanbel gibi sahih kaynaklardan derlediği hadislerden birkacı bile bu Âyetin onemi hakkında bir fikir edinmeye yetecektir: Hz. Peygamber, Ubey b. K‘b’a “Allah’ın kitabından hangi Âyet en buyuğudur” diye sorup “Âyetu’l-kursî’dir” cevabını alınca onu tebrik etmiştir (Muslim, “MusÂfirîn”, 258). Yine Ubey’in hurmasına şeytana tÂbi bir cin musallat olmuş; vermeyi, dağıtmayı seven Ubey’i bundan vazgecirmek uzere hurmayı aşırmaya başlamıştı. Ubey mahlûku takip ederek yakaladı. Garip bir şekli vardı. Onunla konuşunca kimliğini ve maksadını anladı. Kendilerinden nasıl kurtulabileceğini sorunca “Bakara sûresindeki kursu Âyeti ile” dedi ve ekledi: “Onu akşamda okuyan sabaha kadar, sabahta okuyan akşama kadar bizden korunmuş olur.” Sabah olunca Ubey durumu Hz. Peygamber’e aktardı. Resûlullah, “Habis doğru soylemiş” buyurdu. BuhÂrî’de de Ebû Hureyre’den naklen yukarıdakine yakın bir rivayet vardır. Hz. Peygamber’e hadiseyi anlatınca şeytan olduğunu oğrendiği hırsız Ebû Hureyre’ye şoyle demiştir: “Yatağına yatınca Âyetu’l-kursî’yi oku, devamlı olarak Allah’tan bir koruyucun olacak ve sabaha kadar sana şeytan yaklaşamayacaktır.” Allah varlığı ezelî, ebedî, zaruri ve kendinden olan, her şeyi yaratan, her şeyin mÂliki ve mukadderatının hÂkimi, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan... yuce mevlÂnın oz ismidir. Bu oz isim zikredildikten sonra hem O’nun vahdÂniyeti (birliği, tekliği) hem de İslÂm’ın getirdiği imanın tevhid (Allah’ı birleme, bir bilme) ozelliği acıklanmak uzere “O’ndan başka tanrı yoktur” buyurulmuştur. Muşrikler elleriyle yaptıkları putlara tapmakta idiler. Bunlar cansız eşyadan yapılırdı. Canı bile olmayan varlığın ilÂh olamayacağını ifade etmek uzere hemen arkasından “O diridir” buyurulmuştur. Evet Allah diridir, O’nun hayat sıfatı vardır ve tıpkı diğer isimleri ve sıfatları gibi bunun da mahiyetini ancak kendisi bilmektedir. Gerek Araplar’daki gerekse diğer kavimlerdeki muşriklerin coğu buyuk bir Allah’a inanmakla beraber bunun yanında –her birine bir işlev tanıdıkları– sozde tanrılara inanmışlardır. Bu inanc tevhide aykırıdır. Tevhidi acıklayarak başlayan Âyet, Allah TeÂlÂ’nın “kayyûm” sıfatını zikrederek “kucuk, aracı, ozel gorevli... tanrılar”a gerek bulunmadığını ifade etmektedir. Cunku kayyûm, “butun varlıkları gorup gozeten, yoneten, bir an bile onları bilgi ve ilgisi dışında tutmayan” demektir. “Onu ne uyku basar ne uyur” cumlesi, hay ve kayyûm sıfatlarını pekiştirmekte ve biraz daha anlaşılmasını sağlamaktadır. Uyku basan veya fiilen uyuyan birinin gozetim, yonetim, koruma gibi işleri yerine getirmesi mumkun değildir. Allah TeÂlÂ’nın kayyûmluğu kÂmil ve kesintisiz olduğuna, daha doğrusu kayyûm sıfatı bunu ifade ettiğine gore O’nu ne uyku basar ne de uyur. Yerde ve gokte ne varsa –başka hicbir kimseye değil– O’na aittir; yaratanı da gercek sahibi de O’dur. Âyetin bu mÂnayı ifade eden parcası “Yalnız O’na aittir” kısmıyla tevhidi oğretirken “başkasına değil” mÂnasıyla de şirkin ceşitlerini reddetmektedir. Cunku muşrik toplumlar varlıkları yaratılış, aidiyet ve yetki bakımlarından ceşitli tanrılar arasında paylaştırmışlar; mesel yıldız, gok, yer... tanrılarından soz etmişlerdir. “Yerde ve gokte” tabiri Arapca’da “butun varlıklar” mÂnasında kullanılmakta, adına yer ve gok denilmeyen veya maddî mÂnada yere ve goğe dahil bulunmayan mekÂnlar ve buradaki varlıklar da bu ifadenin icine girmektedir. Allah’a ortak koşan kÂfirlerin bir kısmı, bu ortakların O’na denk olduklarına değil, O’nun nezdinde reddedilemez şefaat, geri cevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış icinde tapınmaktadırlar. “Allah katında, O izin vermedikce hicbir kimse şefaat edemez” mÂnasındaki cumle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta; şefaatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikce ve dilemedikce kimsenin boyle bir yetki ve imkÂna sahip olamayacağını ozlu ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında kendisine şefaat izni verilenlerin durumu ve yetkileri, odul torenlerinde odulleri vermek uzere kursuye cağrılan şeref konuklarınınkine benzemektedir. Odulun kime verileceğini bilen ve belirleyen onlar değildir. Ancak bu merasimi tertipleyenlere gore onlar, şerefli, saygıya lÂyık, buyuk kimseler olduklarından kendilerine boyle bir imtiyaz verilmiştir. Allah katında şefaatlerine izin verilecek olanlar da Allah’a yakın ve sevgili kullar olacaktır. Allah’tan başka butun şuur ve bilgi sahiplerinin bilgileri sınırlıdır, doğru da yanlış da olmaya acıktır. Bu genel gercek şefaat meselesine uygulandığında kimin şefaate lÂyık olduğunun da ancak Allah tarafından bilineceği anlaşılır. Cunku dış gorunuşu (m beyne eydîhim) itibariyle şefaate lÂyık gorulenlerin, kullar tarafından gorulemeyen ve bilinemeyen ic yuzleri (m halfehum) itibariyle boyle olmamaları mumkundur. Allah birdir ve yalnızca O ibadete lÂyıktır; cunku O’ndan başka olmuşu, olacağı, gizliyi, acığı, gecmişi, geleceği, goruleni, gaybı bilen yoktur. Kursî (kursu), “koltuk, sandalye, taht” anlamlarına gelir. Mecazi olarak saltanat, hukumranlık, mulk mÂnalarında da kullanılmaktadır. Allah TeÂlÂ’nın uzerine oturulan maddî alet mÂnasında kursusu olamayacağından –bu O’nun bizzat acıkladığı yuce sıfatlarına aykırı duştuğunden– burada kursuden bir başka mÂnanın kastedilmiş olması gerekir. Esasen Kur’an’da Allah’a nisbet edilen, “Allah’ın...” denilen her şeyi, O’nun varlığına dahil veya kullandığı bir şey olarak anlamak da doğru değildir. Mesel “Allah’ın evi, Allah’ın ruhu, Allah’ın emri, Allah’ın kolesi” tamlamalarında Allah’a ait olan şeyler boyledir. Bunlar ne O’nun varlığının bir parcasıdır ne de kullandığı araclardır; onem ve şereflerinden dolayı O’nun” diye tanımlanmışlardır. İbn Abbas’a gore kursuden maksat ilimdir. O’nun ilmi her şeyi kaplar. Âyetin bu kısmını, “kursuden maksat O’nun hukumranlığıdır ve buna sınır yoktur, hicbir şey O’nun dışında kalamaz” veya “Allah semavatı, arzı, arşı Kur’an’da zikretmiş, fakat bunlardan maksadın ne olduğunu acıklamamıştır. Kursusu de boyle bir varlıktır, yerleri ve gokleri icine alacak kadar geniştir. Ne ve nasıl olduğunu ise ancak kendisi bilmektedir” şeklinde anlamak mumkundur. Yuce, kÂmil, eşsiz sıfatlarının bir kısmı Âyette zikredilen yuce Allah’a, kulların sonsuz gibi gordukleri kÂinatı korumak, gozetmek ve yonetmek elbette guc gelmeyecek, O’nu yormayacak, meşgul bile etmeyecektir. Cunku O yucelerden yucedir, kimse bilmez nicedir.
Muellifi: Orhan BEKTAŞ
Kaynak: Kurani Kerim Bakara Suresi 255. Ayeti Kerime
__________________