
RahmÂn ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Nuzûl
Mushaftaki sıralamada seksen yedinci, iniş sırasına gore sekizinci sûredir. Tekvîr sûresinden sonra, Leyl sûresinden once Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (ŞevkÂnî, V, 492).
Adı/Ayet Sayısı
Sûre adını 1. Âyette gecen, “en yuce, en ustun” mÂnasındaki a‘l kelimesinden almış olup kaynaklarda yaygın olarak bu adla tanınmaktadır. “Sebbihi’sme rabbike’l-a‘l” ve “Sebbih” adlarıyla da anılmaktadır (İbn Âşûr, XXX, 280).
Konusu
Sûrede Allah, vahiy ve Kur’an, peygamber ve tebliğ gorevi, tebliğ karşısında insanların takındıkları farklı tavırlar ve bunun ebedî hayattaki sonucları ele alınmıştır.
Fazileti
Kaynaklarda, Hz. Peygamber’in A‘l sûresini okumaktan buyuk zevk aldığı; vitir, bayram ve cuma namazlarında onu okuduğu bildirilmektedir (bk. İbn Kesîr, VIII, 399-400; Emin Işık, “A‘l Sûresi”, DİA, II, 310-311).
Ayet

Yaratıp duzene koyan, takdir edip yol gosteren, (topraktan) yeşil otu cıkarıp sonra da onu kapkara bir sel artığına ceviren yuce Rabbinin adını tesbih (ve takdis) et. (1-5)
Tefsir
Tesbîh, Allah’ı kendisine lÂyık olmayan isimlerden, niteliklerden ve eylemlerden tenzih etmek, O’nun boyle kusurlardan uzak olduğunu kabul ve ifade etmektir. “Uygun şekil verme” diye cevirdiğimiz 2. Âyetteki tesviye kavramı, Kur’an’da genellikle "Allah’ın, yarattığı varlığa, onun varlık turunun gerektirdiği yapıyı, şekli vermesi, uygun forma kavuşturması" anlamında kullanılmaktadır. Bu Âyette ise “sevv” fiilini –nesnesi belirtilmediğinden– “her şeye uygun şeklini verme” olarak anlamak gerekir (ayrıca bk. Hicr 15/29).
Allah’ın yol gostermesinden (3. Âyet) maksat, yarattığı şeylerin tabiatını belirleyip onu hedefine doğru yoneltmesidir. ŞevkÂnî Âyeti şoyle yorumlar: “Allah varlıkların cinslerini, turlerini, niteliklerini, ne yapacaklarını, ne soyleyeceklerini, ecellerini takdir etmiştir; her birini yapabileceği, kendisine uygun olan davranışlara yoneltmiş ve yaratıldığı amac istikametinde hareketini kolaylaştırmış, din ve dunya işlerinde yapması gerekeni ona ilham etmiştir” (bk. V, 493).
4 ve 5. Âyetler, Allah’ın baharda yeşil bitkileri bitirip vakti gelince onları kapkara bitki kalıntısı haline getirmesi şeklinde acıklandığı gibi mecazen “canlı varlıklara hayat veren ve zamanı gelince onları olduren” anlamında da yorumlanabilir. Bazı cağdaş yorumcular 5. Âyetin, komur madeninin teşekkulune işaret ettiğini ileri surmuşlerdir. Buna gore ilÂhî kudret onceleri her turlu bitkileri, ağacları yetiştirip uzun zaman sonra bunları komur haline getirmiştir, Âyet bu olayı ifade etmektedir. Zira komur yataklarının daha onceki jeolojik donemlerde yaşamış olan dev bitkilerle ormanların gecirdiği değişikliklerin ardından yer altında basınc ve ısı etkisiyle komure donuşmuş olduğu bilinmektedir. Cansız madde olan taş ve topraktan yemyeşil otların ve ormanların cıkması nasıl Allah’ın kudretini gosteren bir olaysa onların zamanla taş komurune donuşmesi de oylece O’nun kudretini gosteren bir olaydır (bk. Elmalılı, VIII, 5747-5758; Emin Işık, “A‘l Sûresi”, DİA, II, 311).
Ayet

Sana (Kur'an'ı) okutacağız; artık Allah'ın dilediği haric, sen hic unutmayacaksın. Şuphesiz Allah, acığı ve gizleneni bilir.(6-7)

Seni en kolaya muvaffak kılacağız. O halde eğer oğut fayda verirse oğut ver. (8-9)
Tefsir
Hz. Peygamber ilk donemlerde kendisine gelen Kur’an vahyini ezberleme konusunda oldukca aceleci davranıyor, bir kelime veya harfi kacırma korkusuyla CebrÂil vahyi henuz tamamlamadan tekrar etmeye calışıyordu. Bu sebeple Resûlullah’a Kur’an okurken acele etmemesini emreden ve onu unutmayacağı konusunda guvence veren KıyÂmet 75/16-19. Âyetleriyle, “Sana Kur’an’ı okutacağız ve Allah dilemedikce unutmayacaksın” meÂlindeki bu sûrenin 6. Âyeti inmiştir. Boylece bir taraftan Hz. Peygamber bu davranışından vazgecirilmiş oluyor, diğer taraftan da vahyin korunmasının guvenceye alındığı bildiriliyordu (ŞevkÂnî, V, 494). Hz. Peygamber’in unutmaktan korunmuş olması da Allah’ın kudretini gosteren delillerdendir. Peygamberin şahsında gercekleşen bu ilÂhî mûcizenin sırrı, Kur’an’ı okuma ve ezberleme tarzında ummetin hafızalarında surekli olarak tecelli etmektedir. 7. Âyette unutturmama garantisine, “Allah dilemedikce...” şeklinde yapılmış bulunan istisn hususunda mufessirler farklı goruşler ileri surmuşlerdir. Bazıları bu istisnanın neshe delÂlet ettiğini yani “Allah herhangi bir hukmu yururlukten kaldırmak istediği zaman onu peygambere unutturur” mÂnasına geldiğini ifade ederler. Bazı Âlimlere gore ise bu Âyet –tıpkı “Gercek şu ki, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız” (bk. İsr 17/86) meÂlindeki vb. Âyetlerde (mesel bk. Hûd 11/107-108) olduğu gibi– peygamberin unutmasını Allah’ın hic dilemediği, dolayısıyla onun da hicbir zaman unutmadığı” anlamına gelir (bk. ŞevkÂnî, V, 494; Elmalılı, VIII, 5760). Bize gore “Sizler ancak rabbinizin (bunu) dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz” (İnsan 76/30) Âyetinde olduğu gibi burada da bir ilÂhî kanuna, bir ilkeye atıf yapılmaktadır. Kulunu yaratılış amacına uygun olarak şekillendiren ve donatan Allah’tır. O boyle yapmasaydı insan boyle olmazdı; duşunemez, konuşamaz, aklında tutamaz, unutamazdı. 6. Âyete gore Resûlullah, kendisine okutulanı (Kur’an’ı) asla unutmayacaktır; ancak bu, Allah istediği icin boyledir; unutmasını isteseydi elbette unutacaktı.
Mufessirler, “Sana kolaylık ve huzurun yollarını acacağız” meÂlindeki 8. Âyeti de Hz. Peygamber’in şahsına ozgu olarak değerlendirip kolaylaştırmayı “Allah’ın onu, beşerî bir caba gostermeden Kur’an’ı ezberlemeye, dinin kurallarını uygulamaya, kendisini cennete goturecek amelleri yapmaya muvaffak kılması” şeklinde yorumlamışlardır (Zemahşerî, IV, 243-244; RÂzî, XXXI, 142-143). ŞevkÂnî ise “din ve dunya işlerinden hangisine yonelirse o yolda muvaffak kılması” anlamında yorumlamıştır (bk. V, 494).
Ayet

(Allah'tan) korkan oğutten yararlanacak. En buyuk ateşe girecek olan kotu kimse ise oğutten kacınır. Sonra o, ateşte ne olur ne de yaşar.(10-13)

Temizlenen, Rabbinin adını anıp O'na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir. (14-15)
Tefsir
“...Oğut fayda verirse oğut ver” meÂlindeki ilk Âyetin lafzından, oğut verilebilmesi icin verilecek oğudun muhataba fayda sağlamasının şart koşulduğu anlaşılırsa da mufessirler, oğut fayda verse de vermese de peygamberin oğut vermek zorunda olduğu, Âyetin boyle anlaşılması gerektiği kanaatindedirler. RÂzî, oğut vermenin veya hakikati anlatmanın ilk etapta gerekli (vÂcip) olduğunu, tekrarının gerekli olmasının ise oğudun yarar sağlaması ve boylece amacın gercekleşmesi durumuna bağlı bulunduğunu belirtmiştir (XXXI, 144). Buna gore Hz. Peygamber’in Allah’tan aldığı tÂlimatı muhataplara duyurması onun misyonunun gereğidir. Oğut vermenin faydalı olacağı kanaatine varıldığı takdirde devam etmek de vÂciptir. Ancak inkÂrda kararlılık gosteren, gercekle alay eden insanlara oğut vermek onların inkÂr ve inatlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu yuzden Allah, “O halde bizi anmaktan yuz cevirenden … sen de yuz cevir” buyurmuştur (bk. Necm 53/29). Âyetteki “oğut fayda verirse” diye cevrilen kısım, “Oğut mutlaka fayda verir” şeklinde anlamaya da elverişlidir. Burada belli bir grup değil, oğude muhatap olan herkes kastedildiği icin muhatapların sayısı az veya cok olsa da bir kısmının oğutten mutlaka yararlanacağı kesindir. Nitekim 10. Âyette bu husus acıkca ifade edilmiştir.
10-11. Âyetlerde oğudun herkese fayda vermeyeceği, ondan ancak Allah’tan korkanların faydalanacağı, Allah’tan korkmayan, isyan ve gunah batağına saplanmış olan bedbahtların ise ondan kacacakları bildirilmiştir. 12. Âyet oğutten kacmanın, hakikate sırt cevirmenin sonucta insanı cehenneme surukleyeceğini haber vermektedir. “Sonra orada ne olur ne de yaşar” meÂlindeki 13. Âyet ise azabın ebedîliğini ve korkuncluğunu ifade etmektedir. Cehennemdekiler olmezler, yaşarlar; ancak cektikleri dikkate alındığında bunun olumlu anlamıyla yaşamak olmayacağı da muhakkaktır. Buna karşılık 14-15. Âyetlerde oğutlere kulak veren, kalplerini şirk, gunah ve kotu ahlÂkın kirlerinden temizleyen, namaz kılıp sadaka ve zekÂt vermek suretiyle nefsini arındıran kimselerin kurtuluşa erecekleri bildirilmiştir.
14. Âyette “arınan” diye tercume ettiğimiz tezekk fiili, “insanın nefsini kontrol altına alması, her turlu şirk, kotuluk ve gunahtan uzaklaşması, Allah’ın birliğine iman edip dinin emir ve yasaklarını yerine getirmesi” anlamına geldiği gibi “zekÂt vererek arınmak” mÂnasına da gelir. Ancak Mekkî sûrelerde yer alan “zekÂt” tabirleriyle (ZÂriyÂt 51/19; MeÂric 70/24), hukumleri etraflı olarak acıklanmış zekÂt değil, mutlak anlamıyla malî icerikli dinî gorevler kastedilmiştir. Cunku kurumsal anlamda zekÂt Medine doneminde farz kılınmıştır (bk. Tevbe 9/103). Şu halde Âyetteki tezekk kelimesi hem malı haramlardan ve kul haklarından hem de nefsi gunah kirlerinden arındırmayı ifade eder. 15. Âyette Allah’ın adını anan ve namaz kılan kimsenin kurtuluşa ereceği bildirilmiştir. Ancak burada gecen, “namaz kılma” olarak cevirdiğimiz sall fiiliyle ilgili farklı yorumlar yapılmıştır. Bazı mufessirlere gore bundan maksat bilinen beş vakit namazdır; bazılarına gore bayram namazı, bir kısmına gore de “salÂt” kelimesinin sozluk anlamı olan duadır (Taberî, XXX, 100). Beş vakit namaz Mekke doneminin sonlarına doğru farz kılındığına ve bu sûre de oldukca erken bir donemde indiğine gore, buradaki salÂt kavramını da beş vakit namaz olarak değil, ilk muslumanların beş vakit namazdan farklı ibadetleri olarak anlamak uygun olur.
Ayet

Fakat siz (ey insanlar!) ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dunya hayatını tercih ediyorsunuz. (16-17)
Tefsir
Onceki Âyetlerde kurtuluşun, nefsi ve malı arındırıp Âhirete hazırlıklı gitmekte olduğu bildirilmişti. 16. Âyette ise insanların genellikle gecici dunya hayatı ve zevklerini Âhirete tercih ettikleri hatırlatılmaktadır. Oysa Âhiret hayatı daha hayırlı, kalıcı ve sonsuzdur. Bu durum, –yuce Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak– inkÂrcıları bir kere daha uyarmak, muminlere de boylesi yanlışlardan uzak durmaları yolunda telkinde bulunmak uzere 17. Âyette vurgulu bir şekilde ifade edilmiştir (ayrıca bk. A‘rÂf 7/169; Yûsuf 12/109; Duh 93/4).
Ayet

Şuphesiz bu (anlatılanlar), onceki kitaplarda, İbrahim ve Musa'nın kitaplarında da vardır. (18-19)
Tefsir
“Kitaplar” diye cevirdiğimiz suhuf kelimesi kitapla eş anlamlı olan sahîfenin coğuludur. Bu bağlamda kitap, Allah tarafından peygamberlere gonderilen vahyi ifade eder. Buna gore her iki Âyette yer alan suhuftan maksat, “Hz. İbrÂhim ve Hz. MûsÂ’ya verilen kitaplardır". Bu iki peygambere nisbet edilen sahîfeler, gecmiş vahiylerin sadece birer orneğini teşkil eder. Cunku vahiy bunlarla sınırlı değildir. İsimleri bildirilen başlıca kitaplar, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’dır. Sahîfelerden 10’unun Hz. Âdem’e, 50’sinin Şît’e, 30’unun İdrîs’e, 10’unun da İbrÂhim’e verildiği rivayet edilir (bk. Zemahşerî, IV, 245)
Şuar sûresinin 196. Âyetinde olduğu gibi bu son Âyetler de vahyin tek kaynaktan, Allah’tan geldiğini ve ilÂhî dinlerin iman, ibadet ve ahlÂk konularında aynı prensipleri, evrensel gercekleri ve değerleri getirdiğini ifade etmektedir. Konuyla hicbir alÂkası olmadığı halde bu Âyetlerden, Kur’an’ın lafız değil, mÂna ve hukum olduğunu, bunun ise belli bir dile ait bulunmadığını, başka peygamberlere gonderilmiş kitaplara da Kur’an denilebileceğini ve Kur’an’ın namazda her dilden okunabileceğini soyleyenler, peşin hukumlerine sonradan kanıt arama yoluna girenlerdir. Soyledikleri doğru olsaydı bile okumak icin –sıradan insanların cevirileri değil– eski peygamberlere gonderilen vahyin asıl metinlerine ihtiyac olur, yalnız bunlar okunabilirdi. Bu da –o metinler mevcut olmadığı icin– fiilen imkÂnsızdır.
__________________