HAYAT ** NEDİR ?
(Rutbetu’l-hayĂ‚t)
HOCA *** YÛSUF** HEMEDÂNÎ
[Kaddesallahu Sırrahulaziz]
*** “Aynı şeklide tum insanların, padişah, vezir, Ă‚lim, zĂ‚hid, derviş, avĂ‚m ve havĂ‚s herkesin bu buyuk efendi ve Ă‚lim-i rabbĂ‚nî Şeyh Yusuf HemedĂ‚nî’ye tĂ‚bi olmaları gerekir. Cunku bu azîz şeyh kesinlikle Hz. Peygamber (a.s)’ın dînine muhĂ‚lefet etmemişlerdir. SahĂ‚be, tĂ‚biûn,tebe-i tĂ‚biûn ve selef-i sĂ‚lihîne uyarak yaşamışlardır. HemedĂ‚n şehrinde ve bulundukları diğer yerlerde dĂ‚imĂ‚ şu mubĂ‚rek sozu soyluyorlardı: “Doğru yol, Allah rasûlu Hz. Muhammed’in yoludur. Cunku Ă‚lemin efendisi şoyle buyurmuşlardır: Ey Ebû Hureyre! İnsanlara benim yolumu (sunnetimi) oğret ve sen de amel et ki kıyĂ‚met gununde ışık veecek bir nûra kavuşasın”.

*** “Şeyhimiz mubĂ‚rek sozleriyle şoyle buyurdular: Bu yol, Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’ın yoludur. Asır be-asır bize ulaşmıştır ve tĂ‚ kıyĂ‚mete dek devĂ‚m edecektir. Bu yuzden tum mu’minler ve sĂ‚likler bu seckin yola tĂ‚bi olmalı, bu hĂ‚nedĂ‚n ile sohbet etmeli, onların yoluna sulûk edip onlarla bulunmaktan ve unsiyetten uzak kalmamalıdırlar.” (S.38)
**** “ŞĂ‚hzĂ‚de Kusem b.AbbĂ‚s’ın makĂ‚mında (kabrinde) de şoyle buyurdular: “Kim ki bu yol uzere amel eder ve ona sarılırsa, şuphesiz tum karanlıklardan emîn olur ve bid’at denizinin dalgasından kurtulur.”
“Sonra şoyle buyurdular: Ey AbdulhĂ‚lik! Bilesin ki, Hak yolunun yolculuğu yani sulûk iki kısımdır: Sulûk-i zĂ‚hir ve sulûk-i bĂ‚tın. Sulûk-i zĂ‚hir, dĂ‚imĂ‚ ilĂ‚hî emir ve yasaklara riĂ‚yet etmek, imkĂ‚n olcusunde dînî olculeri muhĂ‚faza etmek ve nefsin arzularından kacınmaktır. İkinci kısım olan sulûk-i bĂ‚tın ise, kalbi temizlemeye calışmak ve nefsĂ‚nî kotu sıfatları yok etmek icin gayret sarfetmektir. BĂ‚tın temizliği dedikleri işte budur. Kalp zikrinde sınırsız bir caba ve azim gerekir ki, kalp Hak TeĂ‚lĂ‚’yı zikreder hĂ‚le gelsin. Bu zikir telkîni once Hz.Ebû Bekir (r.a.)’ın kalbine, ondan SelmĂ‚n FĂ‚rsî’ye, ondan Ca’fer-i SĂ‚dık’a, ondan SultĂ‚n BeyĂ‚zîd’e, ondan Şeyh Ebu’l-Hasan HarakĂ‚nî’ye, ondan buyuk şeyh Ebû Ali FĂ‚rmedî Tûsî’ye ve ondan da bize ulaşmıştır.
Bunu soylediler ve mubĂ‚rek başlarını one eğip oğle ezanına kadar boyle durdular.”
*** “Oğle namazını kılınca şoyle buyurdular: Ey dervişler! Bu silsilede her ne kadar bu efendilerden başka aziz insanlar var idiyse de, ozellikle bunların secilmesinin sebebi, onların mukĂ‚şefe ve muşĂ‚hedede (kalp gozuyle gormede) bu silsilenin onde gelen şahsiyetleri olmalarındandır.” (S.39)
** “Sonra mubĂ‚rek yuzunu tekrar bana cevirdi ve şoyle buyurdu: Ey AbdulhĂ‚lik! Tıpkı benim, HĂ‚ce Ebû Ali’nin dorduncu halîfesi oluşum gibi, sen de bizim dorduncu halîfemiz olacaksın. (FĂ‚rmedî’nin dort halî esi: 1. Abdullah ŞîrĂ‚zî, 2. HĂ‚ce İshĂ‚k Fahr-i NasrĂ‚bĂ‚dî, 3. HĂ‚ce Hamîduddin MultĂ‚nî, 4. HĂ‚ce Yusuf HemedĂ‚nî. bk.MakĂ‚mĂ‚t (Tibyan icinde) I, 380a). Baktım ki gozleri dolmuştu. Sonra ben sordum:Sizden sonra halîfe kim olacak? Şeyh efendi şoyle buyurdular: Bizden sonra yerimize HĂ‚ce Abdullah Barakî gececek, sonra HĂ‚ce Hasan Endakî, ondan sonra HĂ‚ce Ahmed Yesevî. HĂ‚ce Ahmed Yesevî Turkistan diyĂ‚rına gidince halîfe sen olacaksın.” (S.39-40)
*** “504 senesi Ramazan ayının 11. Carşamba gunu Sencer b. MelikşĂ‚h, Semerkand’daki KĂ‚sım b. Cûkî’ye bir mektup gonderdi. O mektupta şoyle diyordu: Şeyhu’l-İslĂ‚m ve’l-muslimîn HĂ‚ce Ali b. Muhammed, Kadı AlĂ‚eddin Omer... gibi Semerkand buyuklerinin bildirdiğine gore, muhterem şeyh Yusuf HemedĂ‚nî’nin yaşı kemĂ‚le ermiştir. Bizim o tarafa gitmeye fırsatımız yok. ZîrĂ‚ SuleymanşĂ‚h buyuk bir ordu ile bu tarafa yonelmiş. Bu yuzden Semerkand vilĂ‚yetine gidip gelemeyiz. Dervişlerin tekke masrafları icin KĂ‚sım b. Cûkî’ye helĂ‚l yoldan ihtiyatla kazanılmış 50.000 dinar gonderildi. Siz de bizim işimiz icin FĂ‚tiha okuyunuz. Tum arzumuz, hazret-i şeyhin ahlĂ‚k ve ahvĂ‚linin yazılıp bize gonderilmesidir. Cunku duyduğumuza gore, hazret-i şeyhin yolu ve tavırları tıpkı sahĂ‚benin yolu gibiymiş. Mutlaka buna onem veriniz ve duĂ‚cınızı da bu nasîb ile şereflendiriniz.
*** Sonra hazret-i şeyhu’l-İslĂ‚m, azizlerin huzûruna, HĂ‚ce Abdullah Barakî’nin evine geldiler. HĂ‚ce Hasan Endakî’yi, HĂ‚ce Ahmed Yesevî’yi, HĂ‚ce ŞĂ‚h GĂ‚tferî’yi... ve bu fakir AbdulhĂ‚lik’ı topladılar. Sultan Sencer’in meselesini anlattılar. Sonra hepsi Şeyh Yusuf HemedĂ‚nî’nin huzûruna girdiler, Sencer b. MelikşĂ‚h’ın arzusunu şeyhe arzettiler. Şeyh, onun işi icin FĂ‚tiha’yı okudu, sonra şoyle buyurdu: Ey dervişler! Bizde hatadan başka ne zuhûr etmiştir ki, onu Sencer’e gonderebilelim? Bunun uzerine HĂ‚ce AlyĂ‚ne: Efendim! Dervişlerin sizden istediği, onlara musĂ‚de etmenizdir, deyince, şeyhimiz: Bizden, Allah Rasûlunun şerîatına uygun ne gorduyseniz yazın, buyurdular.” (S. 40)
“Yuruyerek 38 defa hacca gitmişlerdi.”
“Tefsir, hadis, fıkıh, usûl, furû ve kelĂ‚ma dĂ‚ir 700 kitabı ezberlemiş.”
“213 meşĂ‚yıh ile tanışmıştı. Coğu gunler oruclu olurdu. 8000 putperesti musluman etmişlerdi. Tevbe ettirip yola getirdiği kişilerin ise sayısını kimse bilmez.” (S.40)
“MubĂ‚rek bir ayağı kısa idi. Yuzlerinde cicek hastalığından kalma leke ve izler vardı. Sakalları uzun ve kızıl idi. Biraz zayıf idiler. Kimi gorseler “HĂ‚ce” (efendi) diye hitĂ‚b ederlerdi. Cok yolculuk yaparlardı. Elbiseleri yunden ve yamalı olurdu. Yedikleri arpa ekmeği, darı ekmeği ve cekirdek yağı idi. Kırk gunde bir defa tavuk eti yerlerdi. Bazen deve ve koyun eti yedikleri de olurdu. Cizme îmĂ‚lĂ‚tı ve ciftcilik yaparlardı. Hak TeĂ‚lĂ‚ ona ne verdiyse, onu fakirlere, yetimlere, gariplere ve Ă‚ilesi kalabalık olan yoksullara verirlerdi. Omrunde hicbir defa dilenmemişti ve muridlerini de bundan men ederdi. DĂ‚imĂ‚ Allah’a guvenir, dunyayı îmĂ‚r icin uğraşmaz ama uğraşanlara da engel olmazdı. Senede 40 gun emr-i ma’rûf nehy-i munker yapar, insanlara hayrı tavsiye ederdi. Padişah ve zenginlerin evine gitmezdi. 75 sene bekĂ‚r yaşadılar (sonra evlendiler).” (S.40-41)
“Hızır (a.s)’ın izniyle Receb ayının 10. gunu Semerkand’a geldiler.”
“Omurlerinde bir kez bile ayaklarını uzatmamışlardı. Hak TeĂ‚lĂ‚’nın korkusu ile ağlarlardı. Sozleri tatlı idi, tebessumle konuşurlardı. Aclıktan ve riyĂ‚zattan dolayı belleri bukulmuştu.”
“Şeyhinin şeyhi olan Ebu’l-Hasan HarakĂ‚nî’yi (o.425/1034) gormuşlerdi. Doğum yerleri HemedĂ‚n’ın Guneyme mahallesidir. Coğunlukla yaya yururlerdi.”
“Perşembe ve Cuma geceleri ile bayram akşamları buyuk zĂ‚tları ziyĂ‚ret ederlerdi. Bir şehirden gelen misĂ‚fire, hangi şehirden geldiğini, orada dervişlerden kimler olduğunu ve orada medfûn bulunan sûfîlerin adlarını sorarlardı. Nefesi tutarak kalp zikri yaptıkları icin uzuvları dĂ‚imĂ‚ terli olurdu. DevĂ‚m ettikleri evrĂ‚ddan hĂ‚ric olarak her farz namazdan sonra bir cuz Kur’Ă‚n okurlardı. Şu anda medfûn bulundukları GĂ‚tfer semtinin Hoşrûd mahallesindeki evden Mescid-i CĂ‚mi’e gidinceye kadar Kur’Ă‚n-ı Kerîm’i hatmederlerdi. Mescidden HĂ‚ce Hasan Endakî ve HĂ‚ce Ahmed Yesevî’nin evine kadar Bakara sûresini okurlar, mescide donuşte de Âl-i İmrĂ‚n sûresini okurlardı. Şeyhimizin mescidinden bu dervişlerin evine kadar olan mesĂ‚fe 107 adım idi. Namazın iki rekatında bir cuz Kur’Ă‚n okurlardı.” (S. 41)
“SelmĂ‚n FĂ‚rsî’nin asĂ‚sı ve sarığı kendilerindeydi.”
“Semerkand buyukleri de onun sohbetinden uzak kalmazlardı. HĂ‚ce-i zinde dilĂ‚n HĂ‚ce Hızır (a.s) ile sohbet ederdi.”
“Cete ve Tokmak orduları geldikleri zaman onlarla savaşırdı.”
“Yemeğini kendi pişirir, elbisesini kendi yıkar ve eğer elbise yırtılırsa kendisi yamardı. Pazarda pişen yiyeceklerden yemezdi. Sarığını buyuk bağlar, sarığın sarkan ucunu uzun bırakırdı. Elbise kolu geniş ve kısa idi.”
“HelĂ‚l yiyen ve helĂ‚l işte calışanları dost edinirdi.” (S.42)
“Bıyıklarını kısa tutardı, muridleri de oyle yapardı.”
“Halkın yemeğini yemez, avam halk ile sohbet etmekten kacınırdı. Siyah cizme giyer, sarığını Ă‚limler gibi sarar ve sarığın sarkan ucunu iki omuzu arasına bırakırdı. Kazmayı iyi vururdu. İşsiz, bedĂ‚vacı (başkalarının sırtından gecinen) ve yeyip şişmanlayan insanları dost edinmezdi.”
“Yemeği sağ elle yer, başı acık olarak namaz kılmaz ve yemek yemezdi.” (S.43)
“Namazı uzatmazdı. Kendi ev işini kendisi yapar, değirmene kendisi giderdi. Bahar gelince cok gezerdi. Sabah, işrak, evvĂ‚bîn, teheccud ve istihĂ‚re namazlarını terk etmezdi.”
“Şehid olmak isterdi.”
“Hakk’a şukreder, aslĂ‚ Ondan şikĂ‚yet etmezdi. Hakk’ın taksîmine rĂ‚zı olurdu. Her zaman olume hazırlıklı idi. Herkese karşı şefkatli, pîrlere hurmetli, vuslata erememiş insanlara merhametli idi.”
“ÎmĂ‚nında şuphe yoktu, “hakîkaten mu’minim” derdi. Musluman cemĂ‚atıyla tartışmazdı. İyi ve kotu herkesin ardında namaz kılardı. Ehli kıbleden hicbirine kĂ‚fir demezdi. Kucuk ve buyuk herkesin cenĂ‚ze namazını kılardı. “Hayır ve şer tum kader Allah’tandır” derdi.” (S.44)
*“ Mezhebi, Ebû Hanîfe ve ashĂ‚bının tuttuğu yol idi. Fakirliği severdi. Bazı dervişler carık giyerlerdi. Hazret-i şeyh de ayağına meshederdi. Yemeğin başında Bismillah, sonunda Elhamdulillah derdi.”
“Tum mahlûkĂ‚ttan rĂ‚zı idi. Hic kimseye hased etmez, zenginlikten korkardı. Bazen şoyle buyururdu: “Bu azametli pĂ‚dişahlar ve gĂ‚fil cĂ‚hiller, dervişlerin duyduğu hazdan gĂ‚fildirler”.”
“ “ZĂ‚hirinizi dağınıklıktan kurtarın. ZĂ‚hiri dağınık olanın batını ve gonlu daha da dağınık olur.” derdi.”
“Muridleriyle seyahati sever ve: “Akla uyun, nefse uymayın, akıl ve nefs bir araya gelemeyen zıtlardır” derdi. “Dunyaya tutkun olmayın ve dunya susune meyletmeyin” derdi. Şeyhin arkasında namaz kılar, yanında durmazdı.” (S.45)
“ŞĂ‚hzĂ‚de Kusem b. AbbĂ‚s’ın kabrini ziyĂ‚rete giderdi. Dostlarından birinin Cete, Tokmak ve Urus ordusuyla savaş ederken şehid duştuğunu duyarsa cenĂ‚ze namazını kılardı. Hicbir şeye ve hic kimseye lĂ‚net ve bedduĂ‚ etmezdi.”
“Odasında hasır, kece (kepenek), ibrik, iki yastık ve kazandan başka bir şey yoktu. Zengini, zenginliğinden dolayı fakire tercih etmezdi. Surekli sahĂ‚benin fakir ve zenginlerinin hallerini anlatır, muridlerine de onlara tĂ‚bi olmayı emrederdi.”
“HĂ‚vetini belirli yer hĂ‚ricinde her yere yapmazdı. Bitkileri aziz bilir, onların bulunduğu yere bevletmez ve tukurmezdi.”
“Hak sozunu cok soyler, Allah TeĂ‚lĂ‚’yı anmadan yemek yemez ve şoyle derdi: “Lokma yemek, tohum atmaktır. Tohumu bilincli ve uyanık olarak atmak gerekir ki gıdĂ‚ itĂ‚at olsun.” (S.46)
*“Şeyhimiz Yusuf HemedĂ‚nî’nin Semerkand’a geliş sebebi şu idi: HĂ‚ce Hamîduddîn MultĂ‚nî vilĂ‚yete gitti, altı sene gecti. HĂ‚ce Hızır (a.s) da Malatya’da idi. Orada İmĂ‚m MĂ‚lik neslinden Abdulcemîl adında ve 113 yaşında bir adam vardı . Hak TeĂ‚lĂ‚’dan bir cocuk istiyordu. O esnĂ‚da Malatya pĂ‚dişahına (beyine) karşı bir duşman zuhûr etti ve onu memleketinden cıkarıp malına mulkune el koydu. Bu Malatya pĂ‚dişahı sahrĂ‚da ve dağda dolaşıyordu. Sakal ve kaşlarını traş etmişti. TesĂ‚dufen yolu Abdulcemîl’in evine duştu. Birkac gundur bir şey yememişti. Bu ev halkından yiyecek istemeyi duşundu. Evin kapısına geldiğinde burnuna dostluk kokusu geldi. Yaşlı bir adam gordu, ona selam verdi ve Rûm (Anadolu) diliyle şoyle dedi: “Bu vilĂ‚yetin ordusundanım. Birkac gundur bir şey yemedim”. HĂ‚ce Abdulcemîl: “Evin icine girin” dedi. PĂ‚dişah eve girince ona cok saygı gosterdi, “Oturun” dedi. Su getirip “abdest alın” dedi. PĂ‚dişah abdest aldı. Abdulcemîl: “Abdest şukur namazı kılın” dedi. PĂ‚dişah kıldı. Sonra Abdulcemîl muhtelif nimetlerle dolu bir sofra getirdi ve pĂ‚dişahın yanına koydu. PĂ‚dişah ne kadar istediyse yedi.
Sonra onun elbiselerini yıkadılar. Başını traş ettiler ve: “Biraz uyuyun”dediler. PĂ‚dişah uyudu. Uyanınca ağlamaya başladı, cok ağladı. HĂ‚ce Abdulcemîl geldi, pĂ‚dişah’ın cok ağladığını gordu ve ona ağlamasının sebebini sordu. PĂ‚dişah: “Soyleyemem”,dedi. HĂ‚ce Abdulcemîl yemin etti ve: “Soyle, utanma!”dedi. PĂ‚dişah ona baktı: “Beni tanıyor musun? Diye sordu. HĂ‚ce: “Malatya pĂ‚dişahı olmayasın?”dedi. PĂ‚dişah: “Evet”, diye cevap verdi. HĂ‚ce Abdulcemîl: “VilĂ‚yetini geri almak mı istiyorsun” diye sordu. PĂ‚dişah: “Nasıl istemem ki tum Ă‚ilem ve cocuklarımın hĂ‚li perişan oldu” diye karşılık verdi. HĂ‚ce: “Eğer vilĂ‚yetini geri alırsan kızını bana verir misin?” diye sordu. PĂ‚dişah kabul etti. Sonra HĂ‚ce şoyle buyurdu: “Senin, pederimiz İmĂ‚m MĂ‚lik’in turbesine gitmen ve orada 40 gun oturman gerek”. PĂ‚dişah kabul edip İmĂ‚m MĂ‚lik’in turbesine gitti.
Ote yandan o bolgeyi eline geciren pĂ‚dişah halka zulmediyor, muslumanların mallarını ve cocuklarını alıp istediği gibi kullanıyordu. Bu yuzden halk muzdarip ve cĂ‚resiz idi. Onceki pĂ‚dişahı arıyor ama bulamıyorlardı. O bolgenin onde gelen şahısları HĂ‚ce Abdulcemîl’in huzuruna geldiler ve hĂ‚diseyi anlattılar. HĂ‚ce: “Ben size onceden soylemiştim, onunla tek gonul olun, yanında savaşın demiştim. Ama tembellik ettiniz, şimdi kendi hatanızın cezĂ‚sını cekiyorsunuz” dedi. Bu onde gelen şahıslar haykırdılar: “Bize o pĂ‚dişah gerek, siz bĂ‚tınen himmet edin”. HĂ‚ce şoyle dedi: “Gece olunca tum zırhları giyin ve savaş silahlarınızı kuşanın. PĂ‚dişaha baskın yapın, onu ve adamlarını hapsedin ki ben de gidip pĂ‚dişahınızı getireyim”. HĂ‚ce bunu soyleyip halkı gonderdi ve İmĂ‚m MĂ‚lik’i ziyarete gitti. ZiyĂ‚retgĂ‚ha ulaşınca pĂ‚dişahı gordu, zayıflamıştı. PĂ‚dişah, HĂ‚ce’yi gorunce kalktı, hurmet gosterdi ve Malatya vilĂ‚yetini sordu. HĂ‚ce: “VilĂ‚yeti sana teslim ettik, kalk ve bineğine bin” dedi. PĂ‚dişah bu sozu duyunca HĂ‚ce’ye: “Kızımı kabûl ediniz” dedi. HĂ‚ce kızı nikĂ‚hladı ve Rûm diyĂ‚rına (Anadolu’ya) yoneldiler. Rûm diyĂ‚rının onde gelenleri karşılamaya cıktılar. HĂ‚ce’nin istediğini yapmış, bekliyorlardı. PĂ‚dişahın geldiği haberi duyulunca hemen şehrin dışına cıktılar, pĂ‚dişahı tahta oturttular. Duşmanları teker teker ağır zincirlerle getirdiler ve pĂ‚dişahın emriyle hepsini oldurduler. Sonra şehrin icine girinceye kadar toren yaptılar ve kızı HĂ‚ce’ye verdiler. Hak TeĂ‚lĂ‚’nın takdîriyle o kız HĂ‚ce Abdulcemîl’e bir oğul verdi. Ona HĂ‚ce AbdulhĂ‚lik adını verdiler.
Muhterem babam, HĂ‚ce Hızır(a.s) hakkında şoyle buyurdular: “Bu adı, HĂ‚ce Hızır(a.s) tercîh etti”. Yirmi iki yaşına geldiğimde HĂ‚ce Hızır (a.s) beni Hz. Şeyh Yusuf HemedĂ‚nî’ye goturdu. Şeyh, Hızır (a.s)’ın yanında bana kalp zikrini telkîn etti. Sonra Hızır (a.s) Hz. Şeyh’e: “Sizin Semerkand şehrine gitmeniz gerek” dedi. Bunun uzerine Şeyh Yusuf HemedĂ‚nî, isimleri daha once yazılan azizlerle birlikte Semerkand’a geldiler.”
“Uc ay sonra HĂ‚ce Hasan Endakî ve HĂ‚ce Ahmed Yesevî şeyhin sohbetine katıldılar, şeyh de onlara kalp zikrini telkîn etti. Dokuz ay sonra Abdullah Barakî geldi, murid oldu. Bu azizlerin zamanında Semerkand, hattĂ‚ AmuderyĂ‚ (Ceyhun) nehrinden Kara HĂ‚ce’ye, HĂ‚rizm vilĂ‚yetinden BedahşĂ‚n’a kadar olan bolgede bid’atcı ve hevĂ‚sına uyan hic kimse kalmadı.” (S.48)
*“Hazret-i Şeyh Yusuf HemedĂ‚nî’nin vefĂ‚tı Muharrem ayının 28. Perşembe gunu idi. Oğle namazını kıldılar. Sırtlarını mihrĂ‚ba dayayıp muridlerine: “Su ısıtın!” dediler. Muridler ağladılar. Sonra şeyh hazretleri yuzunu Abdullah Barakî, Hasan Endakî, Ahmet Yesevî ve bu fakîr AbdulhĂ‚lik’a ve orada bulunan diğer dostlarına cevirip şoyle buyurdular: “Biz, yerimize vekîl olarak HĂ‚ce Abdullah Barakî’yi sectik. Ona muvĂ‚fakat etmeniz gerekir, muhĂ‚lefet etmeyin. İrşĂ‚d postunda hilĂ‚fet sırası size gelince guzel ve mutlu yaşayın, muridlere kalp zikri yapmalarını, yuksek sesle zikretmemelerini soyleyin. Sultan Sencer b. MelikşĂ‚h icin yazılan Ă‚dĂ‚b ile ilgili hususları kendi muridlerimize de anlatın!”.
Sonra mubĂ‚rek yuzlerini HĂ‚ce Ahmed Yesevî’ye cevirip: “FĂ‚tır, YĂ‚sin ve NĂ‚ziĂ‚t sûrelerini okuyun” dediler. Hatim sona erince dostlardan bir feryĂ‚d yukseldi. Sonra şeyh hazretleri: “Hak TeĂ‚lĂ‚’nın oyle kulları vardır ki, onların can verişini Allah’tan başka kimse bilmez” buyurup şu beyti okudular:
*Senin diyĂ‚rında Ă‚şıklar oyle can verirler ki
Oraya olum meleği aslĂ‚ sığmaz.
*Sonra buyuk şeyhin yuzunde bir değişiklik zuhûr etti. HĂ‚ce Abdullah Barakî muridlere baktı ve: “Siz cıkın” dedi. Sonra şeyh: “Beni bu eve defnedin, namazımı Mescid-i CĂ‚mi’de kılın, kızımı seyyid Şerefuddîn’in oğlu ile evlendirin” buyurdular. Şeyh efendinin hanımı, kendisinden kırk gun once vefĂ‚t etmişti. Onu CĂ‚kerdîze’de defnetmişlerdi. Sonra şoyle buyurdular: “Beni HĂ‚ce Abdullah Barakî gasletsin, kabre de HĂ‚ce Hasan Endakî indirsin”. O bunları soylerken Hızır, İlyĂ‚s, AbdĂ‚l, Gavs ve Kutub iceri girdiler. Bu erenlerin herbiri hazret-i şeyhe vedĂ‚ ettiler. Sonra HĂ‚ce Hızır (a.s) elini uzatıp şeyhe beyaz bir elma verdiler. Şeyhimiz elmayı koklayıp Gavs’a verdiler. Gavs da koklayınca şeyhimiz: “Ey dostlar! Namaza hazırlanın, Allah’ın kullarına şefkatli olun ve Gavs’ı benim yanıma defnedin” buyurdular. Vasıyeti bitince şeyhimizin ruh kuşu yuce Ă‚leme kanat cırptı. Gavs da şeyhimize muvĂ‚fakat ederek bedenini boşalttı, can verdi.” (S.49)
*“Bilesin ki, basîret ve yakîn ehline gore “canlı”, avunup tesellî olan kişidir. “Hayat” da avunmak ve tesellî olmaktır. Yedi kat gok ve yerin mahlûkatı, tesellî ve huzur bulma konusunun ozunde hem-fikirdirler. Ancak tesellî olma ve huzur bulma yerleri farklı farklıdır. Herkesin kendi makĂ‚m ve durumuna gore bir tesellî yeri vardır. İnsan onun varlığı ile huzur bulur, rahatlar ve sĂ‚kinleşir. Onu kaybettiği zaman muzdarip ve huzursuz olur.” (S.53)
“Ama canlı ile hayĂ‚tı, tafsilĂ‚tıyla ve sûfî tĂ‚ifesinin tĂ‚rifi uzere tanımak istersen bilesin ki, dunyĂ‚ susleri ile tesellî olup avunan kişinin mutluluğu, bu aldanış sarayı olan dunyanın malını toplamak, biriktirmek, almak ve vermektir. O kişi dunya ile yaşamaktadır, dunya ile canlıdır. Bu durum, Âdemoğlunun hayat derecesi ve konumunun en değersiz, en aşağı seviyesidir.”
“Şuphesiz onlar hayvanlar gibidir, belki daha da sapıktırlar.”
“Hayvanlar gibi yerler ve varacakları yer ateştir.” (S.54)
“İnsan, Kur’Ă‚n-ı Kerîm’deki iki Ă‚yeti diline tesbîh edip tekrarlamalıdır. Bunlardan birisi hayvanların mertebesini kınayan, diğeri de insanların mertebesini oven Ă‚yettir.”
“Oysa Ă‚hiret daha hayırlı ve ebedîdir. Bu soz onceki kitaplarda, İbrĂ‚him ve MûsĂ‚’nın kitaplarında da vardır.”
“İlk Ă‚yeti tekrarlamanın bereketiyle insanın gonlunde dunya soğur, ikinci Ă‚yeti okumanın bereketiyle de Ă‚hiret sevgisi gonulde ısınır.” (S.55)
“Mu’min bir insanın tesellîsi ve huzuru, Kur’Ă‚n-ı Kerîm’in işĂ‚ret ettiği şu şekilde olur: “Onlar inanmışlar ve kalpleri Allah’ı anmakla (zikirle) huzura kavuşmuştur: Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur”14. “Dunya hayatına rĂ‚zı olmak” ifĂ‚desi, dunya ile tesellî olup avunanları kınamaktadır. “Ona bir iyilik gelirse yatışır, onunla huzurlu olur”15 Ă‚yeti dunya hazları ile tesellî olanlara sitem etmekte, “Huzurla yururler” Ă‚yeti, dunya emniyeti selĂ‚metiyle avunup rahatlayanları kınamaktadır. “Onlar inanmışlar ve kalpleri Allah’ı zikretmekle huzura kavuşmuştur”16 Ă‚yeti ise Hak TeĂ‚lĂ‚’nın zikri ile huzur bulan, O’nu anarak tesellî olanları ovmektedir.”
“Bir kimseye nefsi dost ve keremli olunca, o kişinin dinini yaşaması kolaylaşır. Kişi, gereksiz dunyevî şeyleri terkedip dunyadaki tesellîgĂ‚hını tahrib ettiği nisbette Hakk’ın zikriyle tesellî ve huzuru îmĂ‚r etmiş olur.” (S.56)
“Zamanın akışı, kĂ‚inatın donuşuyle birlikte kendini, ozunu ve yokluğunu tanıyamayan, kĂ‚inĂ‚tın sırrına vĂ‚kıf olamayan kişiye “goren” denemez. Goren insan, şerîat mulkunu tumuyle goren insandır. Cunku şerîat, nefsin ve kĂ‚inĂ‚tın hĂ‚kimidir.” (S.57)
“Cunku beden, dînin emĂ‚net ettiği bir binek ve dînî gorevlerin hamalıdır. Beden, din yolunda gĂ‚zinin atından ve hacının devesinden ustun değilse de, aşağı da değildir. Nasıl ki savaş yolundaki gĂ‚zinin atına ve hac yolundaki hacının devesine ot vermek Hakk’a itĂ‚at ve dînî bir iş ise, dînî hukumleri ve emirleri taşıyan bedene yemek vermek de daha evlĂ‚ olarak Hakk’a itĂ‚attır ve O’na yaklaşmaktır.” (S.58)
“Din ile tesellî olan, Hak TeĂ‚lĂ‚’nın zikri ile huzurlu ve mutlu olan kişinin yedi kat gok ve yer ile muhĂ‚lefeti kalmaz, herşeyle barışık olur.” (S.58-59)
“DergĂ‚hın muridi ve Hak katının sĂ‚liki dunya hazlarından el etek cekmelidir. İslĂ‚mî konuları anlama konusundaki isteğini daha yukseklere (îmĂ‚nî konulara) taşımalıdır.”
“Hakîkat yolunda vuslata erenlerin kanĂ‚ati şudur: Gonlun nĂ‚filelere sarılması, bedenin nĂ‚filelere devam etmesinden daha faziletlidir. Gonlun ve nefsin nĂ‚filesi, bedenin nĂ‚filesinden daha ustundur. Bedenin ve gonlun nĂ‚file işlerini, bir de tefekkur Ă‚nını bir araya getirmek mumkun olsaydı, bu, hayırlı ve gerekli bir iş olurdu.” (S.59)
“Beden, hem İslĂ‚m hem de imĂ‚n icin calışır. Gonlun yardımı olmaksızın beden bir iş yapamaz, bedenin ortaklığı ve yardımı olmadan da gonul muşĂ‚hedeye (kalp gozuyle gormeye) ve vuslata eremez. Sanki beden gonle, gonul de bağlanmış gibidir. Bedenin muslumanlığı, gonlun yardımı olmadan, gonlun îmĂ‚nı da bedenin yardımı olmadan temin edilemez.” (S.62)
“İslĂ‚m ile tesellîden, imĂ‚n ile tesellî noktasına gecebilmek icin zikir tefekkure, amel muşĂ‚hedeye, goz gayba, nefs gonle, alenî olan gizliye ve zĂ‚hir bĂ‚tına donuşmelidir.”
“Fayda-zarar, tatlı-acı, zor-kolay, hĂ‚kimiyet-esĂ‚ret, lutuf-kahır, bağlama-kırma, vuslat-hicran, acma-ortme, utanma-ovunme, gizli-acık, ayniyet-gayriyet, kirlilik-temizlik, ic-dış, vaad-azarlama, omur-asır, alcalma-yucelik, tum bunlar kazĂ‚ ve kaderden zuhûr eder. Hak TeĂ‚lĂ‚’nın kazĂ‚sı ve hukmu, kaderin zuhûruyla ona konu olan kişiye ulaşır.
Kul, ne getirecek diye kadere bakar. Kader de ne emredecek diye kazĂ‚ya bakar. KazĂ‚, ne buyuracak diye ilĂ‚hî izne, izin kudrete, kudret meşiyyete yani ilĂ‚hî irĂ‚deye, meşiyyet de ilĂ‚hî ilme bakar.”
“İlĂ‚hî irĂ‚de, ilim hazînesinden (odasından) kişinin mutluluk veya bedbahtlığını (saĂ‚det-şakĂ‚vet) alır ve kudrete gonderir. İzin, kudret hazînesinden bu saĂ‚det veya şakĂ‚veti alıp kazĂ‚ya gonderir. Kader, kazĂ‚ hazînesinden bunları alıp kula ulaştırır.”
“Kul, bedenine bakar gunah ve ma’sıyet gorur, gonlune bakar gaflet gorur ve bilir ki “Herşey ne icin yaratılmış ise, o şey ona kolay gelir”34. Korkarım ki kader, nefs adına gunah işler ve ilme muhĂ‚lefet eder.” (S.63)
“Bilesin ki, mu’minin unsiyet (Hak ile dostluk ve yakınlık) noktası, huzur ve sekînet mahalli ve gonlunun canlılığı olan tefekkur, kulun Allah’ı zikretmesi sebebiyle kendiliğinden doğmuş ise, bu, kulun gayreti olmadan ortaya cıkan tefekkurdur. SĂ‚lik, Hakk’a giden yoldaki zikrinde son noktaya ulaşamadığı surece onun zikri bir sûrete burunmez.”
“SĂ‚likin zikride son noktaya ulaşması, diliyle birlikte yedi uzvunun hatta tuyleri ve tırnaklarının da zikre iştirĂ‚k etmesidir. Kalp, uzuvların zikrini duyar ve gorur. Bu duyuş sebebiyle ısınır, kuvvetlenir, zikre muvĂ‚fakat ve iştirĂ‚k eder.
Kalp zikrinin nihĂ‚yeti kırk gundur. Bu kırk gunun sonunda biriken nurlar kalbi aydınlatır ve duygu organlarının pencerelerine cıkar.
Halvet ehline zuhûr eden bu halleri, hicbir fakîh, mufessir ve muhaddis bilemez, bu konudaki sorulara cevap veremez.”
“Bu mĂ‚nevî haller ve muşĂ‚hedeler bazen bir sene, bazen de on sene devam eder. Hallerin suresi, zikrin suresi kadardır. Kalp gozuyle gorme hĂ‚li zuhûr edinceye kadar insan icin baş gozu ile gormekten başka cĂ‚re yoktur. Kalp gozuyle goruş (muşĂ‚hede) kesilince, sıra zikre gelmiş olur. HĂ‚kimiyet, kalp zikrinde olur. Kalp harĂ‚retle zikre devam ettiği surece dil bekler ve ona bakar. Kalp zikri durunca sıra dile gelir ve dil zikre başlar.” (S.64)
*“Muridin nasîbi, şefkatli bir pîre bağlanmıştır. Murid, tek başına on senede alamayacağı yolu, bir pîr ile olunca bir senede alabilir. Muhtemeldir ki murid bir hĂ‚le ve muşĂ‚hedeye takılıp o mertebede on sene kalabilir. Sonunda bir pir gelir, onun yolunu acar, muridi o halden cıkarır.”
“MuşĂ‚hedelerin zamanı ve sırası gecince, kalpteki zikir ortamında tefekkur kapısı tumuyle acılmaya başlar. Tefekkur artınca murid daha canlı olur onun huzur mekĂ‚nı daha mamûr olur ve bu murid Hak TeĂ‚lĂ‚ tarafından muhĂ‚faza edilir.” (S.65)
“Kul, eşyĂ‚nın sayısını (kemiyetini) duşununce, Hak TeĂ‚lĂ‚’nın tekliği yuz gosterir. EşyĂ‚nın vasfını (keyfiyetini) duşununce, Hak TeĂ‚lĂ‚’nın tĂ‚rif edilemez oluşunu gorur. EşyĂ‚nın sebebini duşununce, yaratıcının madde, cisim ve cevherden uzak olduğunu anlar. EşyĂ‚nın mĂ‚hiyetini duşununce, yaratıcının zaman ve mekĂ‚ndan munezzeh olduğu kula mĂ‚lûm olur.” (S.66)
“Seckin insanların bu mertebeyi anlatıp acıklamasına gerek yoktur. Cunku onlar bu halleri zaten bizzat yaşarlar. Avam halka bu mertebeyi anlatmanın da bir faydası yoktur. Cunku onlar bunu anlayamazlar ve akıllarına hulûl gibi yanlış duşunceler gelir.”
“ZîrĂ‚ bu durum, halleri karışık olanların ozelliğidir. Onları şeytan istilĂ‚ eder. Şeytan, bazen onlara ofke ateşi atar ve onları yırtıcı hayvanlar gibi yapar. Bazen şehvet ateşi atar ve onların karakterini hayvanlarınkine cevirir.”
“Ofke Ă‚teşi, gĂ‚fil ve aklı karışık insanlara şeytanın attığı bir şeydir.”
“Ofkeyi eûzu ile tedĂ‚vi etmek gerekir. Bir kişi ofkesini bu yolla gidermezse, bu kişi o zaman dînen kınanır.
Hz. Peygamber o dostuna ofkeyi gidermenin yolunu da oğretmiştir. Buyurdu ki: “Eğer ayakta isen otur, oturuyorsan yat, uykulu isen abdest al ya da yıkan. Cunku ofke ateştir, ateşi de su sondurur.”38 (S.67)
*“Peygamberlerin ve sıddîkların ofkesi ise Allah rızası icin olur, îmĂ‚ni ve İslĂ‚mi gayretin esintisidir. Nitekim Hz. Peygamber: “Ben şaka yaparım ama sadece doğruyu soylerim”40 buyurmuşlardır. Cunku Hz. Peygamber’in heyecĂ‚nı Allah icin ve hakkın zaferi icin idi. Ummetine olan şefkat esintisi ile mizah ve şaka da yapıyordu. Hz. Âişe’nin (r.anhĂ‚) rivĂ‚yet ettiğine gore, Hz. Peygamber hicbir zaman kendisi icin ofkelenmemişti. Onun ofkesi Allah TeĂ‚lĂ‚’nın dîni icin olurdu ve kızdığı zaman ona hicbir şey karşı koyamazdı.”
“RivĂ‚yete gore Hz. Peygamber (a.s) kızdığı zaman yanağı kan gibi kızarıyor, alnındaki damarlar şişiyor ve iki gozu kızarıyordu. Beni Mahzûm kabîlesinden bir kadın hırsızlık yapınca Hz. Peygamber onun elinin kesilmesini emretmiş, UsĂ‚me (r.a) ona şefaat etmek isteyince Efendimiz (a.s) oylesine ofkelenmişlerdi ki, o konuda hic kimse konuşmaya cesĂ‚ret edememişti. Hz. Peygamber’in bu esnĂ‚da soylediği şu cumle ozellikle onem arzeder: “Yoksa Allah’ın kĂ‚nun ve cezĂ‚larından birini kotu mu goruyorsunuz? Vallahi FĂ‚tıma hırsızlık yapsaydı,onun da elini keserdim”41. Efendimiz’in (a.s) bu ofkesi ve heyecĂ‚nı doğru idi ve Hakk’ın rızĂ‚sı icindi. Bu yuzden o ofkeyi bastırıp gidermek doğru değildir.” (S.68)
“Cunku ihsĂ‚nın yeri rûhtur ve rûhun sevgi kaynağı olduğu acıkca ortadadır.” (S.69)
“MĂ‚lî ve bedenî gorevler gibi, İslĂ‚m’ın kubbelerini ve sutunlarını koruyan, dînî hayĂ‚tı sağlamlaştırıp unsiyet yurdunu îmĂ‚r eden zikir, tefekkurden ustundur. Cunku bu zikir, uzuvlar Ă‚leminde cereyĂ‚n etmektedir, gonul Ă‚leminde değil.”
“Bu zikrin ustunluğu şu sebepledir: Bu mertebede duşunce (tefekkur) zorlanmaz. Cunku bu şahsın gonlu, îmĂ‚n Ă‚lemini muşĂ‚hede etmenin nurlarıyla aydınlanmamıştır. Kul, nefs ve şehvet bağının etkisinden kurtulmamıştır. DunyĂ‚, makĂ‚m ve hayĂ‚t sevgisi ile dunyada dĂ‚imi kalma arzusu gonlunde bĂ‚kîdir. Bu hĂ‚l icindeki bir şahsın tefekkuru, karanlık ve yağmurlu bir gecede yolu bilmeyen kişinin yurumesi gibidir.” (S.70)
“Ayrıca onun tefekkuru gonlu acmaz. Cunku o mertebeye ve makĂ‚ma henuz ulaşmamıştır. Bu yuzden onun zikirle uğraşması, tefekkurden daha iyidir. ZîrĂ‚ zikir kalbi yumuşatır ve nurlandırır. Kulun gonlundeki duşunce kilidini ve hĂ‚lini acan da zikirdir.”
Kalp ile ziki, ağac ile su gibidir. Kalp ile tefekkur de ağac ile meyve gibidir. Ağaca su vermeden yeşermesini beklemek, yaprak ve cicek cıkarmasını beklemeden ondan meyve istemek hatĂ‚ olur. İstense bile aslĂ‚ meyve vermez. Cunku o vakit meyve zamanı değil, ağacı besleme veîmĂ‚r etme zamanıdır. Ona su vermek, sarmaşık otundan ve meyve kanalına yabancı olan şeylerden arındırmak, sonra da guneşin ısısını beklemek gerekir. Bunlar olunca ağac taze ve neşeli olur, yeşil yapraklarla suslenir. Ağac bu ozelliğe burundukten sonra onun dalından meyve istemek doğru olur. Artık bu vakit, meyve zamanıdır.”
*“Hayat, mal ve makĂ‚m sevgisi insanın onundeki perdelerdir. Bu perdeleri dil zikri ile yok etmedikce, îmĂ‚n Ă‚lemi nurlarının bayrağı, keşf ve cemĂ‚l Ă‚leminden gorulmez.”
“Bu iki Ă‚yetten anlaşıldığına gore, once caba sarfetmek gerekir, o da zikirdir. Zikrin neticesinde mĂ‚nevî bir cocuk doğar, o da tefekkurdur ve Hakk’ın yollarına ulaşmaktır. Bu durum, Hak TeĂ‚lĂ‚’nın lutfu ile zuhûr eder.” (S.71)
*“İslĂ‚m’ın emri olan bedenî ve malî gorevleri edĂ‚ etmeden, kalbî tefekkurun başlangıcı ve ilk şartı olan dil zikrini îfĂ‚ etmeden kendilerini zekĂ‚larıyla duşunce ehli (ehl-i fikir) zannedip tefekkure dalanların, Hak TeĂ‚lĂ‚’nın tekliği ve yuceliği konusunda akıl yurutenlerin cirkinliği, karanlığı ve şaşkınlığı daha da artmıştır.”
“Analyışlarıyla aldanmış olan bu insanların en bedbaht durumlarından biri de Hak yolunun yolcusu olan ehlullĂ‚ha duşman olmaları, Hakk’ın lutuf ve ihsĂ‚nlarını inkĂ‚t etmeleridir. Din buyukleri olan ehlullĂ‚hın dunyadan ve halkın iltifĂ‚tından uzak, gunahkĂ‚rlara karşı şefkatli ve Hak yolunda sabırlı olduklarını kendi gozleriyle gorurler. Onlardan Kur’Ă‚n ve sunnetin yuce mĂ‚nĂ‚larını, sırlarını, sağlam hukumlerini ve apacık hakîkatlarını kendi kulaklarıyla dinlerler. Ama uyandıkları her sabah onlara biraz daha duşman olurlar. Gonul kulakları biraz daha sağır olur. Bu zelîl mel’ûnlar hakkında Hak TeĂ‚lĂ‚ şoyle buyurur: “Gozler kor olmaz,ama goğuslerdeki kalpler kor olur”45”
“Onlar, evliyĂ‚ya verilen lutfu inkĂ‚r ettikleri icin bu lutuf kapısını kendilerine kapadılar. EvliyĂ‚nın temiz sıfatlarına hurmet nazarıyla bakmadıkları ve onların inci sozlerini saygıyla dinlemedikleri icin evliyĂ‚nın guzel ahlĂ‚kından, hikmetlerinden ve yuce mĂ‚nĂ‚larından mahrum kaldılar.” (S.72)
“Uzuvlar, muhtelif riyĂ‚zat ve cileler cekerek kotuluklerden temizlenmedikce, ic ve dıştaki damarlarda Allah korkusu ve haşyeti akmadıkca, kalp kazĂ‚ya rızĂ‚, belĂ‚ya sabır, nimete de şukretmedikce gonul temizlenmiş ve ozgurluğe kavuşmuş olmaz. Bu sayılanlar meydana gelince kalp hurriyete kavuşur, Hakk’a itĂ‚atın tatlılığı bedene yayılır.”
“Bu duşunce, Hakk’ın elci ve habercilerindendir. Mu’min ve muheymin mertebesindeki kula bu duşunce boş elle gelmez. Her gelişinde bir hediye ile gelir.”
“ÎmĂ‚n ile yaşayan kişinin mertebesi (İslĂ‚m ile yaşayana gore) daha ustundur. O, İslĂ‚mî hayat ile sûfî olmuştu, îmĂ‚nî hayatla daha da sûfî oldu. İslĂ‚mî hayatla guclu, nurlu ve Hakk’a yakın olmuştu; îmĂ‚nî hayatla daha guclu, daha nurlu ve Hakk’a daha yakın oldu.” (S.73)
*“İslĂ‚mî terbiye ve aydınlığın mekĂ‚nı beden, îmĂ‚nî terbiye ve aydınlığın mekĂ‚nı kalp olduğu gibi, ihsĂ‚nî terbiye ve aydınlığın mekĂ‚nı da sır (gonul) ve ruhtur: Ruh “sanki Onu goruyormuş gibi” ifĂ‚desinin mekĂ‚nıdır. Sır ise “bilesin ki O seni gorur” ifĂ‚desinin tecellî ettiği yerdir.” (S.76)
“Ruh, asılların aslıdır. İnsan bedeninin devĂ‚mının şartıdır. Ruhun varlığı sĂ‚yesinde beden bilir, gorur, işitir, tutar, yurur. Ruhun ozellikleri sĂ‚yesinde, ilimde kesinlik, gormede firĂ‚set ve ibre, işitmede hikmeti anlama, tutmada itaat, yurumede hizmet meydana gelir.” (S.77)
*“Uc karanlıkta (rahimde) suya yazılan bu yazıyı idrĂ‚k etme konusunda butun akıllar kayboldu. Nutfenin alakaya, alakanın ete, etin kemiğe donuşumunu anlamada idrĂ‚kler Ă‚ciz kaldı.”
“Âlemin yaratıcısı olan Hak TeĂ‚lĂ‚ bunları hĂ‚lden hĂ‚le cevirmede, incenin (nutfenin) uzerine yoğunu (alaka), yoğunu da daha yoğun (et) olanın uzerine nakşetme konusunda kendisini ovmedi. Ama sıra rûhu yaratmaya ve onun sıfatlarından bahsetmeye gelince “Sonra onu başka bir yaratılışla insan hĂ‚line getirdik” deyip peşinden kendisini ovdu: “Yaratanların en guzeli olan Allah pek yucedir.”(53)”
“Nutfe, alaka, et, kemik, kıl ve deri gibi tum varlıklar ruh olmayınca cansız, donuk ve oludurler. HelĂ‚k olur, kotu kokar ve bozulurlar. Ama ruh ile canlı, hareketli ve taze olurlar, bozulma, kokma ve yok olmaktan korunurlar. Hakk’a itĂ‚at ruhun işidir.” (S.78)
“Rûhun en yuce ozelliği, Hz.Âdem kıssasında Hak TeĂ‚lĂ‚’nın mukarrebe meleklere soylediği şu ifĂ‚dede yer alır: “Ona şekil verdiğim ve ona rûhumdan uflediğim zaman, siz hemen onun icin secdeye kapanın”54. Hak TeĂ‚lĂ‚ tum kirlerden arınmış olan bu temiz meleklerin secdesini, ruh ufleme ile ilişkilendirdi. Eğer ruh, oz ve cevher îtibĂ‚rıyla meleklerden daha saf; Hakk’a yakınlık îtibĂ‚rıyla onlardan daha onde ve “ebedîlik” sıfatına onlardan daha lĂ‚yık olmasaydı, melekler ruha secde etmezlerdi.”
“Âdem (a.s)’dan sonraki peygamberler ve velîlerden seckin insanların sahip oldukları “husûsî rûh”, bedende baştan ayağa onlara can veren “umûmî ruh” gibidir. Goz onunla gorur, kulak onunla işitir, dil onunla konuşur, el onunla tutar, kalp onunla bilir, dış ve icteki uzuvların tum zerreleri onunla aydınlanır ve tazelenir. Seckin insanların ruhu Ă‚lemin ebedîliği ile bĂ‚kîdir. Avam halkın ruhu ise bedenlerinin devĂ‚mı ile bĂ‚kîdir.”
“Âdem (a.s)’a ruh uflenişi tamamlanınca baştan aşağı ruh nurunun ışıltıları ile aydınlandı.” (S.79)
*“Şuphesiz hem bu dunyada, hem de oteki dunyada hizmet eden ve iş yapan ebedu’l-ebeddir (melektir)”
“Bazısı kĂ‚tip, bazısı muhĂ‚fız, bazısı ilhĂ‚m verici, istiğfĂ‚r edici ya da mescid yolunda rehber ve onder olurlar. Bazıları, insanlar mescide erken gitsinler diye bayraktarlık yaparlar. Bazısı uykuda gelip vurur, bazısı kederliyken gonle neşe verir. Bazısı guneş, ay, yıldız, ruzgar, bulut, yağmur, kar, gok gurultusu ve şimşeği uzaklaştırır, bazıları da insanlara vefĂ‚t Ă‚nında: “Korkmayın, uzulmeyin, size vĂ‚dolunan cennetle sevinin”(56) diye mujde verirler.”
“İnsanlar o dunyaya goc edince (meleklerden) bazıları kabirde soru sorar, bazıları telkîn verir, bazıları binek getirir, bazıları da Hak TeĂ‚lĂ‚’dan hediyeler getirir. Bazısı su dağıtır, bazısı sofra kurar, bazıları da mûsikî soyler(57).” (S.80)
*“Yaratılış safhalarını anlatmaktan maksad, ihsĂ‚nın doğuş yeri ve “sanki Onu goruyormuş gibi, O seni gorur” nurlarının girdiği mekĂ‚nı tĂ‚rif etmektir.” (S.81)
“Nurlar farklı olduğu gibi, aynı şekilde, bedenler, kalpler, sırlar ve ruhlar da yaratılışın aslında farklı farklıdır.” (S.81-82)
“Ama ilk yaratılışta Âdemoğullarının beden, kalp, sır ve ruhları birdir, aynıdır.”
“Hz. Peygamber (a.s), Ebû Hureyre (r.a)’ın rivĂ‚yet ettiği sahih bir hadiste şoyle buyurmuştur: “İnsanları mĂ‚denler gibi gorursunuz. Anlayışlı oldukları zaman, cĂ‚hiliyye doneminde hayırlı olanlar musluman olunca da hayırlı olurlar.”(66)” (S.82)
“Aynı şekilde dunyada bin tane hĂ‚fız ve doğru yolda insan olmalı ki, iclerindn tarîkatta sozun sırlarına ve mĂ‚nĂ‚lara hĂ‚kim bir sĂ‚lik cıksın.”
“Ruhların farklı olduğunun delili, Hz. Peygamber (a.s)’ın şu sozudur: “Ruhlar sıra sıra dizilmiş ordular gibidir. (Ruhlar Ă‚leminde) birbiriyle tanışanlar, (dunyada) birbirini sever, ulfet ederler. Tanışmayanlar ise ihtilĂ‚fa duşer, catışırlar”(70). Bu hadis, sahih kaynaklarda mevcuddur.”
“Bilen (Hz.Peygamber), ruhların makĂ‚m ve mertebelerinden haber verdi ve: “Ruhlar grup gruptur, sınıf sınıftır” dedi. Eğer ruhların mertebe ve dereceleri aynı olsaydı, ayrı ayrı gruplar hĂ‚linde olmazlardı. Sonra Hz. Peygamber ruhların iki ozelliğinden bahsetti: Tanışma ve tanışmama, ulfet ve ihtilĂ‚f. Tanışma ve tanışmama, bedenler yaratılmadan once (ruhlar Ă‚leminde) olur. Ulfet ve ihtilĂ‚f ise bedenler yaratıldıktan sonra gundeme gelir.”
“Sonra Hz. Peygamber ruhların bu iki ozelliğini acıkladı ve şoyle dedi: “Allah ruhları cesetlerden 4000 sene once yarattı. Onlar atların koklaştığı gibi birbiriyle koklaştılar”71. Bedenlerin yaratılmasından once Hak TeĂ‚lĂ‚ ruhları yarattı. Her ruh kokusu ile kendi cinsini tanıdı. Tıpkı atın, kokusuyla yavrusunu tanıyıp diğerlerinden ayırd ettiği gibi. Arap ve Acem, koku sĂ‚yesinde kendi cinslerini tanırlar. Aynı şekilde peygamber, nebî ve velîler de koku ile birbirini tanırlar.Bozguncu fesad insanlar da boyledir. Ruhlar grup grup bu gĂ‚ye ile (hemcinslerini tanımak icin) dolaşırlar.Herkes kendi cinsini koku ile bulur, kendi cinsinden olmayanlardan da nefret eder. Şuphesiz ki bu tanışma ve tanışmama (nefret), beden yaratılmadan once vukû bulur.”
“Sıra bedenleri yaratmaya gelince, ruh bedene girdi. Tanışma, uyum sağlamaya (muvĂ‚fakata), tanışmama da aykırı duşmeye (muhĂ‚lefete) donuştu. Birbiriyle tanışan ruhların kalpleri uyum sağladı. Birbiriyle tanışmayan ruhların kalpleri ise muhĂ‚lif oldular. Sonra kalplerin uyumu, bedenlerin bir araya gelmesini sağladı. Kalplerin aykırılığı da bedenlerin ayrı ve uzak kalmasına yol actı. Yani once ruhların ulfet ve ihtilĂ‚fı, sonra kalplerin muvĂ‚fakat ve muhĂ‚lefeti, sonra da buna bağlı olarak bedenlerin bir araya gelmesi ya da uzak kalması zuhûr etti.” (S.83)
*“Ruhların grup grup olduğunu anlattık. Onların sıfatı ve ozelliği, beden yaratılmadan once tanışma ve tanışmamadır. Beden yaratıldıktan sonra ise kalp vĂ‚sıtasıyla ihtilĂ‚f ve ittifĂ‚k, beden vĂ‚sıtasıyla bir araya gelme ve uzak kalma olur.”
“Bu sozlerin doğruluğunun Kur’Ă‚n-ı Kerim’den delili, Hak TeĂ‚lĂ‚’nın: “sen, yeryuzunde bulunan herşeyi verseydin, yine onların goğuslerini birleştiremezdin
Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı”(72) ve “Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize duşman kişiler idiniz de O, gonullerinizi birleştirmişti”
“MuhĂ‚lefet ve muvĂ‚fakat konusunda daha acık ve net bir ifĂ‚de, İslĂ‚m Peygamberi’nin şu sozudur: “Bir mu’min cĂ‚miye gelse, oradaki yuz kişiden sadece birisi mu’min olsa, gider onun yanına oturur. Bir munĂ‚fık da cĂ‚miye gelse, oradaki yuz kişiden sadece birisi munĂ‚fık olsa, gider onun yanına oturur.”(75) (S.84)
*“Herim b. HayyĂ‚n, Uveys Karanî’ye ulaştı ve “es-SelĂ‚mu aleyke” dedi. Uveys: “Ve aleyke’s-selĂ‚m yĂ‚ Herim b. HayyĂ‚n” dedi. Herim, Uveys’in bu buyuk hĂ‚lini gorunce ağladı ve: “Ey Uveys! Sen beni daha once hic gormemiştin. Beni nasıl tanıdın, babamın ismini nasıl bildin?” dedi. Uveys şoyle cevap verdi: “Nefsim nefsin ile konuştuğu zaman, rûhum rûhunu tanıdı. Cesedlerin nefsi olduğu gibi, rûhların da nefsleri vardır.”
“Şerîat koyucunun pĂ‚dişahları ve doğru yolun sultanlarının bu konudaki delilleri ise şudur: İlk yaratılışta beden, kalp ve ruhlar arasında fark yoktur. Farklılık, kulun beden, kalp ve rûhuyla işlediği amelde ortaya cıkar.” (S.85)
*“Bir pîrle sohbetten mahrum olan muridin her gun bu tĂ‚ifenin sozlerinden sekiz varak (16 sayfa) okuması gerekir. Boyle yaptığı takdirde, bu sozler onun gonlunun dirilmesine sebep olur. Buna gore bir murid, yolunu ve gidişĂ‚tını dort esas uzerine binĂ‚ etmelidir.”
“Birinci esas: Perhîz ve nefs riyĂ‚zatıdır. Bunun tafsîlatı uzundur ancak ozeti şudur: Yemek, uyumak ve giyinmek, şehvet yani dunyevî arzu olcusunde değil, ihtiyac olcusunde olmalıdır.” (S.91)
“Halvet ve uzlet mubĂ‚rek bir şeydir. Bunun neticelerinden biri, gonlun ve zihnin korunmuş olmasıdır. Gonlun korunması ve zihnî konsantrasyon ancak halvet ile mumkun olabilir.” (S.91-92)
“RiyĂ‚zatın bir başka şekli de az uyumaktır.”
“İkinci esas: Lokmanın ve hırkanın helĂ‚l olmasıdır. Cunku haram lokma ile gonul nuru hĂ‚sıl olmaz. Haram giysi ile ibĂ‚detin safĂ‚sı ve zevki gercekleşemez.”
“İnsan olmak kuşkusuz şu uc şeyle mumkundur: Hırka, lokma ve mesken. Bunların ucu de temiz ve helĂ‚l olunca insanın butun işleri iyi ve guzel olur. Haramdan ve gunaha girmekten kacınmak ve bunlara karşı ihtiyatlı olmak vĂ‚cip olduğu gibi, haram yiyenler ve bozguncularla oturup konuşmaktan da uzak durmak gerekir. Hatta doğru yolda ama senin yolunda olmayan kişilerle konuşmaktan da kacınmalısın. SĂ‚liki yoldan cıkaran en kotu şey, ehil olmayanlarla bir araya gelip konuşmaktır.”
“Ucuncu esas: MucĂ‚hededir. MucĂ‚hede, şeytan, dunya ve kotuluğu emreden nefs gibi bĂ‚tın duşmanları ile savaşmaktır.” (S.92)
*“Buyuk şeyhler: “124.000 peygamberi kendi nefsine şefĂ‚at etmeye cağırsan da, sen birşeyler yapmadıkca hic yararı yoktur ve kabul edilmez. Nefsini ac ve cıplak bırakırsan butun istediklerin olur” demişlerdir.”
“Neticede, şerîat yolunda yurumenin usûlu, şeytana muhĂ‚lefetle cok ibĂ‚det ve iyi kulluk etmektir. Âhiret yolunun aydınlık olması şeytana muhĂ‚lefetle mumkundur.”
“Nefsi dizginleyip ona muhĂ‚lefet ederek mucĂ‚hedede bulunursa, Zu’l-celĂ‚l’in zĂ‚tını ve sıfatlarını mutlaka muşĂ‚hede eder (kalp gozuyle seyreder)” (S.93)
*“Aslında insanın gonlune doğan duşunceler (havĂ‚tır) dort ceşittir. Birincisi vesvese, ikincisi nefsin aldatması, ucuncusu dunya sevgisiyle avunma, dorduncusu Allah TeĂ‚lĂ‚’nın emriyle meleğin ilhĂ‚mıdır. Bu dort ceşit duşunceyi tanıyıp aralarındaki farkı ayırd edebilmek ancak gonul nuruyla mumkundur.”
“Gonul nuru ise sadece Allah’ı zikretmekle hĂ‚sıl olur.”
“Dorduncu esas: Zikirdir. Şunu bil ki, ibĂ‚det, takvĂ‚, riyĂ‚zat ve mucĂ‚hede gibi bircok yol olsa da, Hakk’ı zikretmedikce hakîkat yolu acılmaz.”
“Gercek zikir gonulde olur. Gonul zikrine ulaşan sĂ‚likin farzlar ve sunnetlerden sonra geriye kalan boş vakitlerinde zikirden başka birşeyle meşgul olmaması gerekir. Yuce Allah’ı bircok adıyla zikretmek mumkun ise de, isimlerinin sultĂ‚nı “Allah”tır. Bundan sonra Hakk’ın şu dort seckin kelimesi gelir: SubhĂ‚nallĂ‚h, ElhamdulillĂ‚h, LĂ‚ilĂ‚he illallah ve AllĂ‚hu ekber.”
“Ama sĂ‚liklerin coğu LĂ‚ilĂ‚he illallah’ı tercih etmişlerdir. Cunku kişiyi dunyevî bağlardan ve engellerden kurtarıp hakîkata ulaştıran, perdeyi ortadan kaldıran kelime budur.”
“Evde tek başına oturan sĂ‚lik, abdestli olarak ve temiz bir giysi ile kıbleye donerek gozlerini kapar ve bu kelimeyi soyler. LĂ‚ilĂ‚he illallah’ın medlerini uzun okur, elini kalbinde tutar. Bu zikir ve Allah dışında gonlune gelen her duşunce, hayĂ‚l ve hevesi bu kelime ile uzaklaştırarak gonlunu korur.” (S. 94)
“Surekli zikredince sĂ‚likin onunden perde (hicĂ‚b), karanlık ve hayaller kalkar. Allah’ın lutuf bulutu her tarafı kaplar. Fazîlet yağmuru yağmaya, lutuf ve saĂ‚det ruzgarı esmeye başlar. İşte o zaman bazı şeyler gorunur, bazı latîf şeyler işitilir, Kelimelerle anlatılamayacak bazı lezzetler tadılır.” (S. 95)
*“KĂ‚inĂ‚t, bĂ‚tınî konularda tefekkur ve zĂ‚hirî konularda derin duşunceye dalmaktır. Bu, insanın gucu nisbetinde ve karakterin taşıyabileceği miktarda olunca en faydalı, en yuce ve en dĂ‚imî iştir. Ama bu derin duşunce insan yapısının ve karakterinin taşıyabileceği sınırı aşınca aklı ve idrĂ‚ki yakar, yok eder.”
“İzlemen gereken yol, onların kemiyetini ve miktarını dikkate alman, faydalı miktarını belirleyip kabul etmen, zararlı olan fazlalığı ise atmandır.”
“KĂ‚inĂ‚t, irĂ‚de ve dilemedir. Yaratılışın ve karakterin taşıyabileceği miktarda olunca bunun faydası sonsuzdur. Ama taşıma sınırını aşınca insanı tamamen yıkar ve yok eder. Halbuki sen bu hizmetindeki şeylerin idĂ‚recisisin. Bu işin caresi ve yolu dengeli olmak, olculu davranmak, sınırı aşmamaktır.” (S.101)
__________________