Okuyacağınız hikayeyi bize sahabilerin icinde en cok sayıda hadis rivayet etmiş olan İbn-i Abbas anlatmaktadır.
Karanlık bir geceydi; soğuk ve dondurucu bir kış gecesi. Ayaz insanın iliklerine işliyordu. Halife Hz. Omer'i gorup onunla biraz konuşmak uzere evden cıktım. Her taraf ıssız ve sessiz, butun şehir uykularının en derin ruyalarında soluyor olmalı. Sokaklarda in cin top oynuyor.
Yolumun ortalarına doğru onumde insan olduğunu tahmin ettiğim bir karaltı belirdi. Biraz daha yaklaşınca gercekten insan olduğunu gordum. Karşımdaki de verdiğim selamı almak uzere başını kaldırıp yuzunu bana cevirince hayretten şaşakaldım. Cunku onumde benim ziyaretine koyulduğum Hz. Omer'den başkası değildi. Gecenin bu saatinde herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken koca bir halifenin yapayalnız sokaklarda dolaşmasını bir sebebe bağlıyamıyordum.
Ustelik bu dondurucu kış gecesinde. Merakımı yenemeyerek, hemen soze başladım; "gecenin bu saatinde yapayalnız nicin dolaşıyorsun?"
Hz. Omer (r.a) bana sokularak koluma girdi ve işin yoksa beraber yuruyelim diye teklif etti; "hem sana yuruken nicin yalnız başıma gezintiye cıktığımı da anlatırım" diye ilave etti. Ben "zaten sana geliyordum; biraz goruşur, sohbet ederiz diye duşunmuştum. Madem ki boyle oldu; gezinirken konuşuruz." cevabını verdim.
İkimiz birlikte yola koyulmuştuk; benim icim icime sığmıyor, neredeyse meraktan catlıyordum. Bir aralık soru soran gozlerimi Halife'nin yuzune diktim; haydi soze başla; anlat bakalım nicin ayazlı bir gecenin bu saatinde tek başına sokaklarda dolaştığını" demek istiyorum.
Halife Hz. Omer'de zaptedilmez merakımı anlamıştı. Ama başka meselelerden konuşuyor, fakat bir turlu gecenin bu saatinde nicin dolaşmakta olduğuna lafı getirmiyordu. Birlikte gezinirken her evin kapısı onunde epeyce bir muddet dikiliyor, kulağını kapıya dayayarak icerisini dinliyordu.
Evlerin kapılarında dikilip icerden bir ses geliyor mu, gelmiyor mu, diye dinleye dinleye sokak sokak Mekke mahallelerini dolaştık. Hicbir tarafta cıt yoktu, herkes bolunmez uykularının salıncağında soluyordu. Belki de şu koca şehirde gecenin bu saatinde Halife Hz. omer (r.a) ile benden başka uyanık olan tek kişi yoktu.
Yavaş yavaş Hz. Omer'in neden gezintiye cıktığını anlar gibi oluyordum. Anlaşılan şehir halkından herhangi birisinin bir derdi, bir sıkıntısı yuzunden uykusuz kalıp kalmadığını yakalamak istiyordu. Bu yuzden sokak kopeklerine kadar şehrin butun canlıları sıcak yuvalarında uyurken muslumanların reisi sıfatı ile Hz. Omer (r.a.) onlara bekcilik ediyor; onların rahatı icin uykuyu kendine haram ederek sokak sokak bu ayazda dolaşıyordu.
Butun mahalleleri kapı kapı dolaşınca şehrin dışına cıktık. Sağda solda tek tuk cadırlar vardı. Onların da kapıları onunde durup ağlama sızlama var mı diye iceriyi dinledikten sonra yolun en ucundaki bir cadıra sıra geldi.
Diğerlerinde olduğu gibi bu cadırın kapısında da dikilerek iceriyi dinledik; birbirine karışmış durumdan ağlayan cocuk sesleri geliyordu.
Epeyce dinledikten sonra Hz. Omer (r.a.) kapıyı vurup selamla birlikte iceriye daldı. Evin ici karmakarışıktı. Durmadan ağlayan cocukların gozleri şişmiş; yuzleri akan yaşların cizgileri ile benek benek kararmıştı. Yaşlıca bir kadın ocağın başına oturmuş hem ateşin uzerinde kaynayan tencereyi karıştırıyor hem de halsizlikten dizinin dibine serilen minicik yavruları susturmaya calışıyordu. Kadın da bitkin ve halsiz gorunuyordu. Bu haline rağmen Hz. Omer'in (r.a.) selamına gulumser olmasına calıştığı bir cehre ile aldı. Anlaşılan evine gelenin Halife Omer olduğunu bilmiyordu. Kim bilir Halife'yi tanımıyordu bile. Zate gecenin bu ilerlemiş saatinde şehir dışındaki bir cadırın kapısını Halife'nin calacağını kim duşunebilirdi.
Hz. Omer (ra.) kendini tanıtamadan tatlı bir dille kadına sordu "valide bu yavrular niye boyle durmadan ağlıyor?" Kadın icini cekerek kısaca "iki gunden beri actılar da ondan" diye cevap verdi. Hz. Omer (r.a.), "peki niye onlerine yemek koymuyorsun?" diye soracak oldu hıckırıklar birden kadının boğazına duğumlendi. Durmadan akmaya başlayan gozyaşları arasında bize icini dokmek uzere soze başladı.
"Oğlum" dedi Halife Omer'e "sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek icin cakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hicbir şey yok. Bu gorduğun yavrular benim, anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehit duştuler. Evin gecimini temin edecek bir erkeğim yok. Ben de hem yaşlı ve hem de kadın halimle halim kalmadı. İşte boyle ac ve perişan kaldık.
Soylu bir aileden varlık icin buyumuş ve yokluk nedir hic bilmemiş bir kızı olduğum icin kimseye gidip halimi anlatmaya, el acıp bir şeyler dilenmeye de yuzum tutmuyor. Her şeyi bilen yuce Allah (c.c.) bir sebebini yaratıp rızkımızı gonderinceye kadar boyle ağlayıp beklemekten başka caremiz yok."
Hz. Omer (r.a.) kadın dinlerken yanmakta olan bir mumu gibi eriyor, yuzu renkten renge giriyordu. Kadının sozunu bolerek uzgun bir sesle "valide, şehirde oturan muslumanların emirine, Halife Omer'e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?" diyebildi. O ana kadar kesintisiz olarak gozyaşı doken kadının derin uzuntusu yerini anlatılmaz bir kin ve kızgınlığa bıraktı. Hiddetten kararan bakışlarını Halifeye dikerek şu sozleri soyledi.
"Dilerim ki o Halife Omer daha dunyada iken bulsun Ahirette de elim yakasından kopmasın." Hz. Omer (r.a.) kekeleye kekeleye "Nicin Omer'e boyle beddua ediyorsun valide! Onun bu işte gunahı nedir?" dedi. Kadın aynı kızgınlıkla bu sozlerin cevabını yetiştirdi: "evladım!.. Ben şu ihtiyar halimle iki gunden beri gece gunduz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O, muslumanların reisi, baş bekcisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra do onun eline emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz. Muslumanların reisi olmayı boyle kolay mı sanıyor!.."
Hz. Omer (r.a.) yavaş yavaş dolmaya başlayan goz pınarlarını kadından saklayarak "valide haklısın, doğru soyluyorsun; ama zavallı Halife'nin işi bir iki değil ki. Kimbilir başını kaşıyacak kadar bile boş zamanı yoktur. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki, diye kadının ofkesini dindirmeye calıştı. Fakat kadın aynı kızgınlıkla sozlerine devam etti.
"Madem ki dertlilerin derdini zamanında haber alıp caresine koşmayacaktı, zamanında niye Halife olmayı, muslumanların başına gecmeyi kabul etti? Boyle curuk bir mazereti hic dinler miyim ben? Zavallının işi cokmuş!.. Nedir işi yine savaş mı? Yanında inleyenlerin sesine kulak vermez. Şehrinde aclıkla penceleşen yavrular yaşıyor.
Halife bunlara goz yumarak uzak diyarlardaki şehirlere gaza, gaza diyerek asker yurutmekle; gencecik delikanlılarımızın kanını yabancı topraklara akıtarak kadınları bırakmayı marifet mi sanıyor? Benim babam, amcam, dayım ve gencecik oğlum hep onun ordularında şehit duşmedi mi? Şimdi kim bilir yine nice kadın ve cocukları kocasız ve babasız bırakıp, ac ve cıplak bir sefaletin kucağına atacak. Boyle dertlerimize yeni dertler eklesin diye mi biz onu başımıza gecirdik?"
Tam bu sırada cocuklar sozleşmişler gibi hep bir ağızdan yanık sesleri ile ağlaşmaya başladılar. Cocukların bastıran cığlıkları kadının ofkesini bir kat daha arttırdı. Ellerini havaya kaldırarak ve sesinin cıktığı kadar bağırarak sozlerine şoyle devam etti:
"Bu evdeki canlıların goğuslerinden boşalarak yukselen inilti ve cığlıkları şimşek ve yıldırım eyleyerek Omer kulunun başına yağdırmasını dilerim. O varsın dul bir kadınla yetim yavruların beddualarını yağmur sansın. Tez elden ona gonlumun dilediği bir bela ver de kıvranırken bizim neler cektiğimizi anlasın. Sen işini bilirsin, yuce Yaradanımız."
Hz. Omer (ra.) artık dayanamadı. Dolu dolu olan pınarlarından yaşlar damlamaya başladı. Herkesin durmadan gozyaşı doktuğu bu kederli evde, gozyaşlarını gormelerini istemediği icin yuzunu herkesten saklamaya calışıyordu. Artık orada oturamazdı. Hemencecik yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle "valide haklısın sen yine avut cocuklarını ben hemen donerim" diyerek kapıya doğruldu. Arkasından ben de yurudum. Dışarıya cıkınca derin bir soluk cekti ciğerlerine. Kelimenin en geniş manası ile uzgun ve bitkin idi. Yol boyunca ağzından tek kelime cıkmadı. Var gucunu kullanarak hızla yol almaya calışıyordu. Ona yetişmekte gucluk cekiyordum. Doğruca devlet hazinesine vardık. Halife, bir un cuvalı secerek bir yana koydu. Benim elime de bir yağ kabı tutuşturdu.
Vakit gecirmeden koca un cuvalını sırtlanmaya koyuldu. Gozlerime inanamıyordum. Evet bu İslam Devletinin koca reisi un cuvalını sırtına almak uzere idi. Hemen yanına sokuldum; "aman ey mu'minlerin emiri!.. Ne yapıyorsun? Bari musaade ver de cuvalı ben sırtıma alayım." Hz Omer (r.a.) hemen sozumu keserek belki bir saatten beri ilk defa ağzını acıp şu sozleri soyledi. "hayır, ey İbn-i Abbas, sevgili dostum!... Değil yorgunluktan yere yığılsam, olsem bile bırak; yukunu de kendi sırtında gotursun. Bu dunyada yukune yardım etmek isteyecek oz dostlar bulabilir, fakat her koyunun kendi bacağından asılacağı Ahiret gununde kimse O'nun cezasını paylaşmayacaktır.
Kadın doğru soylemişti. Ya vakti ile Hilafeti yuklenmemeliydim. Yuklendiğime gore idarem altındaki tek tek her ferdin huzur ve emniyetini duşunmek zorundayım."
Sevgili dostum, Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Omer'den sorar. Şu yaşlı kadın kimsesiz ve avuttuğu yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Omer'dir. Bakımsızlık ve sefaletten bir ev cokse vebali Omer'in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla kan aksa o kan damlası coşkun bir derya olup dalgaları ile Omer'i yutar. Kırgın gonullerin ofke şimşekleri Omer'in başına boşalır. Butun matemlerin gozu goze gostermez dumanlarında boğulacak olan da Omer'den başkası değildir.
Omer her derdin devası, her dileğin buyuk kapısı ve her lanetin ana ana hedefidir. Yuce Allah'ım aciz bir kul bu kadar ağır ve ceşitli mesuliyet yukunun altından nasıl kalkabilir? Ey Omer, bu kadar yukun altına girmeyi nasıl kabul edebildin vakti ile...
Sozunu bolup bir parca kederini dindirmek istedim ve dedim ki; "o kadar da uzme kendini, ey mu'minlerin emiri... Halifelik yukunu sen uzerine almasan kim bu vazifeyi senin kadar titizlikle yuklenebilirdi. Sen de butun ustun meziyet ve kabiliyetlerine rağmen nihayet bir insansın. Her yerde vakit gecirmeden kendini gosteren ve yanılmaksızın kılı kırk yaran ilahi adalete ulaşamazsın. Kullara verilen butun merhametler bir araya getirilerek temiz gonlune dolsa bile butun varlıkları kanatları altına alan yaygın ilahi esirgeyicilikle yarışamazsın.
Ey iyi yurekli Halife!... Sen şuphesiz ki bir melek değilsin, ama adelet ve merhamet kervanının on safındaki elinde bayrak tutanlardansın. Senin bu erişilmez adaletine kıyamet gunu, hem yer, hem gok hemde şu sırtındaki un cuvalı aynı zamanda da ben şahitlik edeceğiz. Şuphesiz ki en buyuk şahidin de karanlık gecede kara taş uzerindeki siyah karıncaya kadar her şeyi bilen yuce Allah'ın bizzat kendisidir ne mutlu sana ki fani hayatını boylesine olmez değerlerin sahibi olmak uğruna harcıyorsun. Ne mutlu biz muslumanlara ki dunyanın başka milletlerini, padişah diye kan icen canavarlar idare ederken, senin gibi ipek yurekli ve geniş goruşlu bir reisin şanlı adalet bayrağı altında golgelenmenin tukenmez zevkini tadıyor ve butun dunyaya karşı seninle haklı bir iftihar duyuyoruz."
Bu sozlerim galiba Halife'nin uzgun gonlune biraz neş'e vermişti. Ağır cuval yuku altında iki buklum olmuş bedenine rağmen son gucunu kullanarak yokuşu soluk soluğa cıkıyordu. Damarlarındaki kanı bile donduracak kadar keskin ayaza rağmen alnından ve yuzunden akıp heybetli goğsune suzulen terlere aldırmıyordu bile.
Nihayet koca karının cadırına vardı ki nefes nefese iceri girip cuvalı yere bıraktı ve aynı zamanda kendisi de yere serildi; iyice bitmiş, takatinin son damlalarını kullanarak cadıra girebilmişti. Kısa bir dinlenmeden sonra askınlar gibi silkilenerek yerinden doğruldu; tencerede kaynamakta olan cakılları boşalttı. Yerine benim taşıdığım kaptan yağ koydu. Sonra eriyen yağa sırtında getirdiği cuvaldan kendi eli ile un koyarak pişirmeye koyuldu.
Sonen ateşi kadından calı cırpı isteyerek kendisi tutuşturdu. Boylece pişirdiği yemeği ayazda cabucak soğutarak yine kendi eli ile kurduğu sofraya koydu.
Daha sonra anne ve baba şefkatini bile golgede bırakacak gulumseyen bir yuz ve bal gibi bir sesle iki gunden beri boğazlarından aşağıya tek lokma gecirmemiş olan oksuz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi.
Gunlerden beri kara yaslara gomulmuş olan cadırı bir anda sıcak bir sevincin ışıkları aydınlatmıştı. Ağlamalar susmuş, yaşlar kurumuş; ofke dinmişti. Oksuz yavruların gozleri sevincten ışıl ışıl parlıyordu. Yaşlı kadıncağız Hz. Omer (r.a.) sırtında un cuvalı ile iceriye girdiği andan beri şaşkınlıktan sanki dilini yutmuştu, ağzından tek bir kelime bile cıkmadı.
Fakat karnı doyan oksuz torunlarının neşesi odayı sarınca ağır bir uykudan uyanır gibi silkindi; toplandı ve sevinc gozyaşları icinde kim olduğunu hala bilmediği Halifeye şu sozleri soyledi. "Dilerim ki yuce Allah (c.c.) tez elden seni Hz. Omer'in Halifelik makamına oturtsun. Oraya Omer'den cok sen yakışırsın."
Yaşlı kadının o karşısındakini tanımadığı icin soylediği bu sozlere icinden guldum; yan gozle Ulu Halife'yi aradım; bu akşam belki ilk defa bu sozler uzerine O da aydınlık bir cehre ile guluyordu.
Bana yaklaşıp gidelim artık diye işaret ettikten sonra kadına dondu; "Valideciğim... Sen yarın erkenden Halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım. Şimdilik hoşcakal" dedikten sonra birlikte dışarı cıktı gun ağarmıştı. Muezzinin butun mu'minleri sabah namazına cağıracak olan gur sesi nerdeyse ortalığı cınlatacaktı. Ulu halife uykusuz kalarak ve terler dokerek vazifesini yapmış insanların gonul huzuru icinde rahattı.
Bana gelince uykusuz gecemden fazlası ile memnundum. Cok şeyler gormuş, cok şeyler işitmiştim ve cok şeyleri oğrenmiştim. Gorduklerim, işittiklerim ve oğrendiklerim bende omur boyunca tazelik ve canlılığını yitirmeyecek izler bırakmıştı. Umit dolu sevincler icinde Allah Resulu'nun şu sozlerini hatırladım. "Sahabilerimin her biri tek tek gokteki yıldızlar gibidir. Hangisinin peşinden giderseniz hidayetin yolunu bulursunuz." "Ey yuce Allah Resulu!.. dedim icimden" "senin Halifen Omer'i gordunde mi soyledin bu altın sozleri!...
O gun kadın, oğleye doğru Halifelik makamına geldi. Ulu Halife zaten daha once işini maaşa bağlanması icin gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın Hz. Omer'i tanımıştı ama şaşkınlıktan dona kaldığı icin dilini dondurup hicbir şey soylemiyordu. Ulu Halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra şoyle dedi:
"Valideceğim!.. İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu oksuz torunlarının her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın" diyerek bir gumuş kesesini kadına uzattı ve "Artık Omer'i affediyor O'na ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi" diye sozlerini bağladı.
Akşamdan beri olup bitenleri tumunu iyice anlıyan kadın gayet ciddi bir ifade ile Halife'ye şu son cevabı verdi; "işte boyle goster adaletini eline bakan butun muslumanlara karşı."

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Secme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 143-158
__________________