Afyon Ceza Evi… Altmış kişilik koğuşta tek başına bir ebediyet sırrı… Duvarlar sulusepken karı cektiğinden sırılsıklam. Demir parmaklı pencerenin camı, parmak kalınlığında buz… Altında ince bir yatak, ustunde tek battaniye… Ruyaları bile uşutecek kadar soğuk, acımasız bir dunya bu. Bu dunyada ağac yok, cicek yok, guneş yok; kısacası hayat yoktur. Sadece yasakların soğuktan beter baskısı var.

En başta Bediuzzaman’la goruşmek, konuşmak, avludan selamlaşmak yasak!
Ona mektupla ulaşmaya calışmak yasak!
Battaniye vermeyi, koğuşuna soba-mangal kurmayı teklif etmek bile yasak!
Arada bir bahceye cıkarılan mahkumlar pencereye bakıp ic cekiyor, bazıları temenna cakıyor diye, koğuşunun tek penceresi de tahtalarla kapatılıyor… O ise butun bunlara ilgisiz. Bulduğu her şeye “tevhit akidesi”ni yazıyor.
“Gozumuzle goruyoruz ki, zemin yuzunu bir tarla yapıp icinde her bir baharda yuz bin nevi nebatatın tohumlarını beraber, karışık olarak o pek geniş tarlada ekiyor. Ve mahsulatlarını ayrı ayrı hic karıştırmayarak, şaşırmayarak kemÂl-i intizamla kaldırıp iki yuz bin nevi hayvanatına ondan erzak ve tayinatı –rahmet ve hikmet eliyle- ihtiyaclarına gore tevzî eden hadsiz kudret ve ilim sahibi bir mutasarrıf perde arkasında var ki bu geniş ve zengin mulkunde, hususan zemin tarlasında bu tasarrufatı yapıyor. Bu Mutasarrıf-ı Hakîm’i ve Malik-i Rahim’i tanımayan, bu zemini, ahmak sofestailer gibi mahsulÂtıyla inkÂr etmeye mecbur olur.”
Oyle bir cihat ki, insana, kalemi biter de yalnızlığı hÂl surerse, kanıyla yazmayı deneyeceğini duşunduruyor: Kanını murekkep, derisini kÂğıt yerine kullanacağını…
“Madem ki nur-u hakikat, imana muhtac gonullerde tesirini yapıyor, bir Said değil, bin Said feda olsun… Yirmi sekiz senedir cektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helÂl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, turlu turlu ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin hepsine hakkımı helÂl ettim.”
Her nasılsa o yalnızlıktan alınıp tıraşa goturulduğu gun, genc talebelerinden oğretmen Mustafa Sungur, adımlarını suruye suruye sokuluyor yanına. Ustadının aynadaki suzgun cehresine bakıp salıyor gozyaşlarını. Onune diz cokememek, el opememek ve dilediği gibi hıckıra hıckıra ağlayamamak, en buyuk işkence. Yureği bin parcaya bolunuyor…
“Ağlama keceli,” diyor Ustad, “ben iyiyim. Sadece kağıt lÂzım.”
Derin bir soluk aldıktan sonra vasiyetini yapıyor:
“Belki hayatta kalmayacağım. Butun mevcudiyetim, vatan, millet, genclik ve Âlem-i İslÂm ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğruna feda olsun. Olursem dostlarım intikamımı almasınlar…”
Sungur bu goruşmenin bedelini en ağır şekilde odeyecek, falakaya yatırılıp ayakları yureği gibi paramparca olana kadar dovulecektir.
Makale Yazarı:
Yazarların gozuyle Bediuzzaman'ı tanımak



__________________