Beddua
Mehmet UFTADE
Huseyin Efendi, Mundafa koyunde ikamet eden, ehl-i kalp mutevazı bir adamdı. Mundafa, Burunsuz’la komşuydu. Bu iki koyu sadece bir nehir boler ve bu nehir yuzunden aralarında ceşitli kavgalar cıkardı. Coğunu da Burunsuzlular zorbalıklarıyla kazanırlardı.
Huseyin Efendi, yumuşak tabiatlı, temiz simalı biriydi. Kendisini bir defa goren, onun ne kadar iyi bir insan olduğunu takdir ederdi. Koyluler onu sayar ve severlerdi. O hurmete layık birisiydi. Buna rağmen, kendini onlardan farklı bilmez; mutevazı davranırdı. Cifte cubuğa gider, calışmayı cok sever ve oğutlerdi. Koyun cocukların bile kedini sevdirmişti. Onların başını okşar ve cebindeki şekerlerden verirdi. Bazılarının hastalarına dua eder, onu nefesi keskin bir adam bilirlerdi. Dilinden duayı eksik etmezdi. Daha doğrusu koyun mÂnevî doktoru, herkesin muhibbi idi.
Koy kahvesine teşehhut miktarı uğradığında, onlara hak ve hakikati anlatırdı. Onun kahveye geldiğini goren herkes, başına toplanır, anlattıklarını dikkatle dinlerdi. HÂsılı, Huseyin Efendi, ummî fakat arif ve kÂmil bir zattı.
Nehir kenarında verimli bir tarlası vardı. Tarlanın kıyısına kucuk bir kulube yapmıştı. Bu kulubesinde yaz- kış kalır, durmadan calışır, calışmanın ibadet olduğunu soylerdi. “İbadetlerini yerine getirmeden kuru kuru calışmak, kula fayda sağlamaz” derdi. Tarlasındaki meyve ve sebzelerden onun ibadeti okunuyor gibi gelirdi insana. O, onları bereket dualarıyla diker, tesbihlerle buyutur, hamd ve şukurle yer ve başkalarına yedirirdi. Tarlası goz kamaştırıcı bir guzelliğe sahipti. Karşı koyden bazıları “Bu adamın başka bir usûlu olmalı ki tarlası bv kadar verimli” diye ona biraz şuphe, biraz da kıskanclıkla bakarlardı. Bu yuzden Huseyin Efendi’ye zarar vermeyi duşunuyorlardı. HÂlbuki Huseyin Efendi hayatında kimseye zararı dokunmayan, hatta duşmanına bile iyilik ve af ile muamelede bulunabilecek kadar olgun ve iyi niyetli bir insandı.
Bir kere, gozlerini kan burumuştu. Kotu plÂnlarını kurmuşlardı. Hasetle kavruluyorlardı. Allah’ın hazinesinden ona verdiğine tahammulleri yoktu.
Huseyin Efendi, onların bu duşuncelerini bilmeden durmadan calışıyordu. Sebzelerini meyvelerini gozuyle okşuyor, onlara baktıkca gozu gonlu acılıyor: “Hey mubarekler!” deyip neşeleniyordu. Boynundaki mendille de zaman zaman başındaki ve alnındaki terleri siliyordu. Bahce kenarındaki nehir, neşesine dem tutuyordu. Bazen dunyada olduğunu unutup, cennet bahcesinde bulunduğunu hayal edebiliyordu. Bu bahce ona cenneti hatırlatıyor, oranın bağ ve bahcelerini ozlettiriyordu.
Gun, oğleyi gecmişti. O kadar dalmıştı ki, ancak terini kurulamak icin başını kaldırdığında gorebildi cam yarması gibi o uc adamı. Nereden peydahlandıkları belli olmamıştı. Bunları uzaktan tanırdı. Karşı koyun en belalı adamlarıydı. Yine de kotuluğu iyilikle saymak istiyordu.
-“Buyurun efendiler, ne istiyordunuz?” diyebildi.
Onlardan biri:
-“Ne istediğimizi anlat” dedi otekine.
O, anında Huseyin Efendi’nin masum, calışmaktan kızarmış yuzune kuvvetli bir yumruk indirdi. Hic beklemediği anda yuzune yapıştırılan bu yumruk onu şaşırtmıştı. Bir diğeri onu sakalından yakalayıp itmeye başladı. Bir silkinişte sakalını caninin elinden kurtardı. Bunlarla tek başına başa cıkamayacağını, kotulere uymaması gerektiğini anlayan Huseyin Efendi, nehre doğru koşmaya başladı. Hic duşunmeden kendini nehrin kollarına bıraktı. Karşıya gecmesi uzun surmedi. Nehir, bu iyi insanı bir an once onların elinden kurtarmıştı Âdeta. Adamlar, elindeki avını kacırmış canavarın şaşkınlığını yaşıyorlardı. Huseyin Efendi’nin tarlasını baştan sona tÂr u mÂr ettiler. Ellerine gecen her şeyi kopardılar. Daha sonra da Mundafa koyune dalıp, bir şey olmamış gibi davrandılar. Herkes işinde gucunde olduğundan, bir iki ihtiyardan başka ortalıkta kimse yoktu.
Huseyin Efendi, nehrin obur tarafına gecer gecmez, ıslak elbiseleri ve ıslak alnını sabahtan beri pişen toprağa koydu. Oğle namazını biraz once kıldığından abdestliydi. Kulun Allah’a en yakın olduğu secde anındaydı. Canilerin yaptığına cok icerlemişti. Şimdi hem ağlıyor hem de onları Sahibine şikÂyet ediyordu.
Gozyaşlarının kızgın toprağı opmesinden sonra, hava birden değişti. Sanki onunla birlikte ağlayacaktı. Yuzunu buruşturdu. Bir bora, bir fırtına... Şimşek patladı kulakları sağır eden. Gokte donanma, harbe hazırlandı. Tuyler urperiyordu gok gurultusunden. Herkes evine cekildi korkudan. Patlamalar art arda geldi. Peş peşe yıldırımlar cakıyordu. Gok, memnuniyetsizliğini bildiriyordu. Hak dostuna yapılan bed muameleden. Once bir yağmur başladı bardaktan boşalırcasına. Ardından ceviz buyukluğunde dolu... Butun yaprakları deldi kurşun gibi dolu taneleri. Sonra hava pusardı, bulanık bir ırmak rengini aldı. Herkes hayret icindeydi. Huseyin Efendi de boyle olsun istemiyordu. Allah affetmemişti.
Nehrin bu yakasına bir damla bile yağmur duşmemişti. Afet, bıcakla kesilmiş gibi nehrin obur tarafından bu yana gecmemişti. Mundafalılar, sadece obur koyun uzerinin karardığını gormuşlerdi. Onların oradaki kopan fırtınadan haberi yoktu. Bunu daha sonra oğreneceklerdi.
Uc cani, Mundafa’dan ayrılıp kendi koylerine gelince, masum bir adama saldırmanın neye mÂl olduğunu anlayacaklardı. Koyu gorunce gozlerine inanamadılar. Butun her yer camurdu. Afet sonrası sessizliği vardı. Koy, sanki ikinci bir tufan yaşamıştı. Huseyin Efendi’ye yaptıklarını hatırladılar. Bu sadece kendilerinin sucu değildi. Koydeki ileri gelenlerle kararlaştırmışlardı bunu. Suc, butun koylunundu, ondan dolayı ceza umumi gelmişti.
Bu tufandan sonra koy verimsizleşti. Bir daha da, ne koy ne de koyluler iflah oldular. Burunsuzluların burnu oyle bir surtulmuştu ki, herkese ibret olmuştu. Şimdi bile iki koyu beraber gorenler, aradaki farka hayret ederler.
__________________
Beddua
Dini Bilgiler0 Mesaj
●30 Görüntüleme
-
13-09-2019, 01:24:48