ŞAH -I * NAKŞBEND*
MUHAMMED* BAHAUDDİN* BUHARÎ

[ Kaddesallahu** Sırrahulaziz ]
İsmi, Muhammed bin Muhammed'dir. Bahauddin ve ŞĂ‚h-ı Nakşbend gibi lakabları vardır. Allah'ın sevgisini kalplere nakşettiği icin, "Nakşbend" denilmiştir. 1318 (H.718) senesinde BuhĂ‚rĂ‚'ya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasr-ı ÂrifĂ‚n'da doğdu. 1389 (H.791)'da Kasr-ı ÂrifĂ‚n'da Rebî'ul-evvel ayının ucunde Pazartesi gunu vefĂ‚t etti. Kabri oradadır.Seyyid olup insanları Hakka dĂ‚vet eden,* "Altın Silsile" nin on beşinci halkasıdır. Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî ile Emîr KulĂ‚l'in talebesidir. İslĂ‚m Ă‚limlerinin en unlulerinden* olup, tasavvufta en yuksek derecelere ulaşmıştır. ZamĂ‚nında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pekcok insan, hidĂ‚yete, doğru yola kavuşmuştur.

Şah-ı Nakşbend [K.S.]'in Buhara'da Kasr-ı Arifan kasabasında bulunan kabri.
ZamĂ‚nının buyuk velîlerinden Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî, henuz o doğmadan Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir buyuk zĂ‚tın kokusu geliyor. Bu beldede buyuk bir velî yetişecek diyerek işĂ‚ret etmiş, tarîkatın imĂ‚mı olacak emsĂ‚lsiz bir zĂ‚tın buradan zuhûr edip ortaya cıkacağını talebelerine ve sevenlerine mujdelemişti. Daha sonra babası Seyyid Muhammed BuhĂ‚rî şoyle anlattı: "Oğlum Bahauddin'in doğmasından uc gun sonra, HĂ‚ce Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî , butun talebeleri ile Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a gelmişti. Ben kendisini cok sever ve muhabbet beslerdim. Kasr-ı ÂrifĂ‚n'ı teşrif edince, yeni doğan oğlum Bahauddin'i alıp huzûruna gotureyim ve himmet, mĂ‚nevî yardım isteyeyim, boylece feyze kavuşur dedim. Bu niyetle Bahauddin'i kucağıma alıp, HĂ‚ce Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî'nin huzûruna goturdum. HĂ‚ce Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî, Bahauddin'i elimden alıp, bağrına bastı ve; "Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, mĂ‚nevî evlĂ‚tlığa kabûl ettim." buyurdu. Sonra yuzunu talebelerine cevirip, aralarında en meşhûru olan Seyyid Emîr KulĂ‚l'e şoyle dedi: "Size, bu yerde bir buyuk zĂ‚tın kokusu geliyor derdim. Şimdi bu tarafa gelirken de, buraya yaklaştığımızda size once duyduğum koku iyice arttı demiştim. Hakîkat şudur ki, size bahsettiğim mubĂ‚rek zĂ‚t doğmuştur. İşte o mubĂ‚rek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu yavru, buyuk bir zĂ‚t olsa gerektir." buyurdu. Boylece henuz daha uc gunluk cocuk iken, zamĂ‚nının en buyuk evliyĂ‚ ve murşid-i kĂ‚mili olan HĂ‚ce Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî'nin mujdesine, himmetine ve feyzine kavuştu. Henuz daha kucuk yaşta iken, evliyĂ‚lığa Ă‚it yuksek nûrlar ve eserler temiz alnında acıkca gorunur, hidĂ‚yet ve irşĂ‚d, hakkı bulma ve yol gosterme nişanları yuksek simĂ‚sından belli olurdu.
Annesi şoyle anlatmıştır: "Oğlum Bahauddin dort yaşında iken, evimizde yavruluyacak bir inek vardı. Bahauddin, doğumuna bir muddet daha olan bu ineği gostererek, oyle anlıyorum ki, bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracaktır dedi. Birkac ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu."
Bahauddin BuhĂ‚rî'nin ilk hocası, daha doğar doğmaz kendisini mĂ‚nevî evlĂ‚tlığa kabûl eden ve hakkında cok mujdeler veren HĂ‚ce Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî'dir. Once ondan istifĂ‚de etti. Sonra bu hocası, onun yetiştirilmesini en meşhûr talebesi Seyyid Emîr KulĂ‚l'e havĂ‚le etti. Yedi sene Seyyid Emîr KulĂ‚l'in sohbetine devĂ‚m etti. Sonra da onun izni ile MevlĂ‚nĂ‚ Ârif DikgerĂ‚nî'nin sohbetine devĂ‚m etti. Yedi sene de onun yanında kaldı. Bundan sonra Kusam Şeyh ve Halîl AtĂ‚'nın sohbetlerinde bulundu. Bir muddet de Halîl AtĂ‚'nın yanında kaldı. Ayrıca MevlĂ‚nĂ‚ Bahauddin KışlĂ‚kî'den hadîs ilmini oğrendi. Sonra, AbdulhĂ‚lık GoncduvĂ‚nî'nin rûhĂ‚niyetinden feyz aldı. Uveysî olarak yetiştirildi. Boylece tasavvufda ve diğer ilimlerde cok iyi yetişti. Bu tahsil devresini ve tasavvufta yetişmesini bizzĂ‚t kendisi şoyle nakletmiştir:
"Cocukluktan bulûğ cağına kadar, buyuk hocam Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî'nin sohbetinde bulundum. On sekiz yaşına girdiğim sırada, dedem beni evlendirmek istedi. Hocam Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî'yi duğunume dĂ‚vet etmek icin beni SemmĂ‚s'a gonderdi. SemmĂ‚s'a varıp hocamı gormekle şereflendim ve elini optum. Sohbetinin bereketinden bende oyle bir hĂ‚l hĂ‚sıl oldu ki, devamlı hocamın sohbetine can atıyordum. O gece kalbimdeki bu arzu ve istek ile gece yarısından sonra kalkıp abdest aldım ve hocamın mescidine gidip, iki rekat namaz kıldım. Başımı secdeye koyup cok duĂ‚ ettim. Dilimden şu duĂ‚ cıktı: "Allah'ım, bana belĂ‚ yukunu cekmeye kuvvet ver. Mihnet ve muhabbetini cekmeye tĂ‚kat, guc ver." Sabah olunca hocamın huzûruna vardım. Bana bakıp, gece olup bitenleri soyledikten sonra; "EvlĂ‚dım, duĂ‚da; "YĂ‚ Rabbî, rĂ‚zı olduğun şeyi bu zayıf ve gucsuz kuluna, fazlın ve kereminle ihsĂ‚n et." demelidir. Cunku Allah'ın rızĂ‚sını kazanan kimseye belĂ‚ gelmez. Eğer Allah , hikmet-i ezelîsiyle sevdiği bir kuluna belĂ‚ gonderirse, kendi inĂ‚yetiyle o kuluna kuvvet ve tahammul ihsĂ‚n eder ve o belĂ‚ya tutulmasının hikmetini bildirir. BelĂ‚ istemekte gucluk vardır." buyurdu.
Daha sonra sofra kurulup, yemek yendi. Hocam, sofrada bir somun ekmeği alıp verdi. Ekmeği cekinerek aldım. Bu cekingenliğimi gorup; "Ekmeği almakta cekiniyorsun. Fakat bu ekmek, yolda lĂ‚zım olacaktır." buyurdu. NihĂ‚yet dĂ‚vetimiz uzerine talebeleriyle birlikte koyumuz Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a gitmek uzere yola cıktık. Ben, hocamın bindiği hayvanın uzengileri yanında yuruyordum. Rûhum zevkle dolmuş olduğundan kalbimde hicbir dunyĂ‚ duşuncesi yoktu. Aşk ve şevkle dolu olan kalbim heyecanla carpıyordu. Allah sevgisinden başka her şey kalbimden cıkmıştı. Bu sırada kalbim dunyĂ‚ya meyledecek olsa, hocam hemen; "Kalbini ayrılıktan koru." buyururdu. Hocamın bu kerĂ‚metini ve keşfini gordukce, muhabbetim kat kat artıyordu. Yolumuz bir koye uğradı. O koyde hocamın dostlarından biri bizi karşılayıp evine dĂ‚vet etti. Hocam da bu dĂ‚veti kabûl edip, o zĂ‚tın evine indi. Ev sĂ‚hibinin, mahcûbiyetinden ızdırap icinde yuzu kızardı. Bu hĂ‚lini goren hocam, o kişiye; "Senin ızdırabının sebebi nedir?" dedi. O da; "Efendim, size yemek ikrĂ‚m etmek istiyorum, fakat sutten başka bir şeyim yoktur." dedi. Bunun uzerine hocam bana; "Bahauddin, sana verdiğim ekmeğe ihtiyac hĂ‚sıl oldu. O ekmeği ver." dedi. Ekmeği cıkarıp verdim. Ev sĂ‚hibi de sutu getirip sofraya koydu. Ekmeği sute batırarak yedik ve hepimiz doyduk. Bu kerĂ‚meti karşısında hocamıza hayranlığımız arttı. Sonra kalkıp yolumuza devĂ‚m ettik."
"Hocam Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî vefĂ‚t edince, dedem beni Semerkand'a goturdu. Orada bulunan buyuk Ă‚lim ve velîleri ziyĂ‚ret edip, benim icin duĂ‚ ve himmet istedi. Sonra Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a donduk. O gunlerde Ali RĂ‚mîtenî hazretlerinden gelip, emĂ‚neten saklanmakta olan tac bana verildi. O anda kalbim Allah'ın muhabbeti ile dolup, taştı. Sonra hocam Seyyid Emîr KulĂ‚l, Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a geldi. Bana cok iltifĂ‚tta bulunup; "HĂ‚ce Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî, bana; "Oğlum Bahauddin'in yetişmesi ile ilgilen. Ondan şefĂ‚atini esirgeme! Eğer onun yetişmesinde kusûr edersen, sana hakkımı helĂ‚l etmem." buyurdu. Ben de bu vasiyeti uzerine senin yetişmen ile ilgileneceğime soz verdim." dedi. Seyyid Emîr KulĂ‚l* Bahauddin BuhĂ‚rî'nin yetişmesi icin titizlikle meşgûl olup, onu tasavvufta yuksek derecelere ulaştırdı. HattĂ‚ bir gun ona şoyle buyurdu: "Yuce murşidim HĂ‚ce Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî'nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Hem hĂ‚l bakımından, hem de ilim bakımından yuksek bir himmete sĂ‚hip bulunuyorsun. Şimdi nereye gitmeyi arzu edersen gidebilirsin. Her kimden olursa olsun, sohbetinde bulunmak ve istifĂ‚de etmek husûsunda serbestsin. Tarafımızdan size izin ve ruhsat verilmiştir. Bizde olan hĂ‚l ve makamları size fazlasıyla verdim. BostĂ‚nı senin icin kuru ettim. YĂ‚ni goğsumde, kalbimde olanların hepsini sana verdim. RûhĂ‚niyet kuşunu, insanlık yumurtasından (dar nefis cercevesinden) cıkardım. Ama senin himmet kuşun, yukseklerde ucuyor. Şimdiden sonra icĂ‚zetlisin, musĂ‚delisin, izinlisin."
Bahauddin BuhĂ‚rî , hocası Emir KulĂ‚l'in bu sozleri uzerine MevlĂ‚nĂ‚ Ârif'in sohbetine gidip, yedi sene de onun yanında kaldı. Sonra Halîl AtĂ‚'nın yanına gidip, on iki sene sohbetinde bulundu. İki defĂ‚ hacca gitti. İkinci haccında Herat'a gidip, MevlĂ‚nĂ‚ Zeynuddîn ile uc gun sohbet etti. İkinci hacca gidişinde HicĂ‚z'dan donup, bir muddet Merv şehrinde ikĂ‚met etti. Daha sonra BuhĂ‚rĂ‚'ya donup orada yerleşti. Emîr KulĂ‚l'nin vefĂ‚tından sonra, insanlara doğru yolu gosterip, rehberlik vazîfesini yaptı.
ŞĂ‚h-ı Nakşbend* şoyle anlatmıştır: "Bir gece ruyĂ‚mda, Turk Ă‚limlerinden Hakîm AtĂ‚, beni yetiştirmesi icin talebelerinden birine havĂ‚le etti. SĂ‚liha bir ninem var idi, ruyĂ‚mı ona anlattım. "Oğlum, senin Turk Ă‚limlerinden nasîbin vardır." dedi. Bunun uzerine ruyĂ‚da gorduğum o dervişin sîmĂ‚sını hatırımda tuttum ve karşılaşacağım gunu bekledim. Bir gun BuhĂ‚rĂ‚ pazarında, Hakîm AtĂ‚'nın ruyĂ‚mda beni yetiştirmesi icin kendisine havĂ‚le ettiği zĂ‚t ile karşılaştım. İsmi Halîl AtĂ‚ idi. Ben onu derhĂ‚l hatırlayıp, tanıdım. Fakat bir turlu yanına yaklaşıp sohbet edemedim. Bundan dolayı uzgun bir hĂ‚lde eve dondum. Akşam bir kimse evime gelip, Halîl AtĂ‚ seni cağırıyor dedi. Bu habere cok sevindim ve bir mikdĂ‚r hediye bulup, hemen huzûruna gittim. Sohbetiyle şereflendim. Bana cok iltifĂ‚t etti. RuyĂ‚yı anlatmak isteyince; "Senin hĂ‚tırında olanı biz biliyoruz, anlatmana gerek yok." buyurdu. Bundan sonra uzun zaman sohbetine devĂ‚m ettim. Cok feyz alıp, istifĂ‚de ettim. Bir muddet sonra MĂ‚verĂ‚unnehr sultĂ‚nının vefĂ‚t etmesi uzerine, oranın halkı, Halîl AtĂ‚'yı sultanlık yapması icin BuhĂ‚rĂ‚'dan MĂ‚verĂ‚unnehr'e dĂ‚vet ettiler. DĂ‚veti kabûl edince ben de birlikte gittim. O tahta oturdu. Ben de hizmetine devĂ‚m ettim. Kendisinde cok kerĂ‚metler goruluyordu. Bana şefkat ve muhabbet gosterip yetiştirdi. Boylece orada altı sene suren sultanlığı sırasında da hizmetinde bulundum. Kendisine o kadar yakın oldum ki, her sırrına vĂ‚kıf, işlerinde idĂ‚reci oldum. Gorunuşte diğer hizmetciler gibi calışırdım. HĂ‚limi bildirmezdim. Altı sene sonra bu buyuk Ă‚lim tahttan indi. Sultanlığı sona erdi. Bundan sonra Zeyvertûn koyune yerleştim.
Yine şoyle nakletti: "Bende tasavvuf hallerinin gorulduğu ilk gunlerde mubĂ‚rek bir zĂ‚t ile yakınlığım oldu. Bu zĂ‚t bana; "Seni Hakk'ın Ă‚şinĂ‚larından goruyorum." deyince, "Umarım ki, sizin teveccuhunuz ve yardımınızla Ă‚şinĂ‚lardan olurum." dedim. Dedi ki: "Arzular karşısında nefsin ile ne hĂ‚ldesin?" "Bulursam şukrederim, bulamazsam sabrederim." dedim. "Bu kolay bir iştir. Asıl iş, nefsini bir yerde hapsedip, ekmek ve su vermeyeceksin ve nefsin o hĂ‚le gelmiş olacak ki, sana serkeşlik etmeyip, boyun eğsin." buyurdu. Bunun uzerine o zĂ‚ta yalvardım. Bu hĂ‚le kavuşmam icin teveccuh etmesini istedim. Buyurdu ki: "Nefsinin, başkalarından umitsiz ve yalnız kalacağı bir sahrĂ‚ya gideceksin, Allah'a ibĂ‚det ile meşgûl olacaksın ve orada uc gun kalacaksın, dorduncu gun tĂ‚rif edeceğim bir dağa gideceksin, karşına cıplak ata binmiş bir kimse cıkacak. Ona selĂ‚m verip gec. Uc adım gectiğin zaman sana o; "Ey genc! Dur sana ekmek vereyim." diyecek. Sen hic aldırmayıp, ekmeği almadan gecip gideceksin. Bu zĂ‚tın emri uzerine, soylediği gibi uc gun sahrĂ‚da yalnız kalıp ibĂ‚det ile meşgûl oldum. Dorduncu gun tĂ‚rif ettiği dağın eteğine gittim. Giderken buyurduğu gibi ata binmiş bir zĂ‚t karşıma cıktı. SelĂ‚m verip, gectim. Bana; "Delikanlı sana ekmek vereyim." dedi. Ben aslĂ‚ aldırmadım ve ekmeği almadan gecip gittim. Sonra, bana bunları yapmamı tavsiye eden zĂ‚tın huzûruna gittim. Bana;
"Bahauddin! Bundan sonra insanların hatır ve gonullerini alıp, duşkunlerin hizmetinde bulunup, zayıflara ve gonlu kırık olanlara ikram ve hurmette bulunacaksın! İlim oğrenme husûsunda gayret ederek, kimsesizlere yoldaş olup, onlara karşı tevĂ‚zu gostereceksin!" buyurdu. Bu zĂ‚tın emirlerini de yerine getirdim. Uzun zaman bu yolda devĂ‚m ettim. Sonra tekrar huzûruna cıktım. Buyurdu ki: "Bahauddin! Bundan sonra da hayvanlara bakacaksın. Onlar, seni yaratan Rabbinin mahlûklarıdırlar. Eğer yuk ceken hayvanların vucutlarında yara gorursen tedĂ‚vi edeceksin." Bu emre de uyarak cok gayret gosterdim. Yolda eğer onume bir hayvan gelse, o gecinceye kadar dururdum. Hayvanın onune gecmezdim ve geceleri izlerine yuzumu surup, Allah'a yalvarırdım. Butun bunlar, icimdeki nefs duşmanının kırılması, ıslĂ‚h olması icin idi. Yedi sene boyle devĂ‚m ettim. Sonra tekrar o zĂ‚tın huzûruna gittim. Buyurdu ki:
"Bahauddin! Bundan sonra yolların hizmetiyle meşgûl ol, yolları supurup temizle, gelip gecenlere eziyet veren şeyleri kaldır. İğrenc şeyleri yollardan alıp, gorunmez bir yere at. Yollardan gelip gecenler zahmet cekmesinler ve rahatsız olmasınlar." Bu emrine de uyarak, bir muddet de bu işle meşgûl oldum. Bu zĂ‚t ne emretmişse, buyuk bir bağlılık ile hepsini yerine getirdim. Bu hizmetleri yaparken, Allah'ın nice nîmetleri ve ihsĂ‚nları bana gorundu. Nefsim iyice ezildi. NefsĂ‚niyetten ve mĂ‚sivĂ‚dan, Allah'dan başka herşeyden kurtulup, rûhĂ‚niyet derecesine eriştim. Bu sırada bana Allah'dan pekcok sırlar tecellî etti."
Bahauddin BuhĂ‚rî ŞĂ‚h-ı Nakşbend* yine tasavvuftaki ilk hĂ‚llerini şoyle anlatmıştır: "Tasavvuf hĂ‚llerinden cezbe hĂ‚li coğalıp kararsız duştuğum gunlerde, geceleri ay ışığında kabristanda dolaşırdım. Bir gece, devamlı ziyĂ‚ret edilmekte olan uc buyuk zĂ‚tın mezarını gordum. Her birinin kabrinde yanmakta olan birer kandil vardı. Kandillerin yağı ve fitilleri olduğu hĂ‚lde cok sonuk yanıyorlardı. Fitillerini hareket ettirmek lĂ‚zımdı ki, parlak yanıp, cok ışık versinler. O kandilleri oylece bırakıp, HĂ‚ce Muhammed Vasî'nin kabrinin başına gittim. Bana orada HĂ‚ce Ahmed Eckarnevî'nin kabrine gitmem işĂ‚ret olundu, oraya gittim. Onun kabrinin başına, bellerinde kılıc takılı olan iki kişi geldi. Beni tutup, bir hayvana bindirdiler. Hayvanın yonunu MezdĂ‚hin tarafına cevirip, gittiler. O gece sabaha doğru MezdĂ‚hin mezarlığına ulaştım. Orada da diğer kabirlerdeki gibi bir kandil yanıyordu. Fakat o da sonuk yanmaktaydı. Kıbleye karşı donup oturdum. Bu sırada bana kendimden gecme hĂ‚li geldi. Kıble tarafında bir duvar gordum. Duvar yarılıp, yeşil ortuler ile suslenmiş bir taht ve bu taht uzerinde bir zĂ‚t oturmuş idi. EtrĂ‚fında ise kalabalık bir cemĂ‚at vardı. İclerinde Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî* de vardı. SĂ‚dece onu tanıyordum. Bunların vefĂ‚t eden ve bu yolun buyukleri olduğunu anladım. Fakat kursunun uzerinde oturan kimdir diye merak ediyordum. Ben boyle duşunurken, kursu etrĂ‚fında bulunan cemĂ‚atten biri bana şoyle dedi:
"Kursu uzerinde oturan mubĂ‚rek zĂ‚t, HĂ‚ce AbdulhĂ‚lık GoncduvĂ‚nî'dir. EtrĂ‚fındaki cemĂ‚at ise, onun halîfeleri; HĂ‚ce Ahmed Sıddîk, HĂ‚ce EvliyĂ‚ GulĂ‚n, HĂ‚ce Ârif Rîvegerî, HĂ‚ce Muhammed İncirfagnevî, HĂ‚ce Ali RĂ‚mitenî'dir." Sonunda hocam Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî'yi gostererek; "Bunu, sen hayatta iken gordun, o senin şeyhindir. Sana tĂ‚c verdi. Kendisini tanıdın mı?" dedi. "Evet hocamı tanıdım fakat bıraktığı tĂ‚cın nerede olduğunu bilmiyorum." dedim. "O senin evindedir. Onu sana kerĂ‚met olarak verdiler ki, bir belĂ‚ gelecek olsa, onun bereketiyle belĂ‚ def edilir." buyurarak mujdeledi. CemĂ‚atten bana dediler ki: "Dikkat et, kulak ver, şimdi sana AbdulhĂ‚lık GoncduvĂ‚nî* nasîhat edecek! O nasîhatten başka bir şeyle Hak yolunda ilerlenemez. HĂ‚ce'nin elini opmek icin izin istedim. Bana izin verildi. Kalkıp yaklaştım. SelĂ‚m verip, edeble elini optum. Sonra huzûrunda edeble ayakta durdum. Tasavvufda ilerlemek husûsunda buyurdu ki:
"Kabirlerin başında kandillerin sana oyle gosterilmesi, senin bu yolda kĂ‚biliyet sĂ‚hibi olduğuna alĂ‚mettir. Fakat, fitil gibi olan kĂ‚biliyeti hareketlendirmek lĂ‚zımdır ki, bu kĂ‚biliyet ortaya cıksın. Hakkın gizli sırları sana acık olsun. Her durumda dînimizin caddesinde yurumek, azîmet ve sunnet-i seniyye uzere olmak lĂ‚zımdır. Emirlere ve yasaklara uymak husûsunda istikĂ‚met uzere olacaksın. Bid'atlerden, Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamĂ‚nında olmayıp sonradan cıkan, ibĂ‚det olarak yapılan şeylerden ve ruhsatla amel etmekten uzak duracaksın. Hadîs-i şerîfleri oğrenip, amel edersin." Sonra cemĂ‚attan bana dediler ki:
"Yarın acele Nesef tarafına gideceksin. Seyyid Emîr KulĂ‚l'in hizmetinde bulunacaksın. Oraya giderken yolda ihtiyar bir zĂ‚t ile karşılaşacaksın. O sana sıcak bir corek verecektir. Ekmeği al, fakat onunla hic konuşma. O ihtiyĂ‚rı gectikten sonra bir kervana, sonra da ata binmiş bir kimseye rastlayacaksın, o kimse senin onunde tovbe edecek. Sen, o evindeki mubĂ‚rek tĂ‚cını al, Emîr KulĂ‚l'e gotur."
Bu konuşmalardan sonra bendeki o hĂ‚l gidip, eski hĂ‚lime dondum. Derhal başında bulunduğum kabrin yanından ayrılıp, Zeyvertûn tarafına gittim. Evime varıp, bana bırakılmış olan tĂ‚cı istedim. Getirip verdiler. Onu giyince hĂ‚lim değişti. Bambaşka bir hĂ‚le girdim. TĂ‚cı alıp yola cıktım. Sabah namazı vaktinde MevlĂ‚nĂ‚ Şemseddîn'in mescidine ulaştım. Sabah namazını orada kılıp, o gun Eyne adındaki koyde kaldım. Ertesi gun guneş doğarken Nesef tarafına hareket ettim. Yolda, onceden buyuklerin işĂ‚ret ettiği gibi, bir ihtiyĂ‚ra rastladım. Bana bir ekmek verdi. Ekmeği alıp, hicbir şey soylemeden gecip gittim. Sonra bir kervana rastladım. Kervanın başı bana; "Ey yiğit, nereden geliyorsun?" deyince; "Eyne koyunden." dedim. Ne zaman yola cıktığımı sordular. "Guneş doğarken." dedim. Kervana rastladığım vakit kuşluk vakti idi. Kervandakiler bu sozumu işitince hayret edip; "Eyne koyu buraya dort fersah, yaklaşık 24 km mesĂ‚fededir. Sabah vakti cıkılsa, ancak buraya ikindiden sonra gelinebilir." dediler. Kervanı da gecip gittim. Kervanı gectikten sonra bir atlıya rastladım. Bana; "Sen kimsin? Seni gorunce icime bir korku duştu." dedi. "Ben oyle bir kimseyim ki, sen benim onumde tovbe edeceksin." dedim. O atlı yanıma gelip tovbe etti. Şarap yuklu bir beygiri vardı. Beygirin uzerindeki şarabı yere doktu. Onu da gecip yoluma devam ettim. Nesef taraflarında bir koye uğradım. Seyyid Emîr KulĂ‚l'in orada olduğunu oğrendim. HĂ‚cegĂ‚n buyuklerinin mubĂ‚rek tĂ‚cını cıkarıp arz ettim. Bir muddet sukût ettikten sonra; "Bu tĂ‚c, HĂ‚cegĂ‚n buyuklerinin mubĂ‚rek tĂ‚clarıdır." buyurdu. "Evet efendim." dedim. DevĂ‚m ederek; "Bu tĂ‚c-ı şerîfi almakta iki şart vardır. Birinci şart; bunu korumak, ikincisi; îcĂ‚bını yerine getirmek. Bu iki şart, buyuklerin (HĂ‚cegĂ‚n'ın) yolunda bulunmak ve bize hizmettir. Bundan sonra ben de bu şartlara uymak uzere tĂ‚cı alıp kabûl ettim." buyurdular.
Yine şoyle anlatmıştır: "Tasavvufda ilerlemek icin calıştığım ilk gunlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini gorsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allah'dan, Resûlullah'tan, Kur'Ă‚n-ı kerîmden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve uzuntu duyarak uzaklaşırdım."
"Hak yolda ilerleyip, gunahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa calıştığım gunlerde, bir gun yolum bir kumarhĂ‚neye uğradı. İnsanların kumar oynadıklarını gordum. Bunlardan iki kişi kumara oylesine dalmışlardı ki, hicbir şeyin farkında değildiler. Boylece bir muddet devĂ‚m ettiler. NihĂ‚yet birisi kaybettikce kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. DunyĂ‚lık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şoyle diyordu: "Bu kadar kaybıma rağmen, bu oyunda başımı dahî versem oyundan vazgecmem." Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyĂ‚n gormesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yuruyup daha da olgunlaşabilmek icin, bende oyle bir gayret hĂ‚sıl oldu ki, o gunden îtibĂ‚ren Hak yolunda talebim her gun biraz daha arttı."
"Tovbe edip, tasavvufa yonelişim şoyle oldu. "Âileme ve cocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve muhabbetim cok fazla idi. Bir gun evimde otururken, Ă‚ileme ve cocuklarıma pek fazla iltifĂ‚t ve muhabbet gosterdim. Bu sırada Ă‚niden kulağıma gizli bir ses geldi. "Her şeyi bırakıp Allah'a donme zamĂ‚nı daha gelmedi mi?" denildi. Bu sesi duyunca hĂ‚lim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rekat namaz kıldım. Bir daha gunah işlememek uzere tam bir tovbe yaptım. Her şeyden el cekip, Allah'a dondum. Nice seneler kıldığım o iki rekĂ‚t namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zeyvertûn koyunde oturdum. Beş vakit namazımı bu koyun cĂ‚misinde kılıyordum. Bir gun nasıl olduysa, bir vakit namazı cemĂ‚atle kılmayı kacırmışım. CĂ‚minin, Ă‚lim ve takvĂ‚ sĂ‚hibi bir imĂ‚mı vardı. Bana; "Ben seni, ibĂ‚det meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin." dedi. Buna karşılık imĂ‚ma; "ZĂ‚t-ı Ă‚liniz, hakkımda boyle duşunuyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum." dedim. Boyle deyince, imĂ‚m efendi şu beyti okuyarak cevap verdi:
"Kalbinin yonunu aşk pazarına cevir,
Demirin hĂ‚lis olması ateş iledir."
Bu soz kalbime ziyĂ‚desiyle tesir etti ve icime oyle bir dert saldı, beni oyle bir aşka duşurdu ki bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allah bana lutuf ve kereminden kapılar actı. Onceki dostlarımdan birkacı, bir gece yoluma cıktılar. Bana her biri bir şeyler soyledi. Boylece benim kendilerine uymam icin cok uğraştılar. Onlara tĂ‚bi olmak isterken, Allah'ın inĂ‚yeti ile bir Ă‚yet-i kerîmede bildirildiği gibi, Allah'ın actığı kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı acmaya kimsenin gucu yetmez dedim. Bu soz, eski dostlarıma cok tesir etti. Onlar da benim bulduğum yola girdiler. Benim butun gayretim, Allah'dan başka her şeyi bırakıp, Allah'ın rızĂ‚sına kavuşmaktı. Allah'a sonsuz hamdu senĂ‚lar olsun ki, bana inĂ‚yet-i RabbĂ‚nî, Allah'ın yardımı erişti ve maksadıma kavuşturdu."
ŞĂ‚h-ı Nakşbend* şoyle anlatmıştır: "Talebeliğimin ilk gunlerinde, buyuk hocam HĂ‚ce Muhammed BĂ‚bĂ‚ SemmĂ‚sî'nin emrettiği şeylerin hepsini yerine getirdim. Bunların faydalarını ve tesirlerini kendimde gordum. Hocam bana, Resûlullah efendimizin ve EshĂ‚b-ı kirĂ‚mın yolunda bulunmamı soylemişti. Ben bu vasıyeti tuttum. Bu hususta son derece dikkat ve gayret gosterdim. Âlimlerin meclisine devĂ‚m edip, nasîhatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildirilenlere gore amel ettim. Allah'ın ihsĂ‚nıyla bunların faydasını gordum. Tasavvufta en faydalı ve maksada cabuk kavuşturan şey, Allah'a cĂ‚n-u gonulden, kendinden gecerek duĂ‚ ve niyaz etmek, yalvarmak ve Allah'ın rızĂ‚sını istemek, nefsi ezmek, onu mağlub etmektir. İşte bizi bunun icin bu kapıdan iceri aldılar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekĂ‚nda sarı yuz ve eski elbise ararlar. Atlas ve ipeğin pazarı burası değildir. Bir sĂ‚lik, hakîkat yolunda kendi nefsini Fir'avn'ın nefsiyle mukĂ‚yese etmeli ve kendi nefsini onun nefsinden yuz bin defĂ‚ daha aşağı gormeli. Eğer boyle olmazsa, o sĂ‚lik, hakîkat yolunun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi temizlemek kolay değildir. Fakat bu, yolda maksada ulaşmak icin bir ip ucudur. İşte ben de bunun icin, nefsimi varlıkların her tabakasına nisbet edip, bu yolda yurudum. Nefsimi kĂ‚inĂ‚ttaki her şey ile karşılaştırdım. Hakîkatte her şeyi, her varlığı, her mahlûku daha ustun ve daha hoş gordum. O hĂ‚le geldi ki, nefsim ile varlıklardan herhangi biri arasında kıyĂ‚s yaparak duşundum. Kendimi aşağı ve Ă‚ciz gordum. Bu, benim icimdeki her turlu kir ve pası temizledi. KĂ‚inĂ‚tta ne varsa hepsinden fayda gordum. Fakat nefsimden hicbir fayda gormedim. Nefsimin onune gecmemiş olsaydım, onu terbiye etmeseydim ve kendi isteği ile başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan iceri almadıkları, bu makama koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice zararları dokunacaktı."
Yine şoyle anlatmıştır: "Gencliğimde Allah'a yalvarıp; "YĂ‚ Rabbî! Bana yardımını ihsĂ‚n et. Bu yolun ağırlığını cekmeye kuvvet ver. Bu yolda ne kadar riyĂ‚zet, nefsin isteklerini yapmamak ve mucĂ‚hede, nefsin istemediği ne varsa yapayım." diye duĂ‚ ettim. Allah duĂ‚mı kabûl buyurup, bana oyle bir kuvvet ve kudret ihsĂ‚n etti ki bu yolun ne kadar zahmet ve meşakkati varsa hepsine katlandım. Ne yapmak lĂ‚zımsa Allah'a hamd olsun yaptım. Şimdi ihtiyĂ‚r hĂ‚limde, riyĂ‚zetten ve nefsimle mucĂ‚deleden kurtulmuş bulunuyorum... EvliyĂ‚-i kirĂ‚mın rûhlarına teveccuh ediyor, hepsinin rûhĂ‚niyetlerinin eserini goruyordum."

Şah-ı Nakşbend [K.S.]'in kabri.
ŞĂ‚h-ı Nakşbend Bahauddin BuhĂ‚rî* oyle bir yıldız olarak yetiştirildi ki irşĂ‚d semĂ‚sı onunla suslendi. O, ucu bucağı olmayan bir ilim ve irfan denizi idi. Her nerede cehĂ‚let zulmeti varsa, onu ustun nurları ile orttu, kapattı. Kimin gonlune bir şuphe duştuyse, ozundeki curutulmez belgelerle onu giderdi. İnsanlara ustun şĂ‚nını anlatan nice işĂ‚retler gosterdi. Olu kalbleri diriltti. Ruhlara kuvvet verip canlandırdı. Pekcok kerĂ‚metlerin sĂ‚hibi oldu. İnsanları irşĂ‚d etmeye, doğru yolu gostermeye başladığının haberi butun fezĂ‚yı doldurdu. Doğunun ve batının kalbi onunla sevince boğuldu. KisrĂ‚lar ve sultanlar onun karşısında edeple durdu, ona merhabĂ‚ya geldi. Coldeki vahşi hayvanlar bile yardım istemeye geldi. İşte onun ciltler dolusu tutan kerĂ‚metlerinden ve menkıbelerinden bir kacı:
Bir defĂ‚sında Nesef'te buyuk bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak catlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, gunlerce yağmur bekledi. Fakat bir damla bile duşmedi. Nesef halkı, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin duĂ‚sını almak icin aralarından birini huzûruna gonderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahĂ‚lisi kuraklıktan dolayı mahzûn ve kederlidir, dedi. Bunun uzerine, Bahauddin BuhĂ‚rî* buyurdu ki: "Uzulmesinler, Allah onlara yağmur gonderecek." Aradan kısa bir zaman gecti, Nesef'e yağmur yağmaya başladı. Bir gun ve bir gece devĂ‚m etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.
Bir talebesi şoyle anlatmıştır: "Ben kucuk yaşta CenĂ‚nyan denilen yerden BuhĂ‚rĂ‚'ya geldim. Âlimlerin derslerine devĂ‚m ettim. Sonra kalbime KĂ‚be'yi ziyĂ‚ret etme arzusu duştu. Mekke'ye gidip, KĂ‚be'yi ziyĂ‚ret etmek şerefine kavuştum. BuhĂ‚rĂ‚'ya dondum. Fakat nefsim cok azgındı. HattĂ‚ eşkıyĂ‚lık yapacak kadar kotu bir hĂ‚lde idi. Ben bu hĂ‚lde iken, bir cekilme hĂ‚li hĂ‚sıl oldu. Bu hĂ‚l, beni ister istemez, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin huzûruna surukledi. Huzûruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme oyle bir vurdu ki, yediğim sillenin tesirinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek bağırdım. Bahauddin BuhĂ‚rî* bu hĂ‚lime ofkelenip; "Sus!" dedi. Sonra da; "Eğer sabredip o nĂ‚rayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamĂ‚m olurdu." buyurdu."
Bahauddin BuhĂ‚rî'nin talebelerinden Şeyh Omer Taşkendî şoyle anlatmıştır: "Benim, Bahauddin BuhĂ‚rî'ye muhabbetim ve talebe olmam şoyledir: Once Taşkend'de talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında bana, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin fazîletini, hĂ‚llerini anlatırlardı. Boylece gormediğim hĂ‚lde ona karşı icimde bir muhabbet hĂ‚sıl oldu. Bir gun Taşkend'deki talebelerinden birinin evine gittim. Hocasını hatırlıyor ve ona rĂ‚bıta ediyordu. Bir muddet oturduktan sonra yemek getirdi. O anda Bahauddin BuhĂ‚rî* gozume gorundu ve kulağıma; "Senin Horasan'a gitmen gerekir." diye soyledi. Yemekten sonra Horasan'a gitmek uzere yola cıktım. Horasan'a, oradan da BeheĂ‚ddîn BuhĂ‚rî'nin yakın talebelerinden MevlĂ‚nĂ‚ CelĂ‚leddîn'in bulunduğu yere gittim. Evine varıp kapıda durdum, kendisi tarafından cağrılmamı bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemĂ‚at cıktı. Beni cağırıp huzûruna kabûl ettiler ve; "Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var idi. Fakat seninle başbaşa goruşmek istedim. Onun icin beklettim." dedi. Bundan sonra hĂ‚limi ona anlattım ve cok ağladım, yardımcı olmasını istedim. Yemîn ederek dedi ki: "Bahauddin BuhĂ‚rî sana kĂ‚fidir, teveccuhune kavuşursun." Sonra onun fazîletinden, menkıbelerinden bahsedip, huzûruna kavuşmak icin hemen yola cıkmamı soyledi.
Yolculukta başıma bĂ‚zı hĂ‚diselerin geleceğini de işĂ‚ret etti. DerhĂ‚l Nesef tarafına doğru yola cıktım. Oradan da Horasan'a hareket etmek uzere bir gemiye bindim. Gemi bir muddet yol aldıktan sonra sabah namazının vakti girdi. Gemide bir ezĂ‚n okudum. Hic bir yolcu namaza kalkmadı. Bu duruma uzulup, onlara nasîhat ettim. Fakat bana kızdılar. Bu durum karşısında bende oyle bir hĂ‚l oldu ki, kendimi suya atmak istedim. Ayaklarımı suya uzatıp gemiden ayrıldım, fakat batmadım. Oyle bir hĂ‚l oldu ki, suyun uzerinde yurumeye başladım. Gemidekiler bu hĂ‚limi gorunce ağlamaya başladılar. "Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tovbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız." dediler. Bunun uzerine tekrar bindim. Sabah namazını, gemideki yolcular ile cemĂ‚at olup kıldık. Bir muddet yolculuktan sonra Âmûre kalesine vardık. Orada da acĂ‚ib hĂ‚diseler oldu. Bahauddin BuhĂ‚rî'ye ilticĂ‚ edip, sığındım. Şîrmuşter denilen bir dergĂ‚ha vardım. Yola devĂ‚m ederken bir kervana rastladım. Bana;
"Bu cole dalma, cok buyuk bir coldur, yolunu şaşırırsın. Burada dur, şĂ‚yet yola devĂ‚m edecek olursan sağ tarafa yonel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve helĂ‚k olursun." dediler. Kervan gecip gittikten sonra, kendi kendime; "Ben, Bahauddin Buharî'nin huzûruna gitmek uzere yola cıkmış bulunuyorum. Ona tĂ‚bi olup, hak yola gireceğim icin bana tehlike gelmez." dedim. Cole dalıp yurumeye başladım. Bir muddet yurudukten sonra ac olduğumu hatırladım. Kendi kendime bĂ‚zı nefis yemekleri duşunerek; "Âh o yiyecekler olsa da yesem!" dedim. Ben boyle duşunurken, o anda onume birdenbire bir sofra geldi, uzerinde aklımdan gecen yemekler vardı. Bu durum karşısında hĂ‚lim değişti. Ağlamaya başladım. "Ey Allah'ım, senin rızĂ‚nı arayan kimseye her ne lĂ‚zım olursa ihsĂ‚n ediyorsun. Ben de senin rızĂ‚ndan başka bir şey aslĂ‚ taleb etmeyeceğim." dedim. O yemekleri yiyip, colde yola devĂ‚m ettim. Yolda karşıma bir ceylan surusu cıktı. Beni gorunce sağa sola kacışmaya başladılar."Eğer bu yoldaki arzum ve isteğimde samîmî isem, ceylanlar benden kacmazlar" dedim. Boyle der demez, ceylanlar yanıma toplanıp bana yuzlerini surmeye başladılar. Bu durum karşısında da hĂ‚lim değişti ve cok ağladım. Bahauddin BuhĂ‚rî'ye karşı muhabbetim o kadar arttı ki, huzûruna bir an evvel kavuşmak icin can atıyordum. Ehan denilen yere vardığımda, yine Bahauddin BuhĂ‚rî'nin bereketi ile acĂ‚ib hĂ‚llere kavuştum. Oradan Serahs'a vardım. Kendi kendime;
"Her yerde Allah'ın dostları, sevgili kulları bulunur. Bu civarda da vardır. Onlardan musĂ‚ade almadıkca bu şehre girmeyeyim." dedim. Boyle duşunurken, karşıma dîvĂ‚ne hĂ‚lde bir kimse cıktı. Halk onu gorunce; "DivĂ‚ne DĂ‚vûd geliyor." dediler. Benim yanıma yaklaşınca, onu karşılayıp, selĂ‚mun aleykum diyerek selĂ‚m verdim. "Ve aleykesselĂ‚m." deyip selĂ‚mımı aldı. "Hoş geldin Turkistanlı derviş!" dedi. Beni yanına yaklaştırıp koynundan bir ekmek cıkardı. Ekmeği parcalayıp yarısını bana verdi, ve;
"Ey derviş, bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu mulkun yarısını da sana verdim!" dedi. Bu hĂ‚diseden sonra Serahs şehrine girdim. Carşıya girince, bir başka divĂ‚ne gordum. Cocuklar taşa tutuyorlardı. "Bu divĂ‚nenin adı nedir?" diye sordum."CĂ‚vadĂ‚r'dır. Bu beldenin divĂ‚nelerindendir." dediler. Kendi kendime; "Bundan da izin alayım." dedim. Bir tarafdan da cocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp; "Ey Turkistanlı derviş, soz divĂ‚ne DĂ‚vûd'un soylediği gibidir!" diyerek ilk karşılaştığım kimse ile goruşup kavuştuğumuz şeylere işĂ‚ret etti. Bundan sonra bende guzel bir hĂ‚l, cem'iyyet hĂ‚sıl oldu. Yemek arzu ettim ve;
"Her hĂ‚lde bu şehirde Bahauddin BuhĂ‚rî'nin sevenlerinden bir kimse bulunur ve ilk lokmayı onun elinden yerim." dedim. Bu sırada yanıma biri gelip; "Ben Bahauddin BuhĂ‚rî'nin hizmetcilerindenim. Evime buyur." dedi. Beni evine goturdu. Uc ceşit yemek getirdi. Sonra bana; "Bahauddin BuhĂ‚rî* BehrĂ‚b denilen yere gitmişler, oradan burayı teşrif edecekler. Burayı teşrif edinceye kadar sen bizde kalacaksın, senin yerin burasıdır." dedi. Birkac gun sonra Bahauddin BuhĂ‚rî'nin orayı teşrif etmek uzere oldukları haberini aldık. Karşılamak uzere derhĂ‚l dışarı cıktık. Bahauddin BuhĂ‚rî* bir merkeb uzerinde ve etrĂ‚fında talebeleri olduğu hĂ‚lde teşrif ettiler. Bir mezarlığa yoneldiler. ZiyĂ‚retinde o kadar insan toplanmıştı ki, kalabalıktan yanlarına yaklaşmak mumkun olmadı. Kendi kendime;
"Cok uzaklardan geldim. Cok zahmetlere katlandım. AcabĂ‚ bana neden hic iltifĂ‚t etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım." diye duşundum. Bu duşunceler hatırımdan gectiği sırada, Bahauddin BuhĂ‚rî* merkebden indiler ve yanına yaklaşmamı istediler. Bana;
"Hoş geldin ey Taşkendli Derviş Omer, yanlış anlama, daha sen buraya geldiğin saatte haberdĂ‚r oldum. Şimdi şu gorduğun kalabalık ile bir muddet meşgûlum." buyurdu. Sonra eve gittiler ve kalabalık da dağıldı. Beni huzûruna kabûl edip;
"Başından gecen hĂ‚diselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize inince sana biz yardım ettik. Colde onune sofra bizim tasarrufumuzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divĂ‚ne ile karşılaşman ve vukû bulan diğer hĂ‚diseler hep bizim teveccuhumuz ile oldu." buyurdu. Bu sohbeti sırasında bana oyle teveccuh ve tasarrufda bulundular ki, bambaşka bir hĂ‚le girip, cok ağladım. "Nicin ağlıyorsun?" diye sordu. Ben de; "Şimdiye kadar gecen omru zĂ‚yi etmişim." dedim. "Oyle soyleme; yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki muşĂ‚heden ve teslimiyetin ondan daha buyuktur." buyurdu. Sonra; "Şimdi sen, bulunduğun hĂ‚li mi, yoksa gecen hĂ‚lini mi istersin?" diye sordu. Ben de; "Bu hĂ‚limi isterim." dedim. "Bu iş tĂ‚bi olmadan olmaz." buyurdu. "Ne işĂ‚ret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm. dedim. Ben boyle deyince; "Huyunuz mubĂ‚rek olsun!" buyurdu."
Talebelerinden Emîr Huseyin de şoyle anlatmıştır: "Benim evim Kasr-ı ÂrifĂ‚n'da idi. Yirmi yaşına kadar ciftcilik ile uğraştım. Namazdan ve niyĂ‚zdan uzak idim. Yiyip icip yatmaktan başka işim yoktu. Tam genclik cehĂ‚leti icinde idim. Bahauddin BuhĂ‚rî* cĂ‚miye giderken, gelip gectikce beni gorup tebessum ederdi. NihĂ‚yet bir gece ruyĂ‚mda Bahauddin BuhĂ‚ri'yi gordum. MubĂ‚rek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gordum. Uyanınca, beni bambaşka hĂ‚ller kaplamıştı. Âniden Bahauddin BuhĂ‚rî* evime geldi. Bana dedi ki; "Aynayı sana kim verdi?" "Siz verdiniz efendim." dedim. "Nicin namaz kılıp, Kur'Ă‚n-ı kerîm okumazsın?" buyurdu. "Kur'Ă‚n-ı kerîm okumayı bilmiyorum." dedim. "Ben sana namazı ve Kur'Ă‚n-ı kerîmi oğretirim." buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pekcok ihsĂ‚na ve nîmete gark etti."
Nakledilir ki, Şeyh ŞĂ‚dî adında bir zĂ‚t, Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a gelip, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin huzûruna girerek, ziyĂ‚retlerine gelmekte kusûr ettiğini soyleyip affetmelerini istedi. Bahauddin BuhĂ‚rî* ona şaka yaparak; "BedĂ‚va ozur kabûl edilmez." buyurdu. Gelen zĂ‚t; "Bir okuzum vardır, onu size vereyim." dedi. "Onu kabûl etmeyiz, koyunde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap icinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabûl edilir." buyurdu. Şeyh ŞĂ‚dî; "Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?" diye hayretler icinde kaldı, sonra koyune gidip altınlarını getirdi. Bahauddin BuhĂ‚rî'nin onune koydu. Bahauddin BuhĂ‚rî altınları sayıp, icinden bir tĂ‚nesini ayırdı. Diğerlerini o zĂ‚tĂ‚ geri verdi. "Bunlarla okuz satın alıp ciftcilik yap, kaldırdığın mahsûlu Allah'ın kullarına dağıt." buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını gostererek; "Bu altın haramdır." buyurdu. Daha sonra o zĂ‚ta; "HĂ‚ce'nin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?" dediler. Bahauddin BuhĂ‚rî'yi tanıyıp, ona talebe olmadan once bir kumarda kazanmıştım, dedi.
Bahauddin BuhĂ‚rî , talebelerinden birini, bir işi icin bir yere gondermişti. Talebesi işi gorup donerken, yolda havanın cok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek icin bir ağacın golgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, uyuya kaldı. Uyur uyumaz ruyĂ‚sında hocası Bahauddin BuhĂ‚rî'yi gordu.Elinde bir asĂ‚ ile yanına yaklaşıp; "Uyan, kalk burası uyuyacak yer değildir." dedi. Bunun uzerine hemen uyanıp gozlerini actı ve ayağa kalktı. Birden, iki kurdun kendisine doğru yaklaştığını ve hucûm etmek uzere olduklarını gordu. Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devĂ‚m etti. Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a varınca, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin yola cıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gordu. Yanına yaklaşınca; "Hic oyle korkulu ve tehlikeli yerlerde istirahat edilir mi?" buyurdu.
Bahauddin BuhĂ‚rî* bir gun bir yere gitmekte iken, yolları bir akarsuya rastladı. Yanında bulunan talebelerinden Emîr Huseyin'e; "Kendini bu suya at." buyurdu. Daha boyle derdemez, Emîr Huseyin hic tereddut etmeden kendini akan suya attı ve suyun icinde kayboldu. Aradan bir muddet gecti. "Ey Emîr Huseyin, cık gel!" buyurdu. Emîr Huseyin derhĂ‚l sudan dışarı cıktı. Elbisesinde en ufak bir ıslaklık yoktu. Bahauddin BuhĂ‚rî* ona; "Ey Emîr Huseyin, kendini suya atınca ne gordun?" diye sordu. Emîr Huseyin dedi ki: "Emriniz uzerine kendimi size fedĂ‚ ederek suya atınca, bende oyle bir hĂ‚l hĂ‚sıl oldu ki, kendimi birden bire gĂ‚yet guzel doşenmiş bir odada buldum. Bu odanın hic kapısı yoktu. Kapı aradım, orada zĂ‚tı Ă‚linizi gordum. Bana bir kapı gosterdiniz. İşte bu kapıdan cık buyurdunuz. Eliniz ile kapıyı actınız, ben de kapıdan cıktım. İşte huzûrunuza geldim." dedi.
Bahauddin BuhĂ‚rî'ye bir gun hediye olarak bir mikdĂ‚r balık getirilmişti. Balığın getirildiği sırada, o mecliste hazır bulunan talebeleri ile berĂ‚ber balığı yemek arzu ettiler. Bunun uzerine balık hazırlanıp, sofra kuruldu. Talebeler, Bahauddin BuhĂ‚rî ile birlikte sofraya oturdular. İclerinden biri, gelip sofraya oturmadı. Bahauddin BuhĂ‚rî ona; "Nicin gelip oturmuyorsun?" dedi. O da orucluyum diyerek, nĂ‚file oruc tuttuğunu bildirdi. Ona; "Gel bize uy!" dedi. Fakat gelmedi. Tekrar; "Gel bize uy! Sana Ramazan gunlerinden bir gunde tutulan oruc sevĂ‚bı kadar hediye edeyim." dedi. Fakat o kimse soz tutmayıp, inadında ısrĂ‚r etti. Bunun uzerine talebelerine; "Bu adam, Allah'dan uzaktır. Siz onu terkediniz." buyurdu. O oruclu kimse, son derece zĂ‚hid bir kimse idi. Fakat Bahauddin BuhĂ‚rî'nin sozune peki demeyip, muhĂ‚lefet gostermesi sebebiyle, zĂ‚hidliğini kaybetti, ne namaz, ne niyaz kaldı. TamĂ‚men dunyĂ‚ya tapmaya başladı ve felĂ‚kete duştu.
Bahauddin BuhĂ‚rî , BuhĂ‚rĂ‚'nın bir koyune gitmişti. Şeyh Husrev adında bir zĂ‚tın evinde misĂ‚fir oldu. O akşam Şeyh Husrev, o koyde bulunan butun Ă‚limleri ve ileri gelenleri evine dĂ‚vet etti. Hep birlikte yemek yediler. Yemekten sonra Bahauddin BuhĂ‚rî , ev sĂ‚hibi Şeyh Husrev'e; "Git kapıya bak kim var?" buyurdu. Gidip baktı ki, koy halkından Yûsuf adında biri, bir kap icinde armut getirmiş kapıda bekliyordu. İceri girmesine musĂ‚ade edildi. O da iceri girip, elindeki armut dolu kabı Bahauddin BuhĂ‚rî'nin onune koydu. Bahauddin BuhĂ‚rî; "Bu armutları nereden aldın?" dedi, o da aldığı yeri soyledi. Bahauddin BuhĂ‚rî* bir muddet susup, sonra ev sĂ‚hibine; "Bu armutları buyuk bir kaba boşalt gel." dedi. Ev sĂ‚hibi armutları buyuk bir kaba boşaltıp ortaya koydu. Bahauddin BuhĂ‚rî, armutlardan birini alıp getiren kimseye verdi. Sonra diğer armutların orada bulunanlara dağıtılmasını emretti. Dağıtıldıktan sonra;
"Hic kimse kendine verilen armudu yemesin, beklesin." buyurdu. Sonra armutları getiren Yûsuf adlı koyluye donup;
"Armutları getirmekteki maksadın nedir bilir misin?" dedi. Getiren kimse; "Efendim, bana koyumuze keşf ve kerĂ‚met sĂ‚hibi bir zĂ‚t geldi dediler. Ben de sizi gormekle şereflenmek icin, bu armutları satın alıp, size hediye getirdim. Fakat kustahlık edip, armutların icinden birine bir işĂ‚ret koydum ve en alta yerleştirdim. Eğer o zĂ‚t evliyĂ‚ ise, bu armudu bulup bana verir diye duşundum." dedi. "Oyleyse elindeki armuda bak, o işĂ‚ret koyduğun armut mu?" buyurdu. "Evet efendim. O armuttur." dedi. Bundan sonra Bahauddin BuhĂ‚rî* buyurdu ki:
"Allah'ın evliyĂ‚ bir kulunu, bir kimsenin denemesi uygun değildir. Fakat işĂ‚retlediğin armudu bulup sana vermeseydik, sen bizden uzak kalır ve cok zarar gorurdun. Resûlullah efendimizin bildirdiği yolda bulunan kimseyi imtihĂ‚na hĂ‚cet yoktur." Armutları getiren kimse, yaptığı işten cok pişmĂ‚n olup, Bahauddin BuhĂ‚rî'den af ve ozur diledi.
Talebelerinden biri şoyle anlatmıştır: "Semerkand'da oturuyordum. Bahauddin BuhĂ‚rî'nin keşf ve kerĂ‚met sĂ‚hibi buyuk bir zĂ‚t olduğunu duyunca, ona karşı muhabbetim iyice arttı. Sabrım kalmadı ve sohbetine kavuşmak icin BuhĂ‚rĂ‚'ya gitmeye karar verdim. Yola cıkarken annem hırkamın bir yerine harclık olarak dort altın dikti. BuhĂ‚rĂ‚'ya varınca, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin sohbetine katıldım. Sohbeti sırasında beni oyle bir hĂ‚l kapladı ki, sabrım kalmadı. Orada bulunanlardan birine, Bahauddin BuhĂ‚ri'ye beni talebeliğe kabûl etmesini soylemesi icin ricĂ‚ ettim. Durumumu arz edince, bana cok iltifĂ‚t edip, kabûl ederiz, fakat senden altın alırız buyurdu. "Ben fakirim, altınım yoktur." dedim. Talebelerine donup; "Bunun hırkası icinde dort altını var, yok diyor." dedi. Bahauddin BuhĂ‚rî* bunu soyleyince, hayretler icinde kaldım. Hemen hırkamı sokup, icindeki dort altını cıkarıp onlerine koydum. O mecliste bir cocuk vardı. Talebelerinden birine; "Al şu altınları bu cocuğa ver." buyurdu. O talebe alıp cocuğa verdi. Fakat cocuk almadı. Cok ısrar etmelerine rağmen kabûl etmedi. Tekrar bana verdiler. Cok utanıp mahcub oldum. Bu hĂ‚diseden sonra, Bahauddin BuhĂ‚rî , talebeleri ile birlikte başka bir koye gitmek uzere yola cıktı. Ben de onlara katıldım. O koyde buyuk bir sohbet meclisi kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de talebeliğe kabûl etmesini arzettiler. Bu sefer yanımdaki altınları, o mecliste bulunan başka bir cocuğa vermemi soylediler. Verdim fakat, o da almadı. O kadar mahcub oldum ki, utancımdan yerin dibine girecektim. Talebeleri, beni talebeliğe kabûl buyurmaları icin bir daha arz ettiler. O zaman buyurdu ki:
"Hasislik, cimrilik, herkes icin sevimsiz ve iğrenc bir sıfattır. Bilhassa Hak yolunda ilerlemek isteyen bir kimsenin hasislik etmesi cok kotu bir iştir." Bundan sonra beni de talebeliğe kabûl etti. Beni irşĂ‚d ederek, dunyĂ‚ sevgisini kalbimden cıkardı. Hamdolsun tevekkul sıfatı boylece kalbime yerleşti.
Bahauddin BuhĂ‚rî'nin talebelerinden biri, bir yere gitmek istediği zaman kerĂ‚metiyle havada ucarak gider, gideceği yere hemen varırdı. Diğer talebeleri onu bir iş icin Kasr-ı ÂrifĂ‚n'dan BuhĂ‚rĂ‚'ya gonderdiler. Bu talebe ucarak giderken, Bahauddin BuhĂ‚rî* onun uzerinden tasarrufunu cekti. Talebe ucamaz oldu. Bu hĂ‚dise uzerine Bahauddin BuhĂ‚rî , "Allah bana talebelerimin gizli acık butun hĂ‚llerini bilmek ve onlar uzerinde tasarruf etme kudreti verdi. Arzu edersem, Allah'ın izniyle talebelerime ceşitli hĂ‚ller veririm ve yine ellerinden hĂ‚llerini alırım. Onları kĂ‚biliyetlerine gore terbiye ederim. Cunku yetiştirici ve terbiye edici, yetiştirmek istediği kimseye yarayan ve en cok faydası olan şeyi yapar." buyurdu.
Yine talebesi Emîr Huseyin şoyle anlatmıştır: "
Bir gun hocam beni bir iş icin Kasr-ı ÂrifĂ‚n'dan BuhĂ‚rĂ‚'ya gondermişti. Bu gece BuhĂ‚rĂ‚'da kal, sabaha doğru geri donersin dedi. Ben hemen yola cıktım. Yolda nefsimle mucĂ‚dele edip; "Ey nefsim! AcabĂ‚ sen bir gun ıslĂ‚h olacak mısın ve ben senin elinden kurtulur muyum?" diyordum. Nefsimi boyle azarlarken, karşıma nûr yuzlu bir zĂ‚t cıktı. Bana;
"Sen bu yolda ne mihnet, ne meşakkat cektin ki, nefsini ayıplıyorsun? Bu yolda gelip gecen buyukler oyle mihnet ve meşakkat cekmişlerdir ki, senin bir zerresini bile cekmeğe tahammulun yoktur." dedi. Sonra vefĂ‚t etmiş olan buyuklerin isimlerini ve cektikleri meşakkatleri bir bir anlatıp, tĂ‚rif etti. Ben kusurlarımı kabûl edip, ozur diledim. Bundan sonra karşı cıkan o zĂ‚t, bana dağarcığından bir mikdar hamur cıkarıp verdi. "Bu hamuru BuhĂ‚rĂ‚'da pişirip, yersin." dedi. Hamuru alıp yoluma devĂ‚m ettim. BuhĂ‚rĂ‚'ya varınca, hamuru fırıncıya verdim. Fırıncı hamuru gorunce hayret edip;
"Şimdiye kadar boyle hamur gormedim." dedi. Bana kim olduğumu ve hamuru kimin verdiğini sordu. Ben de Bahauddin'nin talebesi olduğumu soyledim. Fırıncı hurmetle hamuru pişirip bana verdi. Bir parca koparıp ona verdim. Sonra hocamın emir buyurduğu işi bitirip, o gece BuhĂ‚rĂ‚'nın GulĂ‚bĂ‚d mahallesindeki mescidde akşam ve yatsı namazını kıldıktan sonra, kıbleye karşı oturdum. Bu sırada canım elma istedi. O anda mescidin penceresinden birkac elma attılar. Elmaları alıp ekmekle yedim. Gece yarısına kadar o mescidde kaldım. Sonra kalkıp yola cıktım. Sabaha doğru Kasr-ı ÂrifĂ‚n'a vardım. Sabah namazını hocam Bahauddin BuhĂ‚rî ile kıldım. Hocam bana; "Sana hamuru veren kimdi bildin mi?" diye sordu. Bilemediğimi arz ettim. "O, Hızır aleyhisselĂ‚m idi." buyurdu. Sonra mescidin penceresinden bana atılan elmalardan bahsetti. "O fırıncıya ne buyuk saĂ‚det ki, senin verdiğin hamuru pişirdi ve ondan yemek nasîb oldu." buyurdu.
Bahauddin BuhĂ‚rî, Peygamber efendimizin sunnetine tam uyar. O'nun yaptığı şeyleri yapmağa cok gayret ederdi. Resûlullah efendimizin işlediği her sunneti işlerdi. Bir defĂ‚sında Peygamberimiz EshĂ‚b-ı kirĂ‚m ile ekmek pişirmişlerdi. Şoyle ki, EshĂ‚b-ı kirĂ‚mdan bir grup, her biri bir parca hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mubĂ‚rek eline bir parca hamur alıp tandıra koydular. Bir muddet sonra baktılar ki, EshĂ‚b-ı kirĂ‚mın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamber efendimizin koyduğu hamur pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş, Peygamber efendimizin mubĂ‚rek elinin dokunduğu hamura tesir etmedi. Bahauddin BuhĂ‚rî , Resûlullah'a uymak icin, talebeleriyle aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Bahauddin BuhĂ‚rî'nin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da mubĂ‚rek elinin dokunduğu hamura ateş tesir etmedi. Resûlullah efendimize uymaktaki derecesi bu kadar cok idi. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî* bu hususta; "Her hususta tĂ‚bi olana, tĂ‚bi olunanın kemĂ‚lĂ‚tından buyuk pay vardır." buyurdular.
MevlĂ‚nĂ‚ Abdullah-ı HĂ‚cendî, ŞĂ‚h-ı Nakşbend Bahauddin BuhĂ‚rî'ye talebe olmasını şoyle anlatır: "Bir ara icime oyle bir ateş duştu ki, yerimde duramıyordum. Bana yol gosterecek Ă‚lim bir zĂ‚ta talebe olabilmenin istek ve arzusuyla yanıyordum. İcimdeki arzu dayanılmaz duruma gelince, bulunduğum HĂ‚cend'den ayrıldım ve Tirmiz'e kadar hep bunu duşundum. Oradan Ârif-i Kebîr Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî'nin kabrini ziyĂ‚rete gittim. Sonra Ceyhun Nehri kenarında bulunan mescide geldim. Orada namazı kıldıktan sonra, bir ara uyuya kalmışım. RuyĂ‚da heybetli iki zĂ‚t gordum. Onlardan biri bana:
"Ben Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî'yim, yanımdaki de Hızır aleyhisselĂ‚mdır. Sen hoca aramak icin şimdilik zahmet cekme. Cunku hem kimseyi bulamazsın, hem de istifĂ‚de edemezsin. On iki sene sonra BuhĂ‚rĂ‚'ya gidip orada bulunan ve zamĂ‚nın kutbu olan Bahauddin BuhĂ‚rî'ye talebe olur, ondan istifĂ‚de edersin." buyurdu. Bunun uzerine Tirmiz'den HĂ‚cend'e geri dondum. Aradan epey bir zaman gectikten sonra, bir gun carşıda iki Turk gordum. Gayr-i ihtiyĂ‚rî peşlerinden gittim. Bir mescide girdiler. Namazdan sonra, aralarında bir hocaya bağlanmanın kıymeti ile ilgili hususlar konuşuyorlardı. Onlar boyle konuşurlarken, onlara karşı olan ilgim arttı. Hemen acele ile dışarı cıkıp, carşıdan bir şeyler alıp yanlarına geldim. Beni yanlarında gorunce, biri; "Bu, iyi bir insana benzer, bizim hocamızın oğlu İshak'a talebe olabilir." dedi. Bu durum karşısında cok merak ettim ve o zĂ‚tın kim olduğunu sordum. HĂ‚cend'e bağlı bir koyde olduğunu bildirdiler. Bunun uzerine o koye gittim, zĂ‚tı buldum. Fakat bana hic yakınlık gostermedi ve iltifĂ‚t etmedi. Bu hocanın her hĂ‚liyle temizliği yuzunden belli olan bir de oğlu vardı. Bu durum karşısında, bu temiz yuzlu cocuk, babasına dedi ki:
"Babacığım, bu zĂ‚t, sana talebe olmak umidiyle buraya gelmiş, sen ise ona hic yakınlık gostermiyorsun. Neden ilgilenmiyorsun, sebep nedir?" Bunun uzerine ağladı ve; "Ey evlĂ‚dım, bu, ŞĂ‚h-ı Nakşbend Bahauddin BuhĂ‚rî'nin talebelerindendir. Bizim onun uzerinde hic bir hukmumuz yoktur." dedi. Bunun uzerine ben tekrar HĂ‚cend'e, memleketime dondum ve hocamla ilgili bir işĂ‚retin cıkmasını bekledim.
Aradan bir zaman gectikten sonra kalbim, beni BuhĂ‚rĂ‚'ya gitmeğe zorladı. O isteği bir an dahi tehir etmeye kĂ‚dir değildim. Hemen kalkıp BuhĂ‚rĂ‚'ya doğru yola cıktım. Bir zaman sonra BuhĂ‚rĂ‚'ya vardım ve Bahauddin BuhĂ‚rî'nin yerini oğrenip yanına gittim. Ne zaman ki huzûr-i şerîfleri ile şereflendim, bana buyurdu ki: "YĂ‚ Abdullah-i HĂ‚cendî, senin daha uc gunun vardır. YĂ‚ni sana bildirilen on iki senenin tamam olmasına daha uc gunun vardır. Bunu unuttun mu?" Bunları duyunca, Ă‚detĂ‚ kendimden gectim. Sohbetinin muhabbeti benim kalbimin ufuklarına yerleşti. Artık hep onlara olan bağlılık ateşi ile yanıyordum. Bir muddet sonra himmet istedim. Bahauddin BuhĂ‚rî; "Himmetin zamĂ‚nı var." buyurdu. Bunun uzerine bir muddet daha sohbete devĂ‚m ettim.
Buyuk Ă‚limlerden birisi anlatır: Genclik zamĂ‚nında, HĂ‚ce Bahauddin BuhĂ‚rî'yi cok severdim. Himmetleri ile bende şaşılacak hĂ‚ller meydana geldi. Bana dĂ‚imĂ‚; "Beni hĂ‚tırından cıkarma!" derdi. Ben de dĂ‚imĂ‚ onları duşunur, hatırlardım. Bu hĂ‚l uzere iken babam hacca gitti. Beni de berĂ‚berinde goturdu. Giderken Hirat'a uğradık. Hirat şehrini seyrederken, HĂ‚ce hazretlerini unuttum, bağlılık hĂ‚tırımdan cıktı. O anda bendeki hĂ‚ller gitti. Sonra İsfehan'a gittim. Orada bir buyuk Ă‚lim var idi. Butun İsfehanlılar ondan himmet ve duĂ‚ isterlerdi. O zĂ‚ttan cok kerĂ‚metler meydana gelmişti. Babam beni alıp, o zĂ‚tın huzûruna getirdi ve benim icin ondan himmet istedi. Fakat ben HĂ‚ce'den cok korktuğumdan, o zĂ‚tın huzûrundan dışarı cıktım. Sonra hacca gittik. Beytullah'ı ziyĂ‚ret ettik. Donuşte HĂ‚ce'nin ziyĂ‚reti ile şereflendiğim zaman, onu unuttuğum icin cok cekiniyordum. Korktuğumu anlayıp; "Korkma, biz kusûru affederiz. Sen benim oğlumsun. Benim oğullarıma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur." buyurup latîfe yollu; "Hirata gidince nicin beni unuttun?" deyip; "Unutmak katiyyen dostluğa sığmaz." mısrĂ‚ını okudular."
Bahauddin BuhĂ‚rî, Tûs şehrine gidip, birkac gun kaldı. Bir gun talebe ve ahbĂ‚bıyla Şeyh MĂ‚şuk-ı Tûsî'nin kabrini ziyĂ‚rete gittiler. Mezarın yanına gelince: "EsselĂ‚mu aleyke, yĂ‚ MĂ‚şuk-ı Tûsî, nasılsın, iyimisin? buyurdu. Kabirden; "Ve aleykesselĂ‚m. İyiyim, cok rahatım." diyen bir ses geldi. Yanındakilerin hepsi, bu cevĂ‚bı duydular. Orada bulunanlardan biri, Bahauddin BuhĂ‚rî'nin buyukluğune inanmazdı. Bu kerĂ‚meti gorunce, tovbe etti. Bundan sonra talebelerinden ve sevdiklerinden oldu.
HĂ‚ce Bahauddin BuhĂ‚rî'ye, talebelerinden biri bir mikdar elma hediye getirdi. O elmaları hazır bulunanlara boluşturdu ve buyurdu ki: "Bir saate kadar, kimse kendi elmasını yemesin. Cunku bu elmalar, şimdi tesbih ediyorlar." HĂ‚ce'nin mubĂ‚rek ağzından bu soz cıkar cıkmaz, elmalardan tesbîh sesleri gelmeye ba&#