FUNNY GAMES
Senaryo: Michael Haneke
Yapım: 1997, AvusturyaSure: 108 Dakika
Oyuncular: Susanne Lothar, Ulrich Muhe, Arno Frisch, Frank Giering
Michael Haneke’nin tum filmlerinde eksenine aldığı Ann ve Georg karakterleri bana hep burjuvazinin Adem ve Havva’larına gonderme gibi gelir.Bu karakterler ya burjuvazi tarafından ruhen sakat bırakılmış cocukları olan, ya da kendi ruhsal sakatlıklarını fark etmeden varoluşlarını surduren kadın ve erkek kahramanlardır.Avrupa’nın yuzeyde duzgun derinde hasarlı işleyen, vaat edilen ve elde edilenlere odaklı surdurulen konforlu hayatlarına cevapsız sorular sorar yonetmen. Soyleşilerinde de belirttiği gibi filmleri yanıtları değil sorularıdır. Beyazperdeye gerceğin mahkemesini kurar, bu gercekliği izleyenin katlanmakta gucluk cekeceği kadar uzun ve eşzamanlı sahneler kullanarak kurguya ortak ederek ve beklenmedik anlarda sert bir yuzleştirme yolu ile ifade eder. İsterik ağlama ve hıckırık sahneleri, yuzleşme ve farkına varma anlarının dışa donuk vurumuna denktir.Bu onun filmlerinde, burjuvazinin adeta insani duygulardan arındırılmış insanı robotlaştırdığı, hissizleştirdiği, vicdani sorgulamaların vicdana getirilmediği, erdemin konforla garanti edildiği kandırmacasına donuş, hatırlama ve dışa vurma eylemine benzer. İşte Haneke’nin burjuvaziyi sucladığı filmlerinde suca ortak ettiği karakterler, bizzat biz koltuklarında rahatca oturan, cuzdanlarında yada bankalarında kredi kartları, sosyal sigorta garantileri, metrolarda yada kendi araclarında yalnızlıklarını konforlarına borclu olanlarız, tıpkı kurguladığı oykulenmelerdeki karakterlerin farkında olmadan elde ettiklerinden dolayı kaybettikleri gibi.
Duygusal buzlanma uclemesinin en carpıcı bolumu olan Yedinci Kıta filminde bastırılmış ofkenin, vaat ve elde edilen her şeyin hicsizliğine duyulan isyanın fark ediş anı olumcul sonuclara sebep olur. Kurdun Gunu’nde dunyanın son gunu bir grup insan uzerinden anlatım bulur , yine boşluğun ve anlamsızlığın merkezine duşuş vardır. Diğer filmlerinde de gorebileceğiniz gibi buzdağının gorunen kısmı ile gorunmeyen kısmındaki anlatımı yonetmenin boşlukları doldurmanız gereken eşleştirmelere ne kadar duyarlı olabileceğimizin sorgulanmasıdır.Bunu ister vicdanımızla, ister kendi gercekliğimizle yapalım, yuzleşme kacınılmazdır. İzleyİcisinin bir coğu filmlerindeki uzun ve sabır isteyen eşzamanlı sahneleri katlanmaya değer olarak gorur. Bu sahneler, bazen dakikalarca suren bir masa tenisi sahnesi, tekrar tekrar başa sarılan bir dublaj sahnesi, bir tabaktaki yemeğin kaşıklanması, derme catma bir mezarın başında ağlama sahnesi, bir metro sahnesi gibi sizin o anda orada olduğunuz, tanıklık ettiğiniz, karakterlerle ozdeşleşmek zorunda bırakıldığınız anlardır. Gelgitler, ani ve beklenmedik kısa şoklarla devam eder. Kurgunun ritmi, Haneke’nin ozgun sinemacılığı ile neye uğradığınızı bilemeyeceğiniz sonlarla hafızalarınızda derin izler bırakacak, icinizde yarım kalan yada hasara uğrayan bir şeyler olacaktır.
1997 yapımı Funny Games, yonetmenin kariyerindeki en sıra dışı filmlerinden biri. Gercek bir şiddet filmi olmasına rağmen, bunu kurguya gomen, adeta klasik şiddet eleştirilerini ve izleyicinin gormek istediği moduler işleyişi reddedip, ona gormek yada algısal mantığı ile kabul etmek istediği , yada sinemada tekrarlanan ve şablonlara kavuşan şiddet dilini vermeden kendi anlatımına izleyeni taraf yapan ilginc bir film. Aslında film karakterleri ile değil izleyenle oynanan bir oyun. 2007 yapımından cok az bahsedeceğim,uzerinde fazla durmaya değmeyeceğini duşunuyorum .1997 yapımı film başta Susanne Lothar (Anna) olmak uzere tum oyuncuları ile bir başyapıt. Haneke’nin neden boyle bir işe kalkıştığını hala anlamış değilim fakat Naomi Watts gibi dev bir aktrist bile yeni cevrimi kurtaramamış diye duşunuyorum. Belki burjuvazi, Avrupa’ya daha cok yakışıyordur, belki aşinalığımız Haneke sularından cıktığında yabancılaşıyoruzdur.Kısaca Haneke, 1997 de oyle bir film yapmış ki, bu filmin gucunu 2007 tarihinde kendisi bile aşamamış.
Gelelim filmin konusuna, oncelikle acılış sahnesinde yarattığı kısa şokla gelinecek durum hakkında sert bir ipucu taşıyor. Uc bireyden oluşan aile ya da burjuvazinin en kucuk birimi, Ann, Georg ve oğulları Georgie yazlık evlerine doğru arabaları ile seyir halindeler. Klasik muzik dinleyen aile, sıkıcı bir “bu kimin eseri” muhabbeti yapıyorlar.Bize sıkıcı gelen bu sahne, bunun farkında olmayan aile icin sıradan ve keyifli oysa ki.Bir anda calmaya başlayan sert metal muzik ( ki bunu bir tek biz duyabiliyoruz, onlar değil ) nereye varacağı hissettirilen şiddet seyri icin akıllıca bir gonderme. Aileyi saracak olan bir tehdit var ve bunu hisseden sadece biziz. Henuz filmin ilk dakikalarında aractaki koltuğa oturmuşuz bile.
Yazlıklarına vardıklarında, komşuları ile karşılaşıyorlar ve onların mutsuz ve tedirgin ifadelerinden bir an icin şupheye duşseler de, bunun uzerinde durmuyorlar. Ne de olsa kendi hayatlarında her şeyin yolunda olmasının rahatlığı var, ve aynı konforlu hayata sahip olan komşuları icin daha azı olamaz, ne de olsa burjuvazinin vaatleri saat gibi tıkır tıkır işler. Peki ya bu işleyişi bozan durumlar olursa? İşte bunun garantisinin olmadığını Haneke’nin en sert filminde yaşayacağımız anlar vasıtası ile gorur ve kabul ettiriliriz. Aslında sıkıcı ve tekduze olan hayatlarına pat diye dalan 2 genc, bırakın hareket getirmeyi facianın eşiğine getirip kedi-fare oyunu oynamaya başlamıştır bile. Facia, son derece kibar ve zarif bir konuşma diline sahip olan gencin kapıyı calıp yumurta istemesi ile başlar.Film boyunca nezaketlerinden ve şiddet eğilimlerinden hic taviz vermeyen iki genc, zincirleme devam eden ve biz bu sahneye nasıl geldik dedirtecek kadar mantığımızı zorlayan fakat aynı zamanda mumkunluk derecesi ile kabul ettirilen gidişat ile aileye ve izleyene cehennem azabı yaşatacaktır. Amaclarının sadece oyun oynamak olduğunu iddea eden, sonucta aileyi oldureceğini de kibarca belirten gencler antipati yaratırken, nezaketleri ile şaşırtmaktadır. Ustelik filmin bir karesinde genclerden birinin ekrana donup: peki siz hangi tarafı tutacaksınız repliği, bırakın filmi gercekliğinden koparmak, tam tersi filme kelepceler bizleri. Bu esaretten kurtulmak icin fırsat dahi bulan iki karakter ( o noktada 2 kişi kalmışlardır ) oyle sacma ve stratejik hatalar yaparlar ki, biz izleyenler ekrana atlayıp karakterlere tokat atmak isteriz. Birkac onceki sahne ise, tam nefes alacağız bir umut doğdu derken beklenmedik bir şekilde meşhur kumanda sahnesi ile tum umitlerimizi yıkıma uğratır. Bu sahne oyunu kimin kazanacağını anladığımız an ve bir sonraki az once bahsettiğimiz an ise emin olduğumuz andır. Uygulanan fiziksel şiddeti gorsel detayların golgesine gizleyen yonetmen, ruhsal şiddetle ezer gecer hepimizi. Bunu yaparken televizyon unsurunu da cok ilginc şekilde kullanacaktır. Zaten film başlı başına gundelik hayatta başka işler icin dikkate alınan objelerin ozenlice kullanılması değil midir: televizyon, yumurtalar, tv kumandası, telefon, bir bıcak, golf sopası ve şu an aklıma gelmeyen diğer bazı metalar, amacı belli olmayan şiddet yayıcı genclerin farkındalık sınırında olmayan maddeci burjuvazi ailesinin kabusuna ortak edilir.
Funny Games’in şiddeti hangi amacla benimsediği belirsiz olan 2 genci, şiddeti bulaşıcı hastalık taşırcasına kapı kapı yaymaktadır. Onlar belki ustun zekalı değildir bu oyunda peki ya aile, neden kendilerini kurtarmak icin akıllıca adımlar atmamış ve hatalı stratejiler işlemiştir? Georg’un genclerden birine attığı tokatta yenilmeyeceğine dair aldığı ozguvenin sebebi nedir, oyunun başladığını fark etmemesi mi, yoksa konforlu hayatında sahip olduklarının kendi hayatı da dahil olmak uzere dış tehditle elinden zorla alınacağına dair fikri olmaması mı?
Haneke’nin Kurdun Gunu dışındaki hicbir filminde az da olsa bir umut mesajı verdiğini hatırlamıyorum. Yalnız hatırladığım şu var ki, bu film bittiğinde dahi devam eden bir şeyler var.Umutsuzluk, kapı kapı dolaşan yıkım ve o iki genc her evin kanepesinden yuzunu bize donup soruyor hain bir ifade ile: Peki ya siz, hangi tarafdansınız? Bu sorunun cevabını biliyoruz, fakat ifade etmeye korkuyoruz, yeterince guvende miyiz oyun başlamadan once? Michael Haneke’nin sorularına cevap verirken dikkatli olun.
Melisa Aydın





**** TEKSAS TESTERE KATLİAMI ****
Senaryo: Tobe Hooper, Kim Henkel
Yapım: 1974 ABD , Sure: 83 Dakika
Oyuncular: Marilyn Burns, Allen Danziger, Edwin Neal, Gunnar Hansen, John Dugan Film, beş gencin bir yaz oğleden sonrasında Teksas yakınlarındaki bir kasabada yaşadığı sıra dışı ve korkunc olayları anlatıyor. Mezarlık soygunu ile ilgili haberler uzerine bir aile mezarlığını kontrol etmek icin yola cıkan gencler, kısa bir sure sonra teker teker Leatherface’in kanlı pencesine duşer.
“İzlemek uzere olduğunuz film beş gencin ama ozellikle Sally Hardesty ve sakat Franklinin başına gelen bir trajedirir.Onların genc olmaları cok daha trajik bir olaydır.Ama cok cok daha uzun hayatlar yaşamış olsalardı bile o gun gordukleri değşeti ve cılgınlığı ne beklerlerdi nede bunu isterlerdi.Sakin bir yaz oğleden sonrası onlar icin bir kabusa donuşur.O gunun olayları Amerikan tarihinde en tuhaf suclardan birinin keşfine neden oldu. Teksas Elektirikli Testere Katliamı.”
Kendinden onceki Psycho (Sapık, 1960) ve kendisinden sonraki Silence of the Lambs ( Kuzuların Sessizliği, 1991) gibi, Wisconsin seri katili Ed Gein’in gercek ya*şam oykusunden biraz esinlenmiş olan Tobe Hooper’ın aşırı duşuk butceli şok korku klasiği Teksas Kasabı, yol actığı tartışmalardan kaynaklanan şiddetli bir kamu*oyu ofkesini uzerine cekti ve o gunden bu yana da estetik değeri ve seyirciler uze*rindeki olası zararlı etkileri uzerine ateşli tartışmalara yol acmaya devam etti.
Genc John Laroquette’in (henuz tanımadığımız) dış sesiyle başlayan film, 1970′lerin Teksas’ında arabayla yolculuk yapan hippivari beş gencin, tumu erkek olan yamyam eski mezbaha işcileri klanının yakınında konaklamak gibi vahim bir hataya duşmesiyle devam eder.
Kotu adamların en unutulmazı, filme adını veren elektrikli testeresi ve ceşitli kurbanların yuz derilerinden yapılmış korkunc maskesiy*le Leatherface - Derisurat’tır (hayatının rolundeki Gunnar Hansen). Kızın parmağındaki kanı em*mek icin bile dudaklarını zor acabilen yaşlı, vampirimsi aile reisine tatlı olarak su*nulduğu unutulmaz akşam yemeğinden sonra, Sally Hardesty (Marilyn Burns) ki hala hayatta olan tek genctir, ikinci kattaki bir pencereden atlayarak bu dehşet odasın*dan kacmayı başarır. Geceleyin ormanda, bitmek tuken*mek bilmeyen bir kovalamacadan sonra, Derisurat’ın (na*sılsa yakıtı hic bitmeyen) elektrikli testeresinin sırtına değ*mesine gercekten de ramak kalmışken, Sally sonunda ya*kındaki bir kamyonetin arkasına atlamayı başarır ve Derisurat gunun ilk ışıkları altında testeresini adeta dans eder şekilde kızgın bir bicimde sallarken oradan uzaklaşır.
Eleştirmen Rex Reed, acımasız hızı ve yarı belgesel uslubu olan bu yoğun filmi izledikten sonra, filmi şimdiye kadar yapılmış ‘en korkunc’ film ilan etti.Film gercektende 1999 yılında BBC tarafından yapılan dunya capındaki bir araştırmayla tum zamanların en korkunc filmi secilmişti. Gosterime girme*sinden kısa bir sure sonra Modern Sanatlar Muzesi, sabit koleksiyonu icin filmin bir kopyasını satın aldı ve Cannes’da “Yonetmenlerin Haftası” bolumunde dereceye girdi. Filmi goklere cıkartan ovguler yağmaya devam etti; prestijli Londra Film Festivali filmi, 1974′te “Yılın En Dik*kat Ceken Filmi” sececek kadar ileri gitti. Nihayetinde yal*nızca Amerika’da 31 milyon dolara ulaşan dev bir hasılat ve mantar gibi tureyen uc devam filmiyle (artı bir yeniden yapım), Hooper’ın aşkla yaptığı bu kacık film, uzunca bir sure sinema tarihinin en kÂrlı bağımsız filmi olarak yerini korudu.
BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ ?
- Filmde canlandırdığı karakter Leatherface tarafından ormanda kovalanan Marilyn Burns’un vucudu ağac dallarından cok kotu şekilde cizildi ve bu sahnede vucudu ve kıyafeti uzerinde gorulen kanlar gercekti.
- Canlandırdığı karakter bir et kancasına asılan aktor, gercekte bacaklarının arasından gecirilen ve canının cok yanmasına neden olan naylon bir iple kaldırıldı.
- Filmin sonlarına doğru Leatherface’in kızın parmağını kestiği yemek sahnesinde, bıcağın arkasına yerleştirilmiş tupun icindeki sahte kan boşaltılamadığından dolayı Leatherface kızın parmağını gercekten kesmek zorunda kaldı.
- Yonetmen Tobe Hooper, Leatherface karakterini 1957 yılında tutuklanan seri katil Ed Gein’den esinlenerek yarattı.
- Yonetmen Tobe Hooper, bu film fikrinin kalabalık bir mağazanın hırdavat bolumunde dolaşırken aklına geldiğini, mağazadaki kalabalıktan kurtulup dışarı cıkmanın yolunu ararken zincir testereleri fark ettiğini iddia eder.
- Film o kadar korkunctur ki, ilk gosterime girdiğinde izleyiciler salonu terk eder.
- “Granpaw” karakterini 18 yaşındaki John Dugan canlandırdı.
- Leatherface’in kullandığı testere uzerindeki marka, her hangi bir yasal muameleye maruz kalmamak icin yapışkan bant ile kapatıldı.
- Filmin finansmanı, yapım şirketinin daha once cektiği Deep Throat / Derin Gırtlak filminden elde edilen gelirle karşılandı.
- Filmin başlangıcta “Headcheese” olan adı, son anda değiştirildi.
- Filmin ikinci yarısında Sawyer ailesinin evi olarak kullanılan evde gercekten bir aile yaşıyordu. Ev sahipleri evlerini film ekibine kiraladı, ancak butun cekim suresince evde yaşamaya devam etti.
- Filmin sonunda gorduğumuz evdeki İnsan İskeleti gercek bir iskeletti. Plastik iskeletler gerceğinden daha pahalı olduğu icin, film ekibi Hindistan’dan getirtilen gercek bir iskelet kullanmayı tercih etti.

***** TESTERE *****
Senaryo: James Wan, Leigh Whannell
Yapım: 2004 ABD , Sure:103 Dakika
Oyuncular: Leigh Whannell, Cary Elwes, Danny Glover, Ken Leung, Tobin Bell
Bu oldukca etkileyici korku filmini izlerken ilk kareden kan ve vahşet dolu son kareye kadar koltuğunuzun ucunda hop oturup hop kalkacaksınız. Karanlık ve boğucu bir atmosferin hakim olduğu film kan ve vahşet goruntuleri acısından bir hayli zengin. Yonetmen, ozellikle de filmin tamamlanması icin kendilerine tanınan surenin kısalığı goz onune alındığında, gercekten cok iyi iş cıkarmış. Korku oğelerinin gencler etrafında donduğu ortalama Amerikan genclik filmlerinden fazlasını arayanlar, kan ve vahşet dolu bu filmi kacırmamalı.
Kurbanlarına hayatın anlamını oğretme takıntısı olan sadist ruhlu bir seri katil, kurbanlarını başına buyruk ve hayatlarının değerini bilmeyen kişilerden secer. Kendilerini korkunc bir oyunun icinde bulan kurbanlar hayatta kalabilmek icin imkansız secimler yapmak zorunda bırakılır. Yaşamak icin ya savaşacaklar ya da oleceklerdir..
“Saw / Testere” serisini, son donemde izlediğim bir kac iyi korku filmi arasında sayabilirim. Bana gore,Seven / Yedi ve The Silence of the Lambs / Kuzuların Sessizliği arasında yer alabilecek bu seride, gunun birinde kendilerini kohne bir tuvalette bulan, ancak oraya nasıl ve neden geldikleri hakkında en ufak fikri olmayan iki adamın hikayesi anlatılır. Bu iki adam, hafızalarındaki bilgi kırıntılarını birleştirerek başlarına ne geldiğini hatırlamaya calışırken, kod adı Jigsaw (testere) olan bir seri katil tarafından tehdit edilip sayısız akıl oyununa maruz bırakılır. Hic şuphesiz bu, insanlara hayatın anlamını oğretmek gibi bir takıntıya sahip seri katilimiz Jigsaw’un maceralarının anlatıldığı serinin başlangıcıdır.
Ozet: Adam (Leigh Whannell) ve Larry (Cary Elwes) gozlerini pis ve kohne bir tuvalette acar. İkili yavaş yavaş kendine gelirken işler daha da kotuye gider. İki adamın arasında yerde bir ceset uzanmakta ve iki adam odanın karşı tarafındaki buyuk borulara zincirle bağlanmış durumdadır. Kahramanlarımız kendileri icin verilen gizli mesajı fark ettiğinde bir catlağın kendileriyle hastalıklı bir oyun oynadığını anlamakta gecikmez. Oyunu kazanıp eski yaşamlarına donebilecekler midir? Zaman zaman bana kişisel goruşlerimi belirtme fırsatı tanınıyor ve işte başlıyoruz.
Akademi Odullerine neden prim vermediğimi merak edenler icin Saw yeterli bir kanıt. Bana gore, Saw , 2005 yılında En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu (Elwes), En İyi Yonetmen, En İyi Senaryo, En İyi Sinematografi, En İyi Sanat Yonetmeni, En İyi Makyaj ve En İyi Muzik - Orijinal Beste (Fear Factory “Bite the Hand that Bleeds”) olmak uzere sekiz dalda Oskara aday gosterilmeli. Bu odullerin sekizini de almalı demiyorum, ama en azından adil bir paylaşım olmalı. Konu kaliteli filmlere gelince doğru olmayan bir şeyi ciddiye almak benim icin cok zor. Ama bu, Akademi Odullerinin ya da profesyonel eleştirmenlerin ve sinema konusunda aydın gecinenlerin kategori dışı urunlere karşı daha once hic soz edilmemiş genel onyargısı gibi bir şey değil.
James Wan ve Whannell (aynı zamanda erkek oyuncu olarak cifte gorev ustlenmiştir) bir puzzle gibi ic ice gecen ve sizi tıpkı Seven / Yedi ‘deki seri katil - polis mucadelesini işleyen The Cube / Kup serisi gibi kuşatan bir hikaye kaleme almış. Birbiriyle bağlantılı olan olaylar tıpkı tum hamleleri onceden ayarlanmış bir satranc gibi birer birer acığa cıkar. Wan ve Whannell filmde belirsizliğin yarattığı gerilimin dozunu kademeli olarak artırmayı başarmıştır.
Aynı zamanda filmin yonetmenliğini de ustlenen Wan, film boyunca inanılmaz derecede sinir bozucu ve karanlık bir atmosfer yaratmış ki bunda en az senaryo kadar yaratıcı olan Julie Berghoff’un yapım tasarımının payı buyuk. Filmin orijinalliğini sağlayan en onemli ozelliği, kotu adam tarafından akıllıca hazırlanan karmaşık ve olumcul tuzaklardır. Berghoff’un bu kurgulara ilişkin tasarımı hikayenin karmaşıklığı ve filmin genel atmosferi ile mukemmel ortuşur. Seyirci korkudan sinmiş halde kendini kurgunun ve de maceranın icindeymiş gibi hisseder. Filmin sinematografisi fazlasıyla yaratıcıdır; aslında film boyunca bir cok ipucu verilir izleyiciye, ancak bu ipucları oylesine ince zeka urunudur ki izleyici tarafından kolay fark edilemez. Ayrıca, filmde ileri sinema teknikleri dengeli şekilde kullanılmıştır; orneğin arabayla kovalamaca sahnesinde değişik film hızı kullanılmıştır.
Filmin buyuk bolumu kendilerini pis bir odada bulan iki karakter uzerine odaklanmaktadır; kahramanlarımız Elwes ve Whannel olağanustu performans sergileyerek caresizlik, umit, hayal kırıklığı, intikam arzusu, ofke ve dibine kadar umutsuzluk gibi her turlu duyguyu yansıtmak durumundadır. Başta Elwes olmak uzere oyuncuların her ikisi de muhteşem. Dedektif David Trapp rolunde izlediğimiz Danny Glover, tipik maco polisten takıntılı, hatta belki de filmdeki kotu adam kadar takıntılı bir serseriye donuşumu sırasında oldukca etkileyici.
Filmdeki kotu adamın cinayetleri işleyiş şekli ve motivasyonu (ki filmin temasını oluşturur) izleyicinin merakını uyandıracak derecede silik ve geri plandadır. Kurbanlar genellikle ahlaki acıdan zayıf, hatta kurban olarak secilmeleri kendi yararına olabilecek yapıda kişilerdir. Gerekli zeka ve beceriye sahip oldukları takdirde icinde bulundukları zor durumdan kurtulma şansları olacaktır. En azından katil, kurbanlarına sıkı bir ders vererek onların daha iyi hayatlar surmesini sağlamak istemektedir.
Cube / Kup ve Seven / Yedi ile kıyaslandığında şu bir gercek ki Saw korkak mizaclılara (daha da kanlı olabilecekken olmadığı halde) ya da iyi ile kotu hakkında net mesajlar almak veya mutlu son gormek isteyenlere gore bir film değil. 2004 yılının en iyilerinden biri olan bu filmi mutlaka izlemelisiniz.
BUNLARI BİLİYORMUSUNUZ?
- MPAA filmin ratingini, genel atmosferinden dolayı NC-17 olarak belirledi, fakat daha sonra yonetmen James Wan filmin R rating alabilmesini sağlamak amacıyla bazı bolumleri cıkarmak zorunda kaldı..
- Wan ve Whannell’in Hollywood produktorlerine sunduğu demo DVD’deki ayı tuzağı, ikilinin endustri tasarımcısı arkadaşları tarafından yapıldı. Bu kişi, tuzağın paslanmasını sağlamak icin mekanizmayı tuzlu suya koyarak kendi evinin catısında bir hafta bekletti. Demo kayıtlarında oynayan Whannell, bu tuzağı tamamen paslı halde ağzına soktu. Ancak filmde Amanda’nın yakalandığı tuzağa boya ile paslı gorunum verildi.
- Saw / Testere filminin cekimleri 18 gun surdu.
- Ana cekimler depodan bozma bir mekanda gercekleştirildi. Banyo seti sıfırdan inşa edilirken diğer mekanlar mevcut halleriyle yeniden dekore edildi.
- Film, Toronto Film Festivalinin kapanış filmi olarak gosterildi.
- Film başlangıcta doğrudan video amaclı cekildi, ancak gelen olumlu eleştiriler uzerine promiyer gosterime hak kazandı.
- Yonetmen buyuk bir kumar oynayarak her hangi bir ucret almadı, sadece kardan yuzde istedi.
- Filmde İtalyan korku sinemasının unlu yonetmenlerinden Dario Argento’nun Profondo Rosso / Derin Kırmızı filmine cok sayıda gonderme yapılmıştır. Kendisi gorunmeyen katilin siyah eldivenleri Argento’nun neredeyse tum filmlerinde kullandığı ve artık onun simgesi haline gelmiş unsurlardır.
- Filmin R rating değeri verilen versiyonunda, yonetmen James Wan ve senaryo yazarı / oyuncu Leigh Whannell tarafından bazı sahneler cıkarılmıştır; bunlar arasında Amanda’nın bağırsakları deştiği ve şişman adamın dikenli telden kurtulmaya cabaladığı sahneler ile bazı adli sahneler yer alır. Renk uzerinde duzenleme yapılmış, hatta MPAA filmin Sundance’daki gosteriminde muziğin tonundan rahatsızlık duyduğu icin filmin muziği de değiştirilmiştir.
- James Wan ve Leigh Whannell senaryoyu yazarak menajerlerine gonderir. Daha sonra menajer senaryoyu Los Angeles’daki bir ajansa gonderir. Ajans senaryoyu okuduktan sonra Wan ve Whannell’i goruşmeye cağırır ve kendilerini senaryodan kısa film şeklinde bir sahne cekmeleri icin teşvik eder ve studyoda işe başlanır.
*** HALLOWEEN ***
Yonetmen: John Carpenter
Senaryo: John Carpenter, Debra Hill
Yapım:1978 ABD , Sure:91 Dakika
Oyuncular: Donald Pleasence, Jamie Lee Curtis, Nancy Kyes, Brian Andrews, Tony Moran
Altı yaşındaki Michael Myers 1963 yılı Cadılar Bayramı gecesinde ablasını oldurur. Ardından, Doktor Loomis tarafından kontrol altında tutulacağı bir akıl hastanesine kapatılır. Daha sonra, 1978 yılında hastaneden kacar ve Cadılar Bayramı gecesinde ablasını oldurduğu ve bir bebek bakıcısı ve onun arkadaşlarına zarar vereceği kasabaya geri doner. 1978 Cadılar Bayramı gecesi O eve doner.
Halloween (Cadılar Bayramı) icin William Shatner’a teşekkur edebilirsiniz. Kotuluğun diğer adı olan Michael Myers’ın Cadılar Bayramının golgesinde yuzune taktığı sprey boyayla beyaza boyanmış ve kenarlarından saclar fırlayan maske onun yuzudur. Her zaman var olan bir doğaustu gucun izlerini taşıyan Michael her zaman golgelerin ardına saklanır.
Ve, korku filmlerinin atasının diğerlerinin yapamadığını yaptığı şey budur – her şey korkunun acığa cıkmasında değil bir gerilimde yatar. Michael Myers, Halloween (Cadılar Bayramı) filminde, etraftan gecen masum insanları avlayan en eski korku olarak yer alır. Ayrıca, sinemalarda ilk gosteriminden bu yana yıllar boyu yanlış bir duşunceyle kanlı bir film olarak nitelendirilse de, başta bircok devam filmi ve taklitleri goz onunde bulundurulursa, bu filmde hic kan gorunmemektedir. Bu film kan veya bağırsak yerine gercek korkuya odaklanmıştır. Kendi neslinin Psycho (Sapık) filmidir ve gercek anlamda bircok kez Hitchcock’a olan saygısını gostermektedir.
Tum taklitleri ve devam filmleri bunu gozden kacırmıştır. Yıllar boyu, Halloween (Cadılar Bayramı) ağır ağır ama kesinlikle olması gerekenden daha az saygı gormuştur cunku taklitleri bu filmin orijinal fikirlerini o kadar cok kullanmıştır ki, sonunda hepsi birden klişelere donuşmuştur. Bugunun standartlarında Halloween (Cadılar Bayramı) uysal ve sıkıcı gozukebilir ama 1978 yılında kesinlikle ortalama veya tipik bir film olmadığını anlamak zorundasınız.
Klişelere rağmen, bu filmi ortalama olarak kabul edemem cunku John Carpenter kendine avantaj sağlayacak şekilde kameranın nasıl kullanılması gerektiğini gercekten biliyor. Burada onemli olan ustalıktır – oyle ki Michael Myers’ın şahsen gorunduğu ilk sahne ablasını soğukkanlılıkla oldurduğu sahnedir. Ama ebeveynleri onu acığa cıkardıktan sonra onun perspektifini bir daha hic goremiyoruz. Bazen gorduğumuzu sanıyoruz ama sonra Michael’ın profili kamerada * ya da kameradan cok uzakta goruluyor. (Gerci film TV icin sansurlendikten ve Michael Myers standart format nedeniyle her zaman ekranda gozukemediğinden, bu ozelliği de mahvolmuştu.)
Kamera ayrıca bir ucuncu kişinin urkutucu varlığını da gosteriyor — Michael elbise dolabında Laurie’ye saldırırken, siz de kendinizi onunla birlikte iceride hissediyorsunuz. Yardım icin sokaklarda koşarken Carpenter hareketli kamerayla cekim yapıyor ve kendimizi onunla birlikte koşar gibi hissetmemizi sağlayan bir etki yaratıyor. Michael calıntı otomobille Haddonfield sokaklarında dolanırken, biz de arka koltukta onunla birlikte gidiyoruz. Her zaman karakterlerle ic iceyiz; ki bu Carpenter’ın kullandığı son derece usta ve etkili bir tekniktir ve filmi, diğer kanlı filmlerden ayıran bir ozelliktir. Sanki biz de filmde adı gecmeyen bir karakter haline geliyoruz. Bu teknik filmi neredeyse maceralı bir seruvene donuşturuyor.
Film, 1963 yılı Cadılar Bayramı gecesinde, Haddonfield, İllinois’de acılıyor. Judith Myers adında bir genc kız, 6 yaşındaki kardeşi Michael tarafında oldurulmuştur. Dr. Sam Loomis 1963 yılında doğumundan bu yana Michael’ın dosyasını takip etmektedir. Sekiz yıl boyunca cocuğa ulaşmaya, onunla bağlantı kurmaya calışmıştır. (”Oysa on beş yıldır tek kelime etmemiştir.”) Loomis, cocuğun soğuk gozlerinin ardında yatanın saf kotuluk olduğunun farkına vardıktan sonra Michael’ın sonsuza kadar kilit altında tutulması icin yedi yıl daha calışmıştır. Ama şimdi, Michael, duruşma icin mahkemeye goturuleceği gunun gecesinde kapatıldığı yerden kacar ve Loomis onun nereye gittiğini bilmektedir: Haddonfield..
Michael gercekten de Haddonfield’e geri doner ve Cadılar Bayramı gecesinde iki cocuğa bakıcılık yapmakta olan masum bir liseli kız olan Laurie Strode’un peşine duşer. Bu esnada, Dr. Sam Loomis kasabada dolaşarak Michael’ı aramakta ve eğlenceli ve klişe repliklerini soylemektedir: “Bu sizin cenazeniz!”, “O eve dondu” ve “Şeytan bu kucuk kasabanıza geldi, Şerif.”
Filmle ilgili bircok onemli noktadan biri de Michael’ın ima edilen doğaustu gucudur. Bugunlerde korku sahnelerinde doğaustu guclere sahip kotu adamları gostermek artık yaygın olsa da, o zamanlar bir caninin daha once de yaşamış doğaustu guclere sahip bir cılgında vucut bulması daha once yapılmış bir şey değildi – Psycho (Sapık)’ta bile. Michael, nereye saklanacağını, kadın (veya erkek) kahramanımızın nereye saklanacağını, golgelerin arasına nasıl gizleneceğini ve her zaman herkesten bir adım onde olmayı her zaman bilen bir canidir. Bir calının onunde kendini gosterebilir ve hemen arkasından sonsuza kadar kaybolabilir. Karakterin doğaustu urkutuculuğu, Rutger Hauer’in sebepsiz yere bir delikanlıyı avlamaya calışan katil ruhlu bir otostopcuyu oynadığı 1986 yapımı korku filmi The Hitcher (Otostopcu)’da da kopyalanmıştı. Hauer, doğaustu bir karakteri canlandırıyordu ama film herhangi bir his uyandırmıyordu ve biri olumlu ve diğeri olumsuz iki duşman arasında gidip geliyordu. Ayrıca, Hauer’in oldurmekten aldığı keyfin bir amacı olduğu da ima ediliyordu ama bunun uzerine hic gidilmemişti.
Halloween (Cadılar Bayramı) daha akıllı bir filmdir. Myers’ın oldurmek icin bir nedeni yoktur. Ayrıca, Michael’i surekli perdede gostermek yerine ağır ağır ve parca parca ortaya cıkarıyordu. Once omuzlar. Sonra kafasının arkası. Sonra uzaktan yuzu. Sonra daha yakından. Ama o hicbir zaman gunduzleri veya kameranın tam onunde dolaşmıyordu cunku bu, filmin urkutuculuğunu tamamen yok edebilirdi. Myers’ın filmin sonlarına doğru karanlıkta gorunduğu ve en nihayetinde cok kısa bir sure maskesini cıkardığı zaman bile onu gercekten gorduğumuz hissine kapılmıyoruz. O hala karanlık bir figur.
Tum devam filmleri ve taklitleri, olayların dizisini yerle bir etti. Gecmişe donduğumuzde, Halloween (Cadılar Bayramı) onceden kestirilebilir olaylar iceriyor. Ama yine de gişe hasılatına yonelik tum vahşet filmlerinde olmayan usta işi bir psikolojik gerilime sahip. Bu film, genclerin doğrandığı vahşet filmlerinin atasıdır ve her zaman oyle kalacaktır. Ve bunun, istenmeyen filmler geleneğini başlatmış olması gerceğini ardınızda bıraktıktan sonra, Halloween (Cadılar Bayramı) filminde gozle gorulenden cok daha fazlası olduğunu fark edeceksiniz. Bu, şoyle ifade etmek gerekirse, hepsinin otesinde bir film.
BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ ?
- Donald Pleasence’ın oynadığı Sam Loomis aynı zamanda Sapık filminde bir karakterin adı.
- Film ilkbaharda cekildiğinden, ekip bir dekoratorden kağıt yapraklar satın alarak, bunları sonbahar renklerine boyamak ve sonra film cekimi yapılan mekanlara dağıtmak zorunda kalmıştı. Paradan tasarruf etmek icin, bir sahne cekildikten sonra yapraklar toplanıp tekrar kullanılmıştı.
- Yetersiz butce nedeniyle sahne ekibi kostum mağazasında buldukları en ucuz maskeyi kullanmak zorunda kalmıştı: “The Devil’s Rain” (Şeytanın Yağmuru) filminden bir William Shatner maskesi. Daha sonra yuz kısmını sprey boyayla beyaza boyamış, sacları dağıtmış ve goz deliklerini tekrar bicimlendirmişlerdi.
- Halloween (Cadılar Bayramı) 1978 ilkbaharında 21 gunde cekilmişti. 300.000 Dolarlık butcesiyle, o zamanlar yapılan en yuksek brut getiren bağımsız film olmuştur.
- Laurie Strode karakteri, adını John Carpenter’ın ilk kız arkadaşından almıştı.
- Laurie’nin yatak odasında James Ensor’un bir tablosunun posteri asılıydı. Ensor, grotesk maskeler takan insanları resmeden Belcikalı ekspresyonist bir ressamdı.
- Kostum departmanına ayıracak para olmadığından tum aktorler kendi kıyafetlerini giymişti. Jamie Lee Curtis, Laurie Strode’un gardırobu icin J.C. Penney’e gitmişti. Tum kıyafetler icin yuz dolardan daha az para harcamıştı.
- Acılış sahnesi, tek, devamlı ve bakış acısı cekimi gibi gorunse de aslında uc kez kurgulanmıştı. İlki, maskenin takıldığı, ikincisi ve ucuncusu cinayetin işlenmesinden sonra figurun odayı terk ettiği sahnelerdi ve bu, bakış acısının daha hızlı hareket etmesini sağlamak icin yapılmıştı.
- Carpenter, Sam Loomis rolu icin Peter Cushing ve Christopher Lee’ye başvursa da, her ikisi de onu reddetti.
- Anne Lockhart, John Carpenter’ın Laurie Strode rolu icin duşunduğu ilk isimdi.
- Lindsey TV izlerken, şu ses duyulur: “Kapılarınızı kapatın, pencerelerinizi kilitleyin…”; bu John Carpenter’ın The Fog (Sis) filminin tanıtım metniydi.
- Michael Myers’ın gobek adı Audrey’di.
***** CİNNET *****
Yonetmen: Stanley Kubrick
Senaryo: Stephen King (roman), Stanley Kubrick
Yapım: 1980 ABD Sure: 146 Dakika
Oyuncular:Jack Nicholson, Shelley Duvall, Danny Lloyd
Sıra dışı yonetmen Stanley Kubrick’in bir korku filmi cekeceğini duyanlar esasında pek şaşırmamışlardı. Zira korku turune sokulamasalar da yonetmenin onceki filmlerinin, korku filminden aşağı kalır yanı yoktu. Ama bu filmin, bir Stephen King uyarlaması olacağını oğrendiklerinde ağızları bir karış acık kalmıştı. Kubrick tum filmlerini yenilikci, devrimci bir yapıda ceken, cok populer olmayan edebiyat eserlerini kendi tarzına gore rahatca şekillendiren bir sanat adamıydı. The Shining bestseller olmuş bir kitap, yazarı ise cok satan her kitabın yazarına yapılan ‘Kitap bestseller ise yazarı sanatsal değildir’’ gibi yorumlarla paketlenmiş bir etiketle damgalanmış bir korku yazarıydı. Neresinden bakarsanız bakın Kubrick’in bir King uyarlaması yapacak olması insanları şaşırtıyordu.
Stanley Kubrick ilerde bu durumu ‘Bana gonderilenler arasında en iyisi oydu,’ diye acıklayacaktı. Ne var ki, bu cumle kitabı beğendiği anlamına gelmiyordu.
Kubrick ona gelen senaryoları beğenirse adeta yeniden yazardı. Değişikliklerin, eklemelerin sonu gelmezdi. Şişkin egosuyla tanınan yonetmen filmleştireceği senaryoyu kendi malı haline getirmeli, onu kendine ait kılmalıydı. Şu şartlarda The Shining’in de sonu farklı olmadı. Hem bu sefer durum cok daha vahimdi. Acil mudahale gerekiyordu. Eser coktan kendi başına bir kimlik kazanmıştı. Sevilmişti. Her şeyden onemlisi, hikayesi oylesine tesirliydi ki, ortaya yonetmen faktorunu on planda tutacak bir film cıkarmak bir hayli zor olacaktı. Yine de hikayede, Kubrick’in şiddet ve aile ici catışma gondermelerine cok uygun bir alt metin vardı. Kubrick bu fırsatı tepemezdi.
Film muthiş bir acılışla başlıyor. Sonbaharın ilk gunlerinde Colorado’nun ucsuz bucaksız dağlarına, ovalarına dalıp gidiyor gozlerimiz. Zamanına gore mukemmel diyebileceğimiz (kadraja yansıyan helikopter golgesini boş verirsek) yuksekten cekim izleyici iyimser sulara sokuyor. Lakin ekranda Stanley Kubrick ismini gormemizle ve hemen ardından kulağımızı dolduran urpertici muzikle bu hava dağılıyor ve izleyici ‘Bir korku filmi izleyeceğim’ diye kendine telkinde bulunmak durumunda kalıyor. ‘Ustelik Stanley Kubrick imzalı bir korku filmi izleyeceğim!’
İlk bolum bize ‘Goruşme’ adıyla sunuluyor. Jack Torrance, otel yoneticisiyle son goruşmesini yapıyor. Otel hakkında bilgiler alıyor, kendisinin ve ailesinin beş aylık bir sure boyunca Overlook Otelinde hicbir sorun cıkmadan kalabileceklerine dair teminatlar veriyor. Yonetici uygun zemini sağladıktan sonra, Overloook’un bir onceki bekcisinin eşini ve iki kız cocuğunu baltayla parcalayışını ve kendisini olduruşunu anlatıyor. Jack ve ailesinin burada uzun bir sure kapalı kalmaları konusunda hala tedirginliği var. Torrance bir iki tuhaf mimiğin ardından burada kalacağı beş aylık surenin kendisi icin bulunmaz bir fırsat olduğunu, bu sure icinde uzerinde calıştığı bir edebi eseri yazacağını soyleyerek son noktayı koyuyor.
İkinci bolum siyah fonda beliren ‘1 Ay Sonra’ yazısıyla başlıyor. Bundan sonraki bolumlerde Kubrick; ayları haftalara, haftaları gunlere, gunleri saatlere cevirerek gerilimi tırmandırmada farklı bir teknik kullanıyor ve doğrusunu isterseniz bu konuda cok da başarılı oluyor.
Bir ay sonrasında Colorado’da kış baş gostermiş, hava soğumuş, kar başlamıştır. Bu donem Torrance ailesi icin kritik bir onem taşımaktadır. Zira bundan sonraki gunlerde Overlook’tan ayrılmak hem hava şartları yuzunden, hem gun gectikce guclenen otelin ceşitli tuzakları yuzunden, hem de (en cok) deliliğin yolunda hızla ilerleyen Jack’in yuzunden neredeyse imkansızlaşacaktır. Overlook’un ıssız koridorlarında ‘Sonsuza dek, sonsuza dek!’ diye fısıldayarak dolaşan iki kucuk kız da cok iyi bilmektedirler ki, yakın zamanda buradan kimse ayrılmayacaktır.
Jack Torrance daktilosunun başında eserini yazmaya calışırken, eşinin son zamanlardaki ani tepkilerinden endişelenmeye başlayan Wendy, sinir bozucu yuz ifadesiyle ortalarda dolaşmaktadır. Ailenin telepatik gucleri olan oğlu Danny ise zamanını daha cok, otelin geniş koridorlarında bisiklet surmekle gecirir. Zaman zaman ona gelecekten bir şeyler gosteren parmak arkadaşı Tony ile konuşmakta ve otelde gorduğu korkunc goruntulerin, kitaplardaki resimler gibi zararsız olduğunu duşunmeye calışmaktadır. Danny’nin bisiklet surduğu sahnelerde Kubrick’in yoktan var ettiği gerilim, filmin en akılda kalıcı yanlarından biri olmakla kalmamış, ayrıca dunya sinemasının Steadicam ile tanışmasını sağlamıştır.
Kış artık iyice bastırmış, Torrance’ları adeta Overlook’a hapsetmiştir. Wendy ve Jack arasındaki tartışmalar sıklaşmış, hatta tartışmalar kavgalara donuşmeye başlamıştır. Danny surekli, merdivenlerden suzulerek oteli bir kan golune ceviren litrelerce kan ve yatak odasının duvarlarından eksik olmayan Redrum (tersten okuyunuz) yazısını gormektedir. Guclenen otelin hayaletleri gun yuzune cıkmaya başlamış ve zaten alkol bağımlısı olan Jack’e sundukları sınırsız alkolun de yardımıyla Jack’i tamamen etkileri altına almışlardır. Ondan ailesine iyi bir ders vermesini istemektedirler. Sert bir ders! Artık olaylar onulmaz noktaya varmıştır.
1980 yılında vizyona giren The Shining sinema dunyasında bir şok etkisi yaratmış, taraflı tarafsız neredeyse herkes Kubrick dehasının onunde saygıyla eğilmişlerdir. Filmi beğenmeyenler arasında başı ceken kişi ise romanın yazarı Stephen King olmuş, yazar filmi izledikten hemen sonra ‘Benim Shining’ime ne yapmışlar!” diyerek şaşkınlığını ve uzuntusunu dile getirmiştir. Sonrasında King ve Kubrick arasında uzun yıllar suren bir soz duellosu başlamıştır. Kubrick’in vefatından sonra King hala beğenmiyor olsa da filmin başarısını kabul etmiş ve Kubrick hakkında konuşmama kararı almıştır.
- Romandaki hayvan şeklinde budanmış saldırgan şimşirlerin yerini filmde yine şimşirlerden yapılmış devasa bir labirent almıştır. Filmin son bolumleri bu labirentin icinde gecmiş, Kubrick’in yine Steadicamı kullanarak cektiği sahneler cok başarılı bulunmuştur. Kimi kesim ise, romanda hayvan şeklindeki şimşirlerle sağlanan gerilimi daha on planda tutmaktadır. Ozellikle, yıllar sonra Mick Garris’in cektiği The Shining’in Tv filminin, hayvan şeklindeki şimşirleri kullanarak yapaylığa duşmeden oluşturduğu gerilimden sonra bu duşunce yaygınlaşmıştır.
- Romanda Jack Torrance’ın alkol bağımlılığı, başarıyı bir turlu yakalayamayan bir yazar oluşu ve babası da dahil cevresince aşağılanmış olmasını kullanarak Jack’e onemli biriymişcesine bir yapıda yaklaşan ve onu oğluyla kıyaslayıp Jack’i fiştekleyen olu otel calışanları Jack’in cıldırmasındaki ana sebepler olarak gosterilmiş, cılgınlığına daha psikolojik bir acıklama getirilmiştir. Filmde ise Jack’in cıldırışı aşama aşama ilerlemek yerine onun hep icindeymişcesine işleniyor. Sebep olarak, Jack’in şiddete doğasından gelen bir meyilliliği oluşu gosteriliyor. Stephen King’in romanında otobiyografik bir yaklaşımda şekillendirdiği izleyicisinin duygularını somurebilen bir karakter iken, bu karakter filmde Kubrick’in Jack’i oluveriyor ve şiddet anlayışı A Clockwork Orange’ın Alex’inden cok da farklı olmayan bir Jack Torrance karşımıza cıkıyor.
- King’in romanındaki guclu ve her şeye mudahale edebilen Wendy, Kubrick’in filminde tabiri caizse sumsuk bir kadına donuşuyor. Dokunsanız ağlayacak gibi duran Shelley Duvall’ın bu hali kimilerince sette Kubrick’in oyuncuya surekli telkinlerde bulunmasından, oyuncusuyla sert tartışmalara girip onun icine kapanmasına neden olmasından ve sahneleri tekrar tekrar cektirip oyuncuyu bezdirmesinden kaynaklandığı ileri suruyor. Ozel gucleri olan Danny ise kitaptaki, buyumuş de kuculmuş sevimli cocuk, hallerinin tam zıttı soğuk, pek fazla konuşmayan bir cocuk olarak tanıtılıyor. Sahip olduğu guclerin de uzerinde cok durulmuyor zaten. Bu gucler alelade şeylermişcesine yeterince onemsenmiyor. Boyle olunca ne Danny’nin geleceğe yonelik verdiği haberlerde, ne de Hallorann’la telepatik sohbetlerinde kitapta oluşturulan etkileyicilik filme yansıtılamıyor.
- Kitapta Jack Torrance ailesine kriket sopasıyla saldırırken, Kubrick filmde baltayı tercih ederek akıllıca bir secim yapıyor. Bu konulardaki değişiklikler King’in kaderinde olsa gerek! Yazar neyi tercih etse yonetmen tam tersini kullanıyor. Hatırlanacağı uzere bir başka King uyarlaması olan Misery’de de yonetmen Rob Reiner, romandan farklı olarak balta yerine balyozu tercih etmiş ve filmin en etkileyici sahnesini hafifletmekle suclanmıştı.
- Filmle kitap arasındaki en buyuk farklardan birisi de Danny’nin hayali arkadaşı Tony konusundaydı. Romanda Tony, Danny’nin oyuncaklarından birinin ismiydi. Hayalinde Tony’nin somut bir suratı oluyordu, onunla karşılıklı konuşabiliyorlardı. Filmde ise Tony, Danny’nin sesini değiştirip konuşturduğu parmağı oluyor. Romanda hikayeye buyuk oranda etki eden Tony bir acıklama yapılmaksızın ortadan kaybediliyor, okuyucunun kafasında cevapsız bir soru olarak kalıyordu. King’in romanının belki de en zayıf noktası olan Tony meselesini Kubrick daha gercekci bir şekilde ele alarak en azından bu konuyu muallakta bırakmıyordu.
Birkac Efsane…
Filmin kendisi kadar set efsaneleri de meşhurdur. Tabii bunların bircoğu Kubrick’le ilgili.
- Soylenenlere gore, Aşcı Hallorann’ın Jack Nicholson tarafından oldurulduğu sahne tam 70 defa cekilmiş. En sonunda siyahi aktor sinir krizi gecirerek “What do you want Mr. Kubrick” diye bağırarak ağlamaya başlamış.
- Stanley Kubrick sonsuz tekrarlarla oyuncularına eziyet ederken mukemmeliyetciliğiyle ekibine de cile cektirir. The Shining’de kocasının yazdığı romanın aslında aynı cumlenin tekrarlarından oluştuğunu fark eden Duvall’ın eline alıp etrafa sactığı kağıtları tek tek daktiloda yazdırmıştır. Daha da otesi filmin diğer ulkelerde gosterime girecek versiyonları icin de farklı dillerde yığınla kağıt hazırlatmıştır… (empire)
Birkac Not…
- ”Johnny Geldi” cığlığı ozellikle İngiliz dilinin hakim olduğu ulkelerde en bilinen pop kultur referanslarındandır. Amerika’da neredeyse herkes bu lafın ne manaya geldiğini biliyor. Cunku 1962′den 1992′ye kadar yayınlanan “The Tonight Show”daki cığırtkan, sunucunun adını boyle haykırırmış. (empire)
-Jack Nicholson’ın filmde kullandığı versiyona ise bir cok filmde referans verildi. En yakını Seed of Chucky. Katil bebek kırdığı kapıdan kafasını sokuyor ve Nicholson’vari bir bakış takınarak “Vallahi şimdi ne desem boş” diyor. (empire)
- Filmin ana oyuncularının on isimleriyle canlandırdıkları karakterlerin isimlerin aynı olması da ilginc bir nottur. Jack Nicholsun, Jack Torrance’ı; Danny Lloyd ise Danny Torrance’ı canlandırmıştır. Kim bilir belki de o donemlerde, ilk olarak Peter Pan’da kullanılmış uydurma bir isim olan Wendy adında ortalama bir oyuncu olsaydı Shelley Duvall’ın rolu de ona giderdi.
Stephen King ve Stanley Kubrick arasındaki soz duellosuyla, set efsaneleriyle, Jack Nicholson’ın inanılmaz performansıyla ve hepsinden cok tuyler urpertici hikayesiyle, usta yonetmen Stanley Kubrick’in kultleşmiş filmi hakkındaki spekulasyonlar sonsuza dek surecek gibi gorunuyor. Tıpkı filmin, korku sinemasının altın tahtındaki sarsılmaz yerinin varlığı gibi…
Soner Yıldırım - Korkulukk

*** ROB ZOMBİE'S HALLOWEEN ***
Senaryo: Rob Zombie, John Carpenter (1978 senaryosu)
Yapım: 2007, ABD Sure: 97 Dakika
Oyuncular: Malcolm McDowell, Sheri Moon Zombie, Daeg Faerch, Udo Kier, Bill Moseley
Konu, 1978′deki ilk filmin aynısıdır. Bir devam filmi olmayıp, ilk filmin Rob Zombie yorumuyla tekrar edilmesidir. 10 yaşında iken tum ailesini katleden Michael Myers, olaydan 17 yıl sonra, kapatıldığı akıl hastanesinden kacar. Haddonfield kasabasına geri donen Myers, burada ailesinden kalan tek kişi olan kucuk kız kardeşi Lauire’yi ararken ardında da kan ve yeni cinayetler bırakır. Myers’ın yakalanabilmesi icin hastanedeki eski ruh doktoru (Malcolm McDowell) da devreye girecektir.
Birkac yıl once Peter Jackson King Kong filmini yeniden cekerek herkesi şaşırtmıştı. Yuzuklerin Efendisinin efsanevi başarısından sonra, serinin yonetmeninin, istediği her şeyi cekebileceği halde, neden King Kong gibi demode sayılabilecek bir oykuyu cektiğine Jackson’ı bilmeyenler anlam verememişlerdi. Oysa olay cok acıktı. King Kong, Jackson’ın yonetmenliğe başlamasına neden olan “en has” filmi ve oykusuydu. Bir kucukluk zaafı.
Rob Zombie’nin Halloween’ı ise bize şunu gosteriyor: Rob Zombie’nin zayıf tarafı, zaafı, John Carpenter’ın 1978 tarihli korku klasiği Halloween’dan başkası değil. Ve işin ilginci, Zombie’nin zaaf duyduğu obje filmin kendisi de değil: Zombie’nin zaafı film değil, Halloween’ın kotu karakteri, Michael Myers… Bu zaaf nedeniyle, Rob Zombie cizgisi dışında bir film Halloween…
Filme gidenler, bir korku-gerilim filmi olarak lanse edilen bir filmin, bir gerilim klasiği olan Halloween’ın bu yeniden cekiminin, nasıl olup da korkunun “K” si ve gerilimin “G” sini taşımadığını şaşkınlıkla izleyecekler. Filmi korku ve gerilim turlerinin sıkı izleyicilerine kesinlikle tavsiye edemem. Buna karşılık eğer bir Michael Myers adamı iseniz, bu filmi kacırmamalısınız.
Rob Zombie’nin yaptığı şey, Michael Myers karakterinin icine girmek ve onun insani yonunu irdelemek olmuş. Myers, 8 filmlik bir seride (tamamen farklı bir konseptte olan serinin 3. filmi season of the witch’i saymazsak 7) ilk defa bir insan olarak incelenmiş. Onu eli kanlı bir katil olmaya iten sebepleri ile… Carpenter’ın orjinal filminde Myers’ın cocukluğu iki dakikalık bir acılış bolumunde, ablasını oldurduğu bir sekanstan ibarettir. Buna karşılık Zombie’nin yeniden cekiminde anlatının yaklaşık 30 dakikalık ilk bolumu Myers’ın cocukluğunu aktarıyor ve ustelik ilk filmden farklı olarak epey kalabalık bir guruhu da olduruyor.
Bu cabanın sonuc kısmında iki farklı okuması olabilir:
1. Zombie, artık kabak tadı verebilecek bir yeniden yapımı, Myers’ı insanileştirerek gercekci bir zemine cekmek, boylece de korkutuculuğu gercekci bir zeminde yeniden inşa etmek istemiştir.
2. Zombie Myers’ı insanileştirerek ve onu katil olmaya iten (kimbilir belki haklı sayılabilecek travmatik sebeplerini) sebepleri irdeleyerek seyirci ve Myers arasındaki yabancılaşmayı ortadan kaldırmıştır.
Bana gore doğru olan, benim algıladığım ikincisi. Myers artık gariban, senin gibi benim gibi bir insan. Myers’ı Myers yapan insanustu ve engellenemez doğasından geriye birşey bırakılmamıştır.
Bu durumda, aslında bu yabancılaşma hissi dolayısı ile daha cok ust duzey bir gerilim filmi olan 1978 tarihli ilk Halloween’ın bu yeniden yapımı, NE gerilim icermektedir NE de korku. Oykuyu tum hatları ile baştan sona biliyor oluşumuz zaten başlı başına gerilimi indirgeyen bir faktorken, bir de işin icine bu insani ve insanın neredeyse yanaklarını sıkmak isteyeceği Myers faktoru girince film tamamen gerilim hissinden arınıyor. O vur vur olmeyen, “allah mısın be!” diye duşunduren allahın cezası, yedibela Myers gitmiş yerine kotu yola duşmuş, harcanmış bir genc gelmiş.
Başta dediğimi sonda bir kez daha tekrar edeyim: Korku-gerilim sevenler icin değil, ama Myers sevenler icin, ha bir de DRAM sevenler icin, mutlaka gorulmesi gereken bir film.
Gokhan Toka / www.korkufilmi.net

****STEPHEN KİNGS İT ****
Senaryo: Stephen King (Kitap), Lawrence D. Cohen
Yapım: 1990 ABD, Kanada Sure:192 Dakika
Oyuncular: John Ritter, Richard Thomas, Annette O’Toole, Tim Curry, Harry Anderson
Awww, what’s a matter Georgie? Doncha want a…balloon? (Ooo sorun nedir Georgie? Balon istiyorsun oyle değil mi?)
90’ar dakikalık 2 bolumden oluşan bir tv filmi olan “O”,Stephen King’in en onemli eserlerinden.Belki en iyi eseri değil fakat dikkate değer eserlerinden birisi.Ayrıca bu kitabın filme aktarımının da bir o kadar zor olduğunu belirtmeliyim.
Oncelikle kitabın her ayrıntıyı ele alışı,yani karakterlerin derinlemesine incelenmesi, korkuları, hobileri, yaşam tarzları, davranışları gibi konuların derinlemesine incelenmesi Stephen King’in en iyi yaptığı işlerden. Hatta King bunu yaparken hicbir ayrıntıyı kacırmadığı gibi, sunduğu detayları ilerleyen sayfalarda ozellikle belirten bir yazar.
Bu durumun ister istemez, filme aktarılırken dezavantaj olacağını duşundum.Cunku her karakterin enine boyuna incelenmesi filmin gittikce uzaması demekti.Suresine baktığımızda da yanılmadığımı goruyorum.Cunku film, bir korku filmine gore oldukca uzun.Ancak bu durum sizi yanıltmasın. Cunku konunun bir an olsun bile sapmaması, sizi her an olay orgusunde tutuyor.
Bunun dışında konuya gelirsek, oncelikle Stephen King’in en iyi olduğu alanda,yani “cocuk psikolojisini anlama” da bir ustad olduğunu ve “cocukların korkularını” en iyi romanlaştıran yazar olduğunu soyleyerek yazıya başlayayım.
Cocukluk arkadaşları olan 7 kişilik bir gruptur “Şanslı Yediler”. Kendilerine “Şanslı Yediler” demelerinin sebebi ise, o yaz boyunca (yani hayatlarının en eğlenceli ve aynı zamanda en korkutucu) Pennywise adındaki bir palyacodan, olmeden kurtulmuş olmalarıdır.
Pennywise karakterini incelersek; kendisi palyaco gorunumunde bir kabustan başkası değildir. Cocukları kandırmada ustune yoktur ve ustura keskinliğinde dişleri vardır!Kendisi Derry kasabasının karabasanıdır adeta. Yuzyıllar boyu sactığı dehşet kasaba halkını adeta “mute witness” haline cevirmiştir. Her 30 yılda bir sactığı dehşetler sadece bizim “Şanslı Yedileri” şuphelendirmiş ve gruptan Bill’in onderliğinde bu canavara karşı birleşmeye karşı yemin edilmiştir.
Bill’in onder rolunde gorulmesinin nedeni:
Kendisinin cok sevdiği kardeşi Georgie’nin olumunden kendini sorumlu tutması ve bunu yapanın da Pennywise’den başkasının olmaması. Pennywise’a duyduğu ofke,Bill’in grubu yonetmesindeki en buyuk etken.
Bunlar dışında biraz da karakterleri tanıyalım.
Richie:Kendisi ustun espri yeteneğine sahip. Bu yeteneği kendisine ileride show dunyasının kapılarını acacak.
Eddie:Annesinin el ustunde tuttuğu biricik oğlu. Astım hastalığı vardır(!).Gruptaki en narin uyedir.
Stan:Richie ile birlikte gruba katılır. Kendisi Yahudi’dir.Yani zeki!Tabi bu deyim Richie’nin esprisidir.Kendisi Pennywise’ı son goren grup uyes