On iki daireli fakir adam

Bakalım, insan ele geciremediği şeylere karşı ne kadar hırslı, ele gecirdiği nimetlere karşı da ne kadar şukursuz olabiliyor, bir gorelim. Oğle namazını kıldığımız caminin avlusunda karşılaştığım bir zat, beni kendi yaşına yakın gormuş olacak ki, sorusunu şoyle sordu:

– Buralara eskiden gelmişe benziyorsun.

– Evet, dedim. Elli seneyi gecti Yozgat’tan geleli.

– Ben de Nevşehir’den geleli elli seneyi gecti, dedikten sonra hemen ekledi:

– Ne yazık ki ben kafayı calıştıramadım, omrum boşa gecti. İnşaallah sen kafayı calıştırmış, omrunu boşa gecirmemiş, koşeyi donmuşsundur!

– Anlayamadım koşeyi donme işini, dedim. Elli sene once gelince koşe mi donulur?

– Elbette, dedi. Ben buraların elli sene oncesini biliyorum. O zaman tarlaydı şimdi şu apartmanların yukseldiği yerler. Kolayca satın alınırdı buralar. Onun icin diyorum, sen erken geldiğine gore arazi almış, belki şu apartmanlar gibi apartmanlar da dikmişsindir buralarda.

– Rabbime şukurler olsun, dedim, kirada değilim. Başımı sokacak dairem var. Bundan dolayı şukur duyguları icindeyim. Kirada olsaydım zorlanırdım diye duşunuyor, hep şukrediyorum. Rabbimiz olmayanlara da ihsan eylesin, diyorum.

İnanmıyor gibi baktı yuzume. Sonra da kelimelere basa basa sordu:

– Yani senin sadece başını sokacak bir dairen mi var şimdi?

– Oyle, dedim.

– Geldiğin senelerde buralardan uc beş tarla alıp da şimdi daireleri dizemedin mi?

– Hayır, dedim. İstanbul’a 1950’de geldiğimde oyle bir duşuncem de yoktu, imkanım da. Ben buraya okumak icin geldim. Cami harabelerinde kalıyor, okumaya calışıyordum. Başka meselem yoktu o gunlerde.

Yuzunu buruşturup dudaklarını buktu. Mazeretimi hic de meşru bulmamıştı anlaşılan. Derinden bir nefes aldıktan sonra soylenmeye başladı:

– Demek sen de benim gibi kafayı dovuyorsun şimdi!

– Hayır, dedim, ben asla kafamı dovmuyorum. Tam aksine başımı sokacak bir daire ihsan ettiği icin Rabbime şukrediyorum. Sen kafanı niye dovuyorsun? Yoksa başını sokacak bir dairen yok mu, kirada mısın hÂlÂ?

– Yok canım, olur mu oyle şey dedi? Dairelerim var. Hem de en değerli yerlerde. Ne yazık ki, bir turlu ilerleyemedik, on iki dairede cakılıp kaldık, uzerine ilaveler yapamadık. Kafamı dovuşum bundan dolayı. Vaktiyle ele gecen fırsatları değerlendiremeyip on iki dairede kalışımdan dolayı. Şaşırarak sordum:

– Yani on iki dairenin sahibi olduğun halde mi, fırsatı değerlendiremedim, diyorsun? Elini boşlukta salladıktan sonra:

– On iki daire ne ki? dedi. Aslında ben on iki gokdelenin sahibi olmalıydım şimdi. Gerekcesini de şoyle acıkladı:

– Ben buraların tarla olduğunu, bedava denecek kadar ucuza satıldığını biliyorum! Ama bunu bilmenin bir faydası yok ki şimdi. Kafayı vaktiyle calıştırmadıktan sonra, kalırsın işte boyle on iki daireyle! Yumruklarsın kafanı durmadan!.. Bir urperti geldi icime:

– Beyefendi kusura bakma, dedim senin duşuncenden korkmaya başladım. On iki daireye sahip olmuşsun hÂl mutlu ve huzurlu değilsin. Şukur duyguları taşımıyorsun. Hemen uzaklaşıyorum bu turlu duşuncenin yanından.. diyerek yurudum kendi istikametime doğru. O da, sahip olamadığı gokdelenlerin hasreti icinde kafasını yumruklayarak yurudu kendi istikametine doğru… Yol boyunca Efendimiz (sas)’in ikazlarını duşundum. Şoyle tarif ediyordu ademoğlunun hırsını.

– Kendi ihtiyarladığı halde hırsı hep genc kalan ademoğulları vardır. Bunların iki dere dolusu altını olsa, yine doymaz da der ki: “Keşke bir ucuncu dere dolusu altınım daha olsaydı!” Boyle insanların gozunu ancak toprak doldurur! Sadaka Rasûlullah.


************************************************** ******
Hakkını helal etsin


Kocadere koyune buyuk bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Sivaslı, kimi Halepli cok sayıda yaralılar getiriliyor. Bunlardan biri, Lapseki’nin Beybaş koyundendir ve yarası oldukca ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alcalıp yukselen goğsune biraz daha tutabilmek isteğiyle komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi gittikce zorlaşır ama, tane tane kelimeler dokulur dudaklarından.

“Olme ihtimalim cok fazla… Ben bir pusula yazdım… Arkadaşıma ulaştırın…” Tekrar derin derin nefes alıp, defalarca yutkunur:

“Ben… Ben, koylum Lapseki’li İbrahim Onbaşı’dan 1 Mecit borc aldıydım. Kendisini goremedim. Belki olebilirim. Olursem soyleyin, hakkını helal etsin…” “Sen merak etme evladım” der. Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnının eliyle okşar. Ancak az sonra komutanının kollarında kan kaybından şehit olur. Son nefeste bir kez daha: “Ben olursem soyleyin hakkını helal etsin.”

Aradan fazla zaman gecmez. Oraya surekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan coğu daha sargı yerine ulaşmadan şehit duşuyor. Şehitlerin uzerinden cıkan eşyalar, kunyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir kunye ve yanında bir pusula. Komutan gozyaşlarını daha silmeye fırsat bulamamıştır. Pusulayı acar, hıckırarak okur ve okuduğu yere yıkılır kalır. Ellerini yuzune kapatır; ne titremelerine ne de gozyaşlarına engel olamaz.

Pusuladaki not:

Ben Beybaş koyunden arkadaşım Halil’e 1 Mecit borc verdiydim. Kendisi beni goremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben donemem. Arkadaşıma soyleyin ben hakkımı helal ettim“.

************************************************** *******


Duşmanı icin dostunu azarlayan
Abdullah b. Mubarek Hazretleri bir vakit savaşa katılmıştı. Savaşta karşısına cok zorlu bir duşman askeri cıkmıştı. Bu duşman askeri ile uzun bir mucadeleye girişir. Birebir bu savaş o kadar surer ki, vakit namazı girmiş ve gecmek uzeredir. İbnu’l–Mubarek Hazretleri duşmanına der ki:

– Şu kadar zamandır carpışıyoruz, birbirimize ustunluk sağlayamadık, benim namaz vaktim girdi ve de gecmek uzeredir. İzin ver, ben namazımı kılayım, sonra carpışmaya devam edelim.” Duşmanı bu oneriyi kabul eder ve İbnu’l–Mubarek Hazretleri namaza durur. Namazı bitip carpışmaya başlayacakları sırada bu sefer de duşmandan bir oneri gelir:

– Sen ibadetini yaptın, bana da musaade et, ben de putlarıma gerekli tazimde bulunayım.” Duşman goğsunde sakladığı kucuk bir putu cıkarıp yere koyar, karşısına gecip kıyam eder. Sonra da karşısına gecip oturur. İbnu’l–Mubarek Hazretleri duşmanının puta tazim ettiğini gorunce icinden der ki: “İşte duşmanı tam oldurecek zaman.” Yerinden kalkar ve elinde kılıc, duşmanın başına dikilir. Tam kılıcı indireceği zaman:

“Ahdinde dur, şuphe yok ki verilen sozun sorumluluğu vardır.” (İsra, 17/34) diye bir ses duyar. Bu sesi duyması ile birlikte ağlamaya başlar. Duşman, başını kaldırıp baktığında, İbnu’l–Mubarek’in elinde kılıcla ağladığını gorur. Duşman sorar:

– Ne yapıyorsun? Sana ne oldu?” İbnu’l–Mubarek duşunduklerini anlattıktan sonra şoyle dedi ki:

– Senin yuzunden bizi azarladılar.” Duşman bu durumdan cok duygulanmıştır. Der ki:

– Duşmanı icin dostunu azarlayan boyle bir Allah’a baş kaldırmak ve karşı gelmek doğru bir hareket değildir.” Ardından carpışmayı bırakarak Musluman olur ve mu’minlerin safına gecti.



************************************************** *****
Babam seyrediyor


Ortaokulda okuyan ve kısa bir sure once annesini kaybeden genc, babasıyla birlikte yaşıyordu. Babasıyla aralarında cok guzel bir dostluk vardı. Genc, okulun futbol takımındaydı. Takımdaydı ama, ufak-tefek yapısı ve tecrubesizliği nedeniyle hocası ona bir turlu maclarda gorev vermiyordu. Bu yuzden, her macta yedek kulubesinde oturuyordu. Buna rağmen, babası hicbir macı kacırmaz ve hep ayağa kalkıp tezahurat yapardı.

Liseye girdiğinde sınıfının en sıska oğrencisiydi gencimiz. Fakat babası onu hep futbol oynamaya teşvik etti; bununla birlikte, istemezse oynamayabileceğini de belirtti. Delikanlı futbolu seviyordu ve takımda kalmaya karar verdi. Her idmanda elinden geleni yapıyor ve takımın as oyuncularından bir olmaya calışıyordu. Butun lise hayatı boyunca hicbir idmanı veya macı kacırmadı. Ama surekli yedek kulubesinde oturmaktan kurtulamadı. İnanclı babası her zaman ki gibi tribunlerde yerini alıyor ve oğlunu destekleyici tezahuratlarda bulunmaya devam ediyordu.

Genc, universiteye başladığında futbol onun icin onemini kaybetmeye yuz tuttu, ama yine de elinden geleni yaptı. Herkes onun okul takımına giremeyeceğinden emin olsa da, bunu başardı. Takımın antrenoru onu listeye dahil ettiğini, cunku her idmanda yureğini koyduğunu ve takımın diğer uyelerini de şevke getirdiğini itiraf etti. Takıma girebildiği haberi onu o denli heyecanlandırdı ve sevindirdi ki, soluğu en yakın telefon kulubesinde aldı ve babasına mujdeyi verdi. Onun bu mutluluğunu paylaşan babası, kendisine macların sezonluk biletlerini gondermesini istedi.

Universitedeki dort yıl boyunca hicbir idmanı kacırmayan genc, ne yazık ki hicbir macta oynayamadı. Futbol sezonunun sonlarına doğru, buyuk bir eleme macının idmanı icin sahaya cıkmaya hazırlanan gencin yanına, elinde bir telgrafla antrenoru geldi. Delikanlı telgrafı okuyunca olum sessizliğine burundu. Guclukle yutkunarak hocasına şunları soyleyebildi:

- ”Bu sabah babam olmuş. İzninizle bugunku idmana gelmesem?”. Hocası kolunu şefkatle omzuna doladı ve :

- “Bu hafta dinlen evlat” dedi,

- ”cumartesi gunku maca gelmeyi de aklından gecirme.”

Cumartesi geldi cattı, ama okul takımının durumu hic de iyi değildi. Macın sonlarına doğru, bir kişi soyunma odasına sessizce girdi, formasını ve futbol ayakkabılarını giyip saha sahanın kenarına cıktı. Babası olen ufaklıktı bu! Antrenor ve oyuncular azimli arkadaşlarını bu kadar kısa surede tekrar aralarında gormekten dolayı son derece şaşırmışlardı.

Hocasının yanına giden genc:

- ”Lutfen izin verin oynayayım” dedi.

- ”Bugun oynamak zorundayım.” Hocası once onu duymamış gibi davrandı. Boylesine zor bir eleme macında takımın en kotu oyuncusunu sahaya cıkarmasına imkan olmadığını duşunuyordu. Ama genc o kadar ısrar etti ki, sonunda ona acıyan hocası razı oldu:

- ”Pekala oyuna girebilirsin.”

Gencin oyuna girmesinin ustunden cok gecmemişti ki, hem hoca, hem oyuncular, hem de macı izleyenler gorduklerine inanamadılar. Daha once hic oynamamış olan bu mechul ufaklığın her hareketi harika, attığı her pas isabetliydi. Karşı takım oyuncuları onu durduramıyordu. Koşuyor, pas veriyor, savunmaya yardım ediyor ve macın yıldızı olarak parlıyordu. Sonunda, gencin takımı aradaki farkı kapattı, nihayet atılan bir golle de beraberliği yakaladı. Ve son saniyelerde ufaklık topu tek başına surukleyip herkesi gecti ve galibiyet golunu attı. Mac bitmişti. Okulunun taraftarları sevinc cığlıkları atıyor, arkadaşları onu omuzlarında taşıyordu.

Seyirciler tribunu terk ettikten, oyuncular duşlarını alıp soyunma odasını boşalttıktan sonra, takımın hocası gencin koşede tek başına sessizce oturduğun fark etti. Yanına gidip:

- “Evlat, inanamıyorum. Bugun bir harikaydın” dedi.

- “Sana ne oldu,bunu nasıl yaptın,anlat bana! “

Genc hocasına baktı,gozlerine yaşlar doldu ve şoyle dedi:

- “Babamın olduğunu biliyorsunuz.Peki onun gozlerinin gormediğini biliyor muydunuz?” Delikanlı zorlukla yutkundu,gulumsemeye calıştı:

- ”Babam butun maclarıma geldi,cunku gormediğim halde beni desteklemek istiyordu. Ve ilk defa bugun beni oynarken gorebilirdi. Ben de bu fırsatı kullanmak ve oynayabildiğimi ona gostermek istedim.
__________________