
şair, yazar
Osman Olcay Yazıcı, 1953’te Trabzon’un Surmene ilcesine bağlı Kucukdere Nahiyesinin Yukarıovalı koyunde, Molla Temel’in oğlu Ahmet ile Ali Efendi’nin kızı Ayşe’nin son cocuğu olarak dunyaya geldi. İlkokulu Aşağıovalı koyunde, ortaokulu Zeytinburnu’nda, liseyi Zonguldak Fener Lisesinde, yuksekokulu İstanbul’da okudu.
Başta Hisar, Tore, Onculer, Turk Edebiyatı, Boğazici, Pınar, Meşale, Dolunay, Ufuk Cizgisi, Millî Kultur, İnsan ve KÂinat, Cemre, Guneysu, Cağrışım, Tepe Edebiyat, Kırağı, Kultur Dunyası, Tarih ve Duşunce, İslÂmî Edebiyat, Bizim Kulliye, Cerceve, Seyir, Ufuk Otesi, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Biyografi Analiz, Cınar, Mor Taka, Yuzakı ve Berceste olmak uzere, bircok dergide şiir, hikÂye, deneme ve kultur/fikir yazıları yayınlandı.
Turk Edebiyatı Vakfı’nın yayınladığı Turk Edebiyatı Dergisi’nin Yazı İşleri Mudurluğunu(1983-84), İhlas Holding’in dergiler grubundan, bilim ve teknoloji dergisi İnsan ve KÂinat’ ın editorluğunu (1988-94) yaptı. 1984’te gazeteciliğe başlayan şair ve yazar Olcay Yazıcı, 12 yıl calıştığı Turkiye Gazetesi’nde dizi, mulÂkat ve koşe yazarlığı; kultur-sanat sayfası yoneticiliği, bolum şefliği ile yazı işleri ve Avrupa baskıları servisinde redaktorluk gorevlerinde bulundu (1984-1997)
16-20 Eylul 1991 tarihinde İstanbul’da yapılan 12. Dunya Şairleri Kongresi ve Yunus Emre’ye Saygı Kurultayı’na (X11. World Congress Of Poets, In Homage To Yunus Emre) “Derviş” isimli şiiri ve “Yunus Emre’nin RuzgÂrıyla” konulu tebliği ile katıldı. Donemin Kultur Bakanı Gokhan Maraş tarafından “Teşekkur Belgesi”yle taltif edildi.
1997’de Turkiye Gazetesi’nden ayrılarak, edebiyat cevrelerince “Butun zamanların en iyisi” diye değerlendirilen Kultur Dunyası Dergisi’nin Genel Yayın Yonetmenliği’ni yaptı (1997-98, 16 sayı)
1999’da Kultur eski Bakanı Namık Kemal Zeybek’in sahipliğini ve başyazarlığını yuruttuğu Ayyıldız Gazetesi’nin Kultur Sanat ve Duşunce sayfasını yonetti.
MustÂkil Sanayici ve İşadamları Derneği’nin, Araştırma Yayın Komisyonu Koordinatorluğu ile Sureli Yayınlar Editorluğunu yuruttu (2000-2001.)
17 Mayıs 2003 tarihinde, TYB’nin Kahramanmaraş’ta duzenlediği sempozyumda, “Bahaettin Karakoc’un Şiir Seruveni” konulu bir tebliğ sundu. İstanbul Buyukşehir Belediyesi’nin fetih yıldonumu munasebetiyle, 1 Haziran 2003’te Gulhane Parkında duzenlediği, “550. Yılda İstanbul Edebiyat Buluşması” programına katıldı ve “Şiiri Yazılamayan Şehir” isimli şiiriyle, 550 Şair ve Yazar kitabı ile, 2005 yılında İhsan Işık tarafından hazırlanan ve İngilizce’ye cevrilen “Ancylopedia of Turkish Authors-People of Literature Culture and Science” (Turkiye Yazarlar Ansiklopedisi-Edebiyat, Kultur ve Bilim İnsanları) isimli calışmada yer aldı.
Halen, Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) Genel Muduru olarak gorev yapıyor. İLESAM (İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği), Turkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Turkiye Yazarlar Birliği uyesi olan şair ve yazar Olcay Yazıcı’nın, Arif NÂzım, Mustafa Yıldızdoğan ve Ahmet Yılmaz tarafından bestelenmiş şiirleri de var.
Duşunce derinliği ve estetik yoğunluğuyla,“geleneğe bağlı cağdaş Turk şiirinin onemli isimleri” arasında yer alan Osman Olcay Yazıcı’nın yayınlanmış eserleri ise şoyle:
“Cocuklar Vatanında Buyusun”(HikÂyeler, Turk Edebiyatı Vakfı yayını 1985)/”Papatyalar Uşumesin”( HikÂyeler, Kultur Bakanlığı yayını, 1990, İkinci Baskı Salıncak Yayınları 2006)/”Erguvan Uğultusu”(Şiirler, Boğazici yayınları 1991)/”Tartışmayı Tartışmak”(Deneme-Kultur yazıları, Otuken Neşriyat 1992)/”Huzun Yazıları”(Ozgun metin, Boğazici yayınları 1993)/”Eylul’un Kırdığı Gul”(Şiirler, Otuken Neşriyat 1994)/”Kitapsız Toplum”(Deneme-Kultur yazıları, Otuken Neşriyat 1994.),“Buyuk Gun/Bir KıyÂmet AlÂmeti Olarak Hazreti İsÂ’nın Donuşu”(Araştırma, Marifet Yayınları 2001.),“Eğitim ve Kultur Trajedimiz/Kendimiz Olmaktan Nasıl Cıktık”(Kultur-analiz, Marifet Yayınları 2001.)/”Nemrut Ateşi” (Fikir, Turk Edebiyatı yayınları, 2004),/”Yaralı KuheylÂn” (Deneme-HikÂye, Turk Edebiyatı Vakfı yayını, 2004)
12 Eylul 2010 tarihinde İstanbul'da vefat etti.
Buyuk Gun
Hazret-i İsa'nın Donuşu
Olcay Yazıcı
Marifet Yayınları
Kultur dunyasının yakından tanıdığı şair ve yazar Olcay Yazıcı, "Buyuk Gun" / Bir KıyÂmet AlÂmeti Olarak Hazret-i İsÂ'nın Donuşu isimli calışmayı, ozgun bir uslûpla kaleme alıyor. Kitapta, Hazret-i İsÂ'nın donuş menkıbesi etrafında, ayrıca Âhiret duşuncesinin tarihcesi, dunya kadınlarının sultanı Hazret-i Meryem'in akıllara durgunluk veren hikÂyesi, Hazret-i İsÂ'nın inkÂrcı kavmi tarafından uğradığı zulumler, İsrail Oğullarının sapkınlıkları, Hz. İsÂ'nın carmıha gerilme senoryaları ile İslÂmî kaynaklara gore semÂya kaldırılışı ve kıyÂmete yakın tekrar yeryuzune indireleceği inancı da edebî, lirik bir anlatışla işleniyor. Bozulma ve yozlaşmalar cağında, metafizik bir uyarıcı niteliğini taşıyan eserin ana fikri: İnsan, olumun aşırılıkları dizginleyici şuuru ile bilinmeli, dunyevî olanın buyusune kapılmadan, mucerret değerlerin erdemiyle donanmalıdır, şeklinde ozetlenebilir.
x
Olcay Yazıcı Hakkında Yazılan Bazı Yazılar:
“Olcay Yazıcı’nın 2 kitabı/Sabahat Emir, 20 Ocak 2005 Turkiye.
“Olcay Yazıcı’yı Okumak”/M. Nuri Yardım, 2 Şubat 2005 Yenicağ.
“Yaralı KuheylÂn”/Mehmet Niyazi, 7 Şubat 2005 Zaman.
“Cumlesi ve Fikri Olan Kalem”/Osman Akkuşak, 7 Şubat 2005 Yeni Şafak .
“Olcay Yazıcı’dan 2 yeni eser”/Servet Kabaklı, Halka ve Olaylara Tercuman, 12 Şubat 2005.
x
ARZU'YA ŞİİR
"İlim kesbiyle rutbe-i rif'at
Arzû-yı muhÂl imiş ancak
Aşk imiş her ne var Âlemde
İlm bir kıyl u kÂl imiş ancak"
Fuzûlî
Ne zaman hislerim sana meyletse
İcimden ağlayan bir bulut gecer
Kader beni sırat ustu eyletse
Bakışların kalbimi kırka bicer!..
Gokkuşağı cizgisini aşarak
Bilsem bu aşk sana nasıl ulaşır?
Ucurumdan ucuruma duşerek
Şiir melÂlimi sonsuza taşır
Ey kılcallarıma yuruyen usare
Cemre duşur duşlerin buzdağına
İkliminde dirilmek hasretime tek care
LÂlezarlar değerken alevden dudağına!
Yakar tenhalarda acelyaları
Arzunun ateşiyle tutuşan kar
Noksanın sayılır huzun yılları
Cehennemin olur gecikmiş bahar!
Sen gulunce korpe bir gul kırılır
Nevruzunu yaşar kızışan kanım
Butun guzellikler benden sorulur
Ben kanmayan hayalî Don Juan'ım
Kavil uzre sana sundum arzımı
Gel ki yeni baştan kurulsun dunya
Yeryuzu cenneti, cılgın bir hulya
KÂtipler kaydedin bu son arzumu!
Kim bilir belki de bir ağıttır bu
Sevdalar sırrını saklar yarına
Cicek kokuları sarar tabutu:
Gun doğar ruhumun ufuklarına!
XX
İbrahim’e Su
Taşıyan Karınca
İnsana en kutsal oğudu verir:
İbrahim’e su taşıyan karınca
Hasret ateşinde buzullar erir
Umit baharına, aşka varınca
Şiir şehirlerden surgun edildi
Soylu duyguların melÂl cağı bu
Once soz vardı ya: kim neyi bildi?
Ruhları kuşatan metal ağı bu.
Cıktığımız sefer ic yolculuğu
Kırılgan gonuller kuser-incinir
Kirlenmemiş saf sevgiler oluğu
Yalnızlık gurbeti: mucerret-zincir
Ne desen bu efkÂr sinmez kÂğıda
Bıcak ucu ucurumlar sıratı
Terk edilmiş eski masal dağı da
Ey suvari, gok-burcuna sur atı...
Kokla alevdeki o serin gulu
Arzular ceht ile erer menzile
Hayat seruveni: duş kuran olu
Dilersen, sonrasız olanı dile...
Bilge bir cÂn gibi hikmete ulaş:
Kac mevsim dirildi şu narin eşkin?
Akşamlı gun icin niye bu telaş?
Ote bir idrak ol, eşyadan aşkın...
İnsana en kutsal oğudu verir:
İbrahim’e su taşıyan karınca
Hasret ateşinde buzullar erir
Umit baharına, aşka varınca...
24-29 Ağustos 2000
xxx
Direnen Şehir
Camlara yansıyan cinnet bir figur
Ecinni sarmalı şarkı ve ezan
Nasıl boyle arsız, nasıl boyle hur?
Oku kitabını: Ki sensin yazan!
Aynalar hicaptan icine kırık
Efsunlu fanusta ışık ve katran
Duygular ağıtlı, hasretler lirik
İblis şoleniyle cevrili dort yan
Yedi-uyurların ilk şaşkınlığı
Taşralı arkadaş, ne ki bu huzun?
Cığırından cıkmış cağ taşkınlığı
Esenliği ucup gitmiş gunduzun
Ağa camiinin acısı derin
İki gozu iki ceşme ağlıyor
Dersaadet, bu mu senin kaderin?
Sınanışın hikmetini hayra yor
Yan-yana bir resim: kadın ve kitap
Can tetik duşumu aşklar peşinde
Uğuldar beynimde mucerret azap
Tutsağım fikrimin keşmekeşinde!
Ruhumu sıkıyor beton ve celik
Hani masalların gokce kuşları
Mistik duyarlığım etmez metelik
Alaya alınır gonul duşleri
Kac kalbi ansızın hicliğe iter
Faili bilinen Âşikar kurşun
Kışkırtıcı eda duşmandan beter
Alev sutunları yıkan sarışın
Cavlan bir cığlıktır hayat ırmağı
Eğreti, hukumsuz sabun kopuğu
Ortuler sonsuzu orumcek ağı
Kim nasıl kıracak saydam kabuğu?
Yaşatır iffetli efsanesini
Ucu işlemeli, sevdalı mendil
Yanık bir ezgide gizler sesini
Yaban ruzgÂrlara yenilmez kandil
Masum hayallerle uyan uykudan
Kısmetin acılsın, talihin donsun
Tutun fırtınaya nazenin fidan
“Vucut ikliminin sultanı sensin!”
Yaralı yurekler mahzun-multeci
İşgalin kahrıyla mustarip hilÂl
Silahsız-sungusuz olmek ne feci
Esaretin adı neden istiklÂl?
Pera’nın parfumlu odalarında
HÂl oynaşmada ecnebî bir dul
Dunun endişesi yaşar yarında
Yeniden fethini ozler İstanbul!..
SOYLEŞİ SOYLEŞİ SOYLEŞİ
Olcay Yazıcı: Sûfî iklimin entelektuel şairi
Anket: Mehmet Nuri Yardım
Mart 2001
Edebiyat dunyasıyla ilk temasınızı sağlayan olay nasıl gercekleşti?
-İlk şiirim 1973 yılında “Gun” gazetesinde yayınlandı. Fakat, ciddi mÂnÂda edebiyat dunyasıyla ilk temasım 1976 yılında, Ankara’da cıkan ve titizliği, estetik seciciliği ile bir okul sayılan “Hisar” dergisinde, “Anamın Elleri” isimli şiirimin yayınlanmasıyla gercekleşmiştir.
Okul ders kitapları dışında ilk okuduğunuz kitapları, yazar ve şairlerini hatırlıyor musunuz?
-İlk okuduğum kitap, “Kopru Altı Cocukları”dır. Bu isim Kemalettin Tuğcu’yu andırsa da, yazarı ismini hatırlayamadığım başka biridir.
Daha oncesinde, okuma-yazma bilmediğim icin okumadığım fakat buyuk bir merakla dinlediğim ilk uzun hikÂye-şiir, koyumuzun taş camiinde Ramazan geceleri; insanı buyuleyen esrarlı luks lambası ışığında, koyun genc hafızları ve yaşlıları tarafından yanık sesle okunan Suleyman Celebi’nin ruhları ote Âleme kanatlandıran ve uhrevî bir coşkuyla mest eden Mevlîd-i Şerif’idir: “Doğdu ol saatte ol sultan-ı din/Nûra gark oldu semavat u zemin!”
İlk dinlediğim ve muthiş etkilendiğim menkıbeler ise Hazreti İbrahim, Hazreti Eyyub, Hazreti Yusuf ve Hazreti Musa’nın menkıbesidir.
İlk dinlediğim mahallî turku ve mÂniler de, uzerimde buyuk bir tesiri bırakmıştır: “Soyleyin cobanlara da, yuksek dağlar kar mıdır/Sevdalıktan olene sorul-sual var mıdır?”
İlk dinlediğim efsane ise “Kesik Baş” efsanesidir. Bunları rahmetli babam gozleri dolu dolu ağlayarak anlatır; ailece dinler, urperir ve bir inanc iklimi ile kuşatılırdık. Ablamların geceleri anlattığı “Devli”, “Perili”, “Cadı Karı”lı, “Canavarlı” masalları ise zar zor hatırlıyorum.
Yine ilk okuduğum değil fakat başkalarından ilk dinlediğim kitaplardan biri de, “Kerem İle Aslı”dır. Onun, “Aldı Kerem/aldı Aslı bakalım ne soyleyecek?” cumleleri yıllardır kulaklarımda ve yureğimde yankılanıp durur. Bunlara daha sonra Omer Seyfettin’e ait olduğunu oğrendiğim “Forsa” hikayesini de ilave etmek gerekir.
Edebî şahsiyetimin oluşmasında, anamın cayır bicer ya da toprak kazarken mırıldandığı manilerin de ilk etkilenme olarak buyuk payı olduğuna inanıyorum:
“İkbalim balık olsa, tutsam onu tor ile/Ne edeyim sevdiğim, sevilemem zor ile”
Ya da “Gemiden duşen olur da, zannetmeyin bayılır/Askere giden gelir da, onu MevlÂm kayırır./Geminin serenleri da, cevirin gidenleri/Acaba nere korlar, sevdadan olenleri!” Ya da huzun ilmini yureğime ilk aşılayan şu sozler: “Ben gunumde gormedim, gomar (acelya-ormangulu) yaprağı sarı/Bu hasretlik bitmeden cıkmaz dağların karı!” Bu sozleri ceyrek asrı aşan bir sure sonra şiirimde olduğu gibi kullandım. Anam da bir Aşık Veysel hayranıydı. Transistorlu radyomuzda onun yanık ve kederli turkulerini duyunca can kulağı ile dinler ve gozleri dolarak ağlardı.
Rahmetli babamın cok az da olsa keyiflendiği ya da yureğine bilinmez bir keder duştuğu zamanlar mırıldandığı, “Yalan dunya, gamım gitmez, nedendir bu/Camur ile yoğurulmuş, aslı toprak bedendir bu!” mısraları da beni etkileyen ilk edebî metinlerden sayılır.
Doğduğum yeşil coğrafyanın, duru ırmakların, goğe yukselen mavi, berrak yaylaların, bir cicek harmanının andıran renkli bulutların, yağmur sonrası dunyamızı şenlendiren gokkuşağının, kuş seslerinin, bin bir turlu bitkinin, cam ormanlarının, son baharda cennet guzelliğine burunen gurgen ağaclarının; kemenceli, taşlamalı duğunlerin, yaslı olum torenlerinin de duygu ve duşunce yapımın oluşmasında buyuk rolu vardır.
Daha sonra ilkokula başladığımda, okul kitaplığında yazarını hatırlayamadığım cok ilginc, cok surukleyici “....seruvenleri” diye bir seri vardı. Okumanın ilk buyuk lezzetini onlardan aldığımı soyleyebilirim.
Yine okul kitaplığından edindiğim, halk ozanı “Aşık Veysel’ın Hayatı ve Şiirleri” kitabı yıllar gecse de hatırası hafızamda kalan bir eserdir. Şiirin ilk tadını ondan almışımdır.
Ozellikle, “Şeytan Bunun Neresinde?” nakaratlı şiiri muthiş sevmiş ve ezberlemiştim. Hatırladığım dortlukleri şoyleydi:
“İcinde mi, dışında mı/Burgusunun başında mı/ Goğsunun nakışında mı/Şeytan bunun neresinde?/Venedik’ten gelir teli/Ardıc ağacından kolu/Be Allah’ın sersem kulu/Şeytan bunun neresinde?”
Tabii ki, İlkokul Okuma ve Turkce kitaplarındaki şiirler de, bende ilk şiir sevgisinin, zevkinin teşekkulunu sağlamıştır. Bunların başında da, gur ve yiğit hitabetiyle, Orhan Şaik Gokyay’ın “Bu Vatan Kimin?” şiiri gelir:
“Bu vatan toprağın kara bağrında/Sıra dağlar gibi duranlarındır...”diye başlayan ve “Gokyay’ım, ne desem ziyade değil/Bu duygu bir kuru ifade değil/ Sencileyin hasmı ruyada değil/Topun namlusundan gorenlerindir!” mısralarıyla zirveleşen şiirin telkiniyle, kafamızda gerektiğinde kendisi icin olume gidebileceğimiz bir vatan ideali oluşur.
Daha sonra da, huzunlu, lirik edasıyla Tevfik Fikret’in, “Sarı saclı, altın gozlu papatyaları” gelir yÂdıma: “Bahar olsun da seyreyle/Nasıl acar papatyalar?”
Sonra, İstanbul’dan ortaokula başladığım yıllarda bir arkadaştan tedarik ettiğim Abdulhak Şinasi Hisar’ın “Camlıca’daki Eniştemiz”ini, “Fehim Bey ve Biz”ini okudum. Fakat dili cok ağırdı. Pek bir şey anlamadım. Aklımda kalan sadece, sık sık kullanılan mikro ve makro kozmoz kelimeleridir.
Gezici kutuphaneden, abone olarak 10 lira karşılığında alıp okuduğum Victor Hugo’nun iki ciltlik ve yaklaşık bin 500 sayfalık orijinal “Sefiller”i, bende buyuk bir edebî tesir uyandırmış ve Batı edebiyatına ilgim bu vesileyle doğmuştur.
Faruk Nafiz Camlıbel’in “Han Duvarları”nı, Cahit Sıtkı’nın “Otuzbeş Yaş”ını, Aşık Veysel’in “Dostlar Beni Hatırlasın” isimli şiir kitabını, tabii ki, Kemalettin Tuğcu serisini v.s. şiire ve her turlu kitaba olan susamışlığımla okudum.
“Han Duvarları”nın o buruk ve huzunlu havası da beni derinden etkilemiştir:
“Gidiyordum gurbeti gonlumde duya duya/Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya...”
ŞİİRİN EVRENSEL DİLİ
E. A. Poe’nun “Annabella”sı aşkın ilk ateşi gibi duşmuştu yureğime: “Sevdalı değil/Kara sevdalıydık/Uşudu gitti ruzgÂrından, guzelim Annabella!”
Yabancı olmasına rağmen, ondaki evrensel dili sevmiştim.
Yahya Kemal’in, “Ak tolgalı beyler beyi haykırdı ilerle/O gun Tuna’dan gectik kafilelerle!” şeklindeki soyleyişi ise icimizdeki vatan sevgisini ve cihangir ecdadımızla ovunme duygusunu şahlandırıyordu.
Sonra Karacaoğlan titreştirdi gonlumuzun bamtelini: “İncecikten bir kar yağar/Tozar elif elif diye!” Sonra Yunus Emre’nin ilahîlerinde bulduk manevî huzuru: “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu/Cıkmış islÂm bulbulleri oter Allah deyu deyi!/Ne dilersen haktan dile, kılavuz ol doğru yola/Bulbul Âşık olmuş gule oter Allah deyu deyu!”
Battal Gazi serisi ile ecdadımızla ovunmeyi, millî kimliğimizle gurur duymayı, cesareti ve civanmertliği oğrendik erken yaşlarda.
Ardından, Ziya Gokalp’ın kızıl elmasıyla duşunce ufkumuz gerceğin otesine, masal ulkesine doğru kanatlandı: “Cocuktum, ufacıktım/Top oynadım acıktım/Buldum yerde bir erik/Kaptı bir ala geyik/Geyik kactı ormana/Bindim bir ak doğana/Doğan yolu şaşırdı/Kaf dağından aşırdı...” diye devam edip giriyordu bu ufuk otesi yolculuk.
Ve boylece alttan alta oluşuyordu Olcay Yazıcı’nın şiir iklimi, şiir coğrafyası. Koklerden beslenerek ve duru pınarlardan su icerek gelişiyor; gelenek coğrafyasından renkler, rayihalar devşirerek kendi ozgun guzelliğini/sentezini buluyordu.
Ortaokul Muduru ve Turkce oğretmenimiz İ. Gurşen Kafkas, bir gun sınıfta, “Aranızda okul kitapları dışında kitap okuyan var mı?” diye sorduğunda, sadece ben parmak kaldırmıştım. Okuduğum kitabın adı: “Kopru Altı Cocukları”ydı.
Sınıfta, kitap okuyan tek kişi olarak bu durumdan cocukca bir gurur ve sevinc duymakla birlikte; okumama eksikliğini ve kitap okumam gerektiği duşuncesini de beynimde bu soru ateşlenmişti. Bu munasebetle, ortaokul hocam Gurşen Kafkas’a, beynimde ilk kıvılcımı oluşturduğu icin teşekkur borcluyum. Okumanın, oğrenmenin, okul dışındaki gercek kitap dunyasına adım atmanın buyuk heyecan ve mutluluğunu, onun bu uyandırıcı harekete gecirici sorusu sayesinde kazanmıştım.
DOĞU’DAN-BATI’DAN
Oncelikle hangi yerli ve yabancı yazarları okudunuz, bunlardan hangisini sevip okumaya devam ettiniz?
-Onceleri, yerli yazarlardan Yaşar Kemal’i, Fakir Baykurt’u, Yılmaz Guney’i, Aziz Nesin’i, Necati Cumalı’yı, Orhan Kemal’i, Hasan Huseyin’i, Ahmet Arif’i...okudum.
Sonraları ise Faruk Nafiz Camlıbel’i, Cahit Sıtkı Tarancı’yı, Ziya Osman Saba’yı, Omer Seyfettin’i, Reşat Nuri Guntekin’i, Halide Edip Adıvar’ı, Sait Faik Abasıyanık’ı, Ahmet Haşim’i, Akagunduz’u, Orhan Veli’yi, Nazım Hikmet’i, Ziya Gokalp’ı, Yahya Kemal’i, Halit Ziya Uşaklıgil’i, Halit Fahri Ozansoy’u, Ahmet Kutsi Tecer’i, Mehmet Rauf’u, Asaf Halet Celebi’yi, Arif Nihat Asya’yı, Necip Fazıl Kısakurek’i, Bahattin Karakoc’u, Niyazi Yıldırım Gencosmanoğlu’nu, Osman Atilla’yı, Mehmet Cinarlı’yı, İlhan Gecer’i, Mustafa Necati Karaer’i, Gultekin SamÂnoğlu’nu, Bahaettin Ozkişi’yi, Fuad Koprulu’yu, Ahmed Yesevî’yi, Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu’nu, Remzi Oğuz Arık’ı, Mehmet Rauf’u, Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nu, Hilmi Ziya Ulken’i, Mumtaz Turhan’ı, Behcet Necatigil’i, Kemal Tahir’i, Cemal Sureya’yı, Turgut Uyar’ı, Attila İlhan’ı, Hilmi Yavuz’u, Abdurrahim Karakoc’u, Orhan Turkdoğan’ı, Sezai Karakoc’u, Mehmet Niyazi Ozdemir’i, Yavuz Bulent BÂkiler’i, Tarık Buğra’yı, Emine Işınsu’yu, Sevinc Cokum’u, Sabahat Emir’i, Nihal Atsız’ı, Mustafa Necati Sepetcioğlu’nu, Bekir Buyukarkın’ı, Ahmet Haşim’i, Abdulhak Hamid’i, Tevfik Fikret’i, Peyami Safa’yı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Ahmet Muhip Dıranas’ı, Cemil Meric’i, Erol Gungor’u, Seyit Ahmet Arvasi’yi, Nurettin Topcu’yu, Saidi Nursî’yi, Fazıl Husnu Dağlarca’yı, Halide Nusret Zorlutuna’yı, Samiha Ayverdi’yi, Nezihe Araz’ı, TÂlÂt Said Halman’ı, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nu, Şevket Bulut’u, Halikarnas Balıkcısı’nı, Adalet Ağaoğlu’nu, Firuzan’ı, Mustafa Kutlu’yu, Selim İleri’yi, Oğuz Atay’ı, Rıfat Ilgaz’ı, Şerif Mardin’i, Cengiz Dağcı’yı, Cengiz Aytmatov’u, Ahmet Oktay’ı, Mehmed Selimovic’i, MevlÂnÂ’yı, Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, İmam GazÂlî’yi, Suleyman Celebi’yi, Fuzûlî’yi, Feriduddin Attar’ı, Sadi Şirazî’yi, Hafız’ı, Nizamî’yi, İbn Arabî’yi, İmamı Rabbani’yi, Cuneydi Bağdadî’yi, Rabındranath Tagor’u, Muhammed İkbal’i, Omer Hayyam’ı, Seyid Kutup’u, Halil Cibran’ı, Seyid Huseyin Nasr’ı... okudum (Hatırlayabildiğim kadarıyla.)
Batılı ve Rus yazarlardan ise Victor Hugo’yu, Maksim Gorki’yi, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Gogol’u, Aleksandır Soljenitsin’i, Anton Cehov’u, Montaigne’i, Edgar Allan Poe’yu, Goethe’yi, Bertrand Russel’ı, Puşkin’i, Balzac’ı, Marcel Proust’u, Jak London’ı, İvan Turgenyev’i, Hemigway’i, Sehakespeare’i, Mallarme’yi, Paul Verlaıne’i, Valery’yi, Paul Eluard’u, Arthur Rimbaud’yu, T. S. Eliot’u, Louis Aragon’u, Guillaume Apollinaire’i, Petofi’yi, Alain’i, Schiller’i, F. Holderlin’i, Reiner Maria Rilke’yi, Eugene İonesco’yu, Dante’yi, Immanuel Kant’ı, Jean Jacques Rousseau’yu, Friedrich Nietzsche’yi, Rudyard Kipling’i, Knut Hamsun’u, Emile Zola’yı, Charles Baudelaire’i, Federico Garcia Lorca’yı, Molliere’i, Jean Paul Sartre’ı, Albert Camus’yu, Stendhal’ı, Aleksander Soljenitsin’i, George Orwel’i, Roger Garaudy’yu, Arthur Koestler’i, William Faulkner’i, Ionesco Eugene’yi, Oscar Wilde’i, Andre Gide’i, Raymond Aron’u, Arthur Schopenhauer’u, Erich Maria Remarque’yu, Fanz Kafka’yı, Gabriel Garcia Marquez’u, Milan Kundera’yı, Umberto Eco’yu, Erich Fromm’u, Nikos Kazancakis’i, Karl Jaspers’i, Alexis Carrel’i, Andre Mauroıs’ı, Pascal’ı, Heidegger’i, Ezra Pound’u, Roger Garaudy’yu, Ian Dallas’ı, Edgar Morin’i, Samuel Beckett’i, Adler’i, Carl Gustav Jung’u, Sigmund Freuyd’u, Panait Istrati’yi, Oktavio Paz’ı, Hermann Hesse’yi, Rene Guenon’u, Jorge Luis Borges’i, Elias Canetti’i, Carl Sagan’ı, Susanna Tamaro’yu, Camilo Jose Cela’yı, Paulo Coelho’yu, Amin Maalouf’u, Marlo Morgan’ı...okudum (Hatırlayabildiğim kadarıyla.)
Yerlilerden başta MevlÂnÂ, Yunus Emre ve Fuzûlî, Nizamî, Nedim, Şeyh Galip olmak uzere, Mehmet Âkif’i, Yahya Kemal’i, Arif Nihat Asya’yı, Necip Fazıl’ı, Tanpınar’ı, Omer Seyfettin’i, Cemil Meric’i, Erol Gungor’u, Behcet Necatigil’i, Ahmet Muhip Dıranas’ı, Bahattin Karakoc’u, Sezai Karakoc’u, Mustafa Necati Sepetcioğlu’nu, Tarık Buğra’yı, Emine Işınsu’yu, Nihal Atsız’ı, Seyit Ahmet Arvasi’yi, Attila İlhan’ı, Cemal Sureya’yı, Fazıl Husnu Dağlarca’yı, Hilmi Yavuz’u, Sevinc Cokum’u, Adalet Ağaoğlu’nu, Cengiz Aytmatov’u ve Cengiz Dağcı’yı...severek okumaya devam ettim.
Batılı yazarlardan ise insanı derinlemesine tahlil edebilen, mistik Âlemle ve metafizikle bağ kurabilenlerle; butun zamanlar icin guzel olan klasikleri okumaya devam ettim. Bunların başında Shakespeare, Baudelaire, Rilke, Dostoyevski, Tolstoy, Kazancakis, Milan Kundera ve Erich Fromm geliyor.
İLK URPERTİ, İLK İLHAM
Yazdığınız ilk edebiyat metnini (şiir, hikaye, deneme...) hatırlıyor musunuz? Bu hevesinize, yakınlarınızın (anne, baba, kardeş, oğretmen...) tavırları ne oldu?
-Kucukken, 1965 yılında İstanbul Universitesi Capa Tıp Fakultesi Gureba Hastanesi’nde uc ay yatmış ve yoğun bir tedavi gormuştum. Sanıyorum bendeki ilk duygu ve duşunce derinleşmesi veya yazarlığın ilk nahif, cocuksu filizlenişi buradaki hatıralarımı yazmamla başlamıştır. Fakat o zamanlar, yazmanın ve edebiyatın ne demek olduğunu bilmiyordum. Bana bu hatıraları yazdıran, yaşadığım acıklı gunlerin ic zorlamasıydı. İsimlendiremediğim tabii bir duyguydu.
Hani Peyami Safa, “Buyuk bir hastalık yaşamayanlar, hayatı derinlemesine anlayamazlar!” der ya. Belki de bu hastalık benim icin, cizgi otesine gecişin, derinleşmenin ve yazı hayatına merhaba demenin vesilesi olmuştu.
Yazdığım ilk şiir denemesini ise cok iyi hatırlıyorum. İlkokula gidiyordum ve yanılmıyorsam 1967’nin guneşli bir Sonbahar gunuydu. Bunu fırsat bilen rahmetli Babam, iyice kurumadan eve kaldırılmış fındık cuvallarını, daha iyi kurumaları icin yayla kapısına cıkarmıştı. Ben icerideydim. Oğle guneşi, cerceveleri maviye boyalı kucuk pencerelerimizin ince camlarından gecerek iceriye suzuluyordu.
Ansızın icime bir şey doğmuştu o an. Daha once hic hissetmediğim, ilk defa tanıştığım bir şey...İlham dedikleri buydu herhalde. İlk heyecan, ilk titreşim ve kafiyeli ilk sozun doğum sancısıydı. KÂğıdı kalemi elime aldım ve ilk cocuksu dortluklerimi fındık uzerine yazdım. Toplanışından, kurutulup satılışına kadar hayatımızda muhim bir yer tutmadaydı fındık urunu. Belki bu yuzden, ilk şiirimin konusu fındıkla ilgiliydi. Yıl 1967 idi ve kÂğıda kayıt duştuğum ilk mısralar şoyleydi: “Fındık denilen mahsul/ Sert kabuklu bir yemiş/Kara gozlu sevdiğim/ Onu cok sevdim demiş.”
Bu sade ve basit sozlerin kurgusu ile icimde yepyeni bir dunya acılmıştı. Artık kafiye tutturma sırrına ermiştim. Şiir dunyasına atılan ilk adımdı bu. Uzun ve yorucu bir cilenin ilk işareti. İlahî bir ses, taşralı cocuğun kulağına esrarlı kelimeler fısıldamıştı sanki: “Ey cocuk, bundan boyle kelimelerin buyuk azabını cekeceksin. Bu sana verilen mukaddes bir gorevdir!”
Bu duyguları ve şiir yazabilme yeteneğimi keşfettiğimi uzun zaman yakın cevreme hic acmadım. Sadece ilkokul arkadaşlarıma soyledim. Ne de olsa onlar şiirin ne olduğunu az-cok biliyorlardı. “Ben her şey icin şiir yazabilirim!” dedim. Cunku “kafiye” ve ses uyumu sanatı bana ilham edilmişti. Arkadaşlarım da cocuk olduklarından pek fazla bir ilgi duymadı. Bunu sıradan, gecici bir heves olarak duşunduler.
O sıralar, Gediz depremi olmuştu. Bu sosyal acı uzerine, “Deprem oldu, Gediz battı/Bu facia bizi yaktı/O gun matem bir sabahtı/Butun dunya Âlemine!” diye bir şiir yazdım. Oğretmenlerime okudum. Şiiri cok beğendi ve onu okuldaki duvar gazetesine astılar. Boylece şairliğim ortaya cıktı. Oğretmenlerim, okul arkadaşlarım ve cevreden, “şiir yazan cocuk” olarak ilgi ve itibar gormeye başladım. Bu alÂka, yazma hevesimi artırdı. Ailem ise durumdan habersizdi.
EDEBİYATIN HİSAR’INI AŞAN ŞAİR
Herhangi bir dergi veya gazetede yayınlanan ilk edebiyat calışmanızı hatırlıyor musunuz? Adı, konusu neydi. Şiirse ilk mısraları, yazıysa ilk satırları nasıl başlıyordu. Aile ve okul cevrenizde nasıl karşılandı?
-Basılı bir yayında cıkan ilk şiirim, İstanbul’da ortaokuldu okuduğum sırada, 1973 yılının Mart ayında halk ozanı Aşık Veysel’in olumu uzerine yazdığım “Veysel’in Ardından” isimli şiirdir.
Bu şiir, o zamanlar, İstanbul’da yayınlanan “Gun” gazetesinde yer aldı. Aynı şiir birkac gun sonra, BabıÂlî’de tanıdığım ilk isim olan merhum Tahir Kutsi Makal tarafından “Son Havadis” gazetesinde de yayınlandı.
Fakat edebiyat dunyasına ilk ciddi adımı, “Hisar” dergisinde yayınlanan “Anamın Elleri” adlı şiirle attım. Bu şiirden ezberimde kalan mısralar şoyle:
“Toprak kokar/Yosun kokar/Gul kokar/Bu ellerde/Her ciceğin balı var!”
Bir koylu kadını olan anamın cileli hayatını anlatıyordu şiir. Bunun ardından, Hisar’da kapanıncaya kadar şiirlerim yayınlandı.
Edebiyatımızda yeri tartışılamayacak bir ekol teşkil eden Hisar dergisinde yer almak, oyle kolay değildi. Bu, soz konusu kişi icin debî-estetik ve fikrî bir olgunluk olcusu demekti. Dolayısıyla, “Hisarcılar”ın şahsıma gosterdiği ilgiye teşekkur borcluyum. “Hisar” dergisi edebî hayatımda bir donum noktası ve cıkış olmuştur. Tabii ki, ardından “Tore” ve “Turk Edebiyatı” dergisinin desteğini de yÂd etmek gerekir.
Aileme hÂl bu konuda fazla bir şey yansıtmıyordum. Cunku onlar bunu kavrayacak kultur birikimine sahip değildi. Okul ve kultur cevresindeki arkadaşlarım ise ismim dergilerde yer aldıkca seviniyor, bana cesaret veriyorlardı.
Edebiyat dunyasına girişinizde sizi yonlendiren ve teşvik eden cevrenizden veya edebiyat dunyasından kişiler oldu mu, kimlerin yardımını gordunuz?
-Edebiyat dunyasına girme konusunda cevreden ozel bir gayret gormuş değilim. Bu tamamen icten gelen eğilim, karşı durulmaz bir yazma ihtiyacı ve baş edilmez bir tecessus ile mumkun oldu. Allah’ın takdiri ve kulun gayreti ile yani. Bu konuda bana cesaret veren, belli isimlerden ziyade; gonderdiğim şiirleri yayınlayan dergilerin teşviki olmuştur.
Baştan beri, zaten endi kendimin acımasız bir eleştiricisi oldum hep. Acizane, yazdıklarımı Batı ve Doğu kriterleri olcusunde gozden geciriyor, eliyor; bu konuda kendi kendime karşı acımasız davranıyordum.
Muhterem Emine Işınsu’nun bana yazdığı, “KÂğıdın yırtılır bir nesne olduğunu unutma!” sozu, bu konuda rehberim oldu.
Bu arada, ozellikle İlhan Gecer beyin, rahmetli Niyazi Yıldırım Gencosmanoğlu’nun, Ahmet Kabaklı hocanın ve şiirimizin aksakalı Bahaeddin Karakoc ağabeyimizin, şiirim hakkında soyleme teveccuhunde bulundukları ovucu, yureklendirici sozlerin hakkını da teslim etmek lazım.
Fakat butun bunların dışında-bir sosyal tesbit olarak belirtmeliyim ki-ben zaten baştan beri zor olana, cilesi cekilene taliptim. Edebî, estetik ve fikrî yoğunluğu yeterli olmayan bir şiir her şeyden once benden “geciş izni” alamazdı!..
YAZMASAM, YAŞAYAMAZDIM
Ciddi anlamda yazmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz?
-Yazmanın ve yazdıklarını gun ışığına cıkarıp edebiyat severlerle paylaşmanın buyuk arzusu, ozellikle birkac şiirim edebiyat dergilerinde cıkınca ve hele Hisar gibi bir sanat-edebiyat, estetik okulu niteliği taşıyan ve herkesin kolayca yer alamadığı secici bir dergi şiirlerime peş peşe yer verince iyice belirmeye başladı. Ote yandan, Rilke’nin, “Genc Bir Şaire Mektuplar”ında ifade ettiği gibi, “yazmadan yaşayamayacağımı”, yazmanın hayatımın biricik eylemi olduğunu anladım ve işin birikimini, ilmini elde etme gayreti icerisine girerek, ciddi ciddi yazmaya başladım.
Yine samimi olarak kaydetmeliyim ki, yazmak bende hicbir zaman bir heves, bir hobi olarak tezahur etmedi. Ben baştan beri işi ciddiye aldım ve baştan beri şair-yazar olacağım/olduğum duşuncesini taşıdım, onun gerektirdiği cileyi cekmeye başladım. Kısacası, duygu ve duşuncelerimi kayıt altına almak, yani yazmak, doğuştan genlerime yuklenmiş mukaddes bir misyon ya da kaderdi. Bundan kacamaz, bunu erteleyemezdim. Yazmamak diye bir alternatifim, secme hurriyetim yoktu. Hayatın acı dalgalarıyla fikrin keskin sancısını beyninde ve yureğinde derinden hisseden biriydim. Yazmasam cıldıracaktım. Cıldırmamak icin yazdım. Yazmanın benim icin birinci mÂnÂsı, bu psikolojik rahatlama, tatmin olma duygusuydu. Yazdıklarımın yayınlanması, şohret olmam falan pek onemli değildi.
Bu konuda anlatmak istediğiniz ve unutamadığınız bir hatıranız var mı?
-Yazma konusunda herkes gibi ben de, bircok hatıra yaşamışımdır. Once, şiirin ne olduğunu bilmeyen bir ananın ve Kur’Ân-ı Kerim’den başka hicbir kitap okumamış bir babanın cocuğu olarak dunyaya gelmiştim. Bu yuzden, işim ve katlanmam gereken uretme sancısı başkalarına kıyasla iki kat daha fazlaydı. Taşralı kucuk cocuğun beynindeki buyuk fırtınaları, kalbindeki buyuk tufanları anlayacak, ona destek olacak bir cevrem yoktu. Şiir yazdığımı, bir duygu ve duşunce acısı cektiğimi herkesten gizliyordum.
Akşamları beş numara gaz lÂmbasının olgun ışığında şiirler, romanlar okurken ve bıkıp usanmadan notlar alırken, şiir taslakları yazıp-karalarken; bir cakıl taşı kadar duru ve saf olan anam garipseyen, acıyan bakışlarla yuzume bakar, “Kalk yat oğlum” derdi, “gozlerine yazık! Yorma kendini bu kadar.”
Babam ise sanki, “edebiyatın-kulturun para etmezliğini” yirmi yıl onceden gormuş gibi: “Boşuna okuyorsun. İki kasa hamsi alıp, Surmene pazarında satsan, bundan daha iyidir!” derdi.
Bu sozlere kırılır ama belli etmezdim. KelÂm ve kalem urununun, bir gun mutlaka layık olduğu kıymeti, itibarı bulacağına inanırdım.
Zeytinburnu Ortaokulu’nda okurken, bir matematik oğretmenimiz vardı. Sol goruşluydu. Bir gun beni ozel olarak odaya aldı. Orada bana bazı sol yazarların isimlerini soyledi ve bunları tanıyor musun dedi. Evet dedim. Sonra bazı sağ yazarların isimlerini sıraladı. “Peki bunları tanıyor musun?” dedi. Hayır dedim. Gercekten de hic birinin ismini duymamıştım. O yıllarda kitapcı vitrinlerinde hep sol goruşlu yazarların kitapları vardı. Bak dedi, o zaman secimini iyi yap. Soldan gidersen sen de tanıdığın bu yazarlar gibi tanınır, şohret olursun. Kitapların satılır. Yok eğer sağ tarafı izlersen, sen de o ismini dahi duymadığın yazarlar gibi silinir gidersen. Hic kimse seni tanımaz. Duşun, kararını ona gore ver.
Dedikleri doğruydu. Fakat ailemden aldığım kultur ve inanc, yureğime silinmez, başkalarıyla değiştirilemez şekilde işlenmişti bir kere. Bu ırmağı başka yone akıtmak, onu kendi vadisinden taşra cıkarmak mumkun değildi. Daha sonra Zonguldak’ta liseyi okurken de. Matematik oğretmenim Mehmet Bey, beni sol cizgiye cekmek icin cok uğraştı. Hatta, “Sen kendinle celişiyorsun” dedi. “Sosyal karşı cıkışların ve eleştirilerinle, aslında sen sol dunyaya ait birisin. Fakat duygularınla kendini sağda hissediyorsun.” Aklı sıra beni tereddute duşurmek ve sola yonelmemi sağlamak istiyordu.
Fakat cok şukur ki, daha o yıllarda bile “haksızlığa karşı cıkmanın” ve “ezilen insanın yanında” olmanın, sadece solun tekelinde bulunamayacağının farkında ve idrakindeydim.
Sola hicbir zaman zerrece meylim olmadı. Cunku doğduğumda babam kulağıma ezan okumuştu ve ilk okul oncesinde kısa bir sure de olsa medrese eğitimi almıştım. Millî Şef doneminin sebep olduğu korkunc kıtlık yıllarının trajik hikÂyeleriyle buyumuştum. Daha sonra, efsanevî bir Adnan Menderes sevdasıyla tanışmıştım. Evimizin bir odasında onun insan-yuzlu ve muşfik fotoğrafı asılıydı. Altında kocaman harflerle: “Menderes, Allah seni başımızdan eksik etmesin!” ibaresi yazılıydı. Yani mÂnevî duygularım, millî heyecanlarım cok sağlam ve yerleşikti cocukluğumdan beri. Acı ceksem de, yeterince tanınıp bilinmesem de, yazdıklarım hakkıyla değerlendirilmese de, bedelini cok ağır odesem de; ben hep burada, “kendi inancımızın, kendi kulturumuzun, kendi medeniyetimizin onurlu dairesinde” kaldım. Omrum oldukca da, kalmaya devam edeceğim...
Hayatınızın ve eserlerinizin toplu olarak ele alındığı biyografinizle bir fotoğrafınızı ekler misiniz?
OLCAY YAZICI’NIN OZ GECMİŞİ
Osman Olcay Yazıcı, 1953’te Trabzon’un Surmene ilcesine bağlı Kucukdere Nahiyesinin Yukarıovalı(Vizara) koyunde doğdu. Babası Molla Temel’in oğlu Ahmet Yazıcı, annesi Ali Efendi’nin kızı Ayşe Yazıcı’dır. Kucukken gecirdiği bir hastalık yuzunden okul hayatına gec başladı. Daha ilkokula gitmeden ve okuma-yazma bilmeden, okumanın buyuk ozlemi ile tutuşuyor ve icinden “Eğer okumayı bilseydim, yol kenarlarındaki, coplerdeki gazete parcalarını bile alır, temizler okurdum!” diye geciriyordu.
Bu aşkla, okula gitmeden okumayı sokmuştu. Ailesi hastalığını bahane ederek onu okula gondermek istemiyordu. Yaşı epey ilerlemişti. Fakat bu sıra dışı beyin, okumadan yapamazdı.
Bir gun bir yakını ile ailesinden gizli Aşağıovalı İlkokulu’na gitti ve okuma-yazmayı bildiği icin, doğrudan ikinci sınıf oğrencisi olarak okula başladı.
Şiir hayatına ilkokulda başladı ve ilk şiirlerini burada yazdı.
Daha sonra ortaokulu okumak uzere İstanbul’a geldi. Ortaokulu Zeytinburnu’nda okudu ve bu sırada İstanbul Orta Dereceli Okullar Arasında duzenlenen” Cumhuriyetin 50. Yılı Şiir Yarışması”nda, “Bu Catı Altında” adlı şiiriyle birinci secildi. Artık ona herkes “şair” gozuyle bakıyordu.
Turkce oğretmeni Gurşen Kafkas’ın da desteğiyle ilk defa ortaokulda Şiir Sergisi actı. Ortaokuldan sonra liseyi okumak uzere bu sefer de Zonguldak’taki ablasının yanına gitti ve liseyi oradaki Fener Lisesi’nde okudu.
Bu sıralarda mesleğinde hayli yol almış ve kendi uslubunu bulmuştu. Oyle ki, kendinden on, on beş yaş buyuk şairlerin bile yer alamadığı “Hisar” dergisinde ilk onemli şiiri sayılan “Anamın Elleri” yayınlandı. O artık kararını vermiş, yolunu secmişti: Şair olacaktı.
Yuksek oğrenimine devam edebilmek icin tekrar İstanbul’a dondu. Aruz ettiği, Basın Yayın Yuksekokulu’nu ve Sosyal Bilimler’i kazanamamıştı. Caresiz Kocaeli Meslek Yuksekokulu Sevk ve İdare Bolumune kaydını yaptırdı ve 1979 yılında buradan mezun oldu.
Bu yıllarda, Olcay Yazıcı ismi edebiyat dergilerinde sık sık goruluyordu. Hisar dergisinden sonra Tore ve Turk Edebiyatı gibi yine seckin dergilerde şiirleri yayınlanıyordu. “Bir Mavi Turkudur Deniz” isimli şiiri 1978’de Turkiye Radyolarından kemence fon muziği ile defalarca okundu. Artık ozgun, farklı ve derin şiiri ile Olcay Yazıcı’yı kultur ve edebiyat cevresi ilgi ile takip ediyordu.
Yuksekokulu bitirdikten sonra, buyuk şehre gelmeyen ve yalnız olan anasına arkadaşlık edebilmek, ruhunu tabiatın sukuneti icende dinlendirebilmek icin Surmene’deki koyune dondu. Burada yaşadığı 4 huzunlu yılın acı hatıralarından “Huzun Yazıları” isimli buyuk beğeni kazanan eseri cıktı daha sonra.
Hassas, kırılgan ve ice donuk kişiliği sebebiyle munzevi yaşamaktan hoşlanıyordu. Fakat onuruyla tek başına ayakta kalabilmek ve edebî hayallerini gercekleştirebilmek icin bir iş tutmak zorundaydı.
Cantasında şiir taslakları ve yazı denemeleri olarak, 1983 sonbaharında yeniden bunalarak kactığı şehre, İstanbul’a sığınmak zorunda kaldı.
Burada, Turk Edebiyatı Vakfı Başkanı, gazeteci-yazar Ahmet Kabaklı ile tanıştı. İş talebinde bulundu. Daha once, Turk Edebiyatı Vakfı’nın 1982 yılında actığı Cocuk Edebiyatı Yarışmasında “Cocuklar Vatanında Buyusun” isimli calışmasıyla 130 eser arasından birinci secilmişti ve Turk Edebiyatı Dergisi’nde şiirleri yayınlanıyordu. 1983 Kışında Turk Edebiyatı Dergisinde editor olarak goreve başladı. Kultur dunyasının bircok siması ile burada yakından tanışma fırsatı buldu. Yazdıkları edebî cevrede yankı uyandırıyordu. Bir sure sonra Turk Edebiyatı Derginin Yazıişleri Mudurluğune getirildi. 1984 baharında dergiden ayrılarak, Turkiye Gazetesinde gazeteciliğe başladı.
Ozetle Yazıcı’nın, başta Hisar, Tore, Meşale, Pınar, Turk Edebiyatı, Boğazici, Dolunay, Ufuk Cizgisi, Milli Kultur, İnsan ve KÂinat, Cemre, Guneysu, Cağrışım, Tepe Edebiyat, Kırağı, Kultur Dunyası, Tarih ve Duşunce olmak uzere, bircok dergide şiir, hikÂye, deneme, kultur-edebiyat ve felsefe yazıları yayınlandı.
Turk Edebiyatı Vakfı’nın yayınladığı Turk Edebiyatı Dergisi’nin Yazı İşleri Mudurluğunu(1983-84), İhlas Holding’in dergiler grubundan olan bilim ve teknoloji dergisi İnsan ve KÂinat’ ın editorluğunu (1988-94) yaptı.
1984’te gazeteciliğe de başlayan şair-yazar ve gazeteci Osman Olcay Yazıcı, 12 yıl calıştığı Turkiye Gazetesi’nde dizi yazı, mulÂkat ve koşe yazarlığı; kultur-sanat sayfası yoneticiliği, hayatım roman sayfasının editorluğu ile yazı işleri ve Avrupa baskıları servisinde redaktorluk gorevlerinde bulundu (1984-1997.)
16-20 Eylul 1991 tarihinde İstanbul’da yapılan 12. Dunya Şairleri Kongresi ve Yunus Emre’ye Saygı Kurultayı’na (X11. World Congress Of Poets, In Homage To Yunus Emre) “Derviş” isimli şiiri ve “Yunus Emre’nin RuzgÂrıyla” konulu tebliği ile katıldı.
1997’de Turkiye Gazetesi’nden ayrılarak, edebiyat cevrelerince”Butun zamanların en iyisi” diye değerlendirilen Kultur Dunyası Dergisi’nin Genel Yayın Yonetmenliği’ni ustlendi(1997-98, 16 sayı.)
1999’da Kultur eski Bakanı Namık Kemal Zeybek’in sahipliğini ve başyazarlığını yaptığı Ayyıldız Gazetesi’nin Kultur-Sanat sayfasını yonetti.
Halen, Mustakil Sanayici ve İşadamları Derneği MUSİAD’ın Sureli Yayınlar Editorluğunu yurutuyor.İLESAM ve Gazeteciler Cemiyeti uyesi olan şair ve yazar Olcay Yazıcı’nın, Arif Nazım ve Mehmet Yılmaz tarafından bestelenmiş şiirleri de var. Songul İnan’la evli olan Olcay Yazıcı’nın, Feyza ve Arife Ayşegul isimli iki kız cocuğu bulunuyor.
Geleneğe bağlı cağdaş Turk şiirinin onculerinden ve entelektuel şiirin orta kuşak temsilcilerinden sayılan Olcay Yazıcı, farklı ve ozgun bir usluba sahiptir.
Aşırı hassas mizacı ve trajik yaşantısıyla Peyami Safa’ya benzetilen Olcay Yazıcı, Safa’nın, “Omrum, hep bir felÂkete uğrayacağım duygusu icinde gecti!” fikrini, kendisine de tıpa tıp uyan bir psikoloji kabul eder. Ote yandan, felsefî-mistik boyutu ile Necip Fazıl iklimine, sarıcı ve sarsıcı uslup ustalığıyla da Cemil Meric’e yakın bulunursa da, onun şiirini ve denemelerini yakından inceleyenler farklılığını, kullandığı sembol ve imajlarla orijinalliğini fark ederler.
Olcay Yazıcı geleneğe bağlı, divanî ve halk tarzı, kafiyeli, olculu şiirler yazan bir şairdir. Serbest şiire karşıdır.“Şiir, en basit tarifiyle disipline edilmiş sozdur. Bunun serbesti, rast gelesi, şaire goresi olmaz” der.
Ona gore, serbest şiire ovgu dizenler, geleneksel şiirin buyuk cilesine katlanamayanlar ve bu sahada ikna edici urunler ve azabı cekilmiş eserler meydana getiremeyenlerdir. Cunku, serbest şiirde, Bektaşi namazı gibi, “ben yazdım oldu!” duşuncesi hÂkimdir. Halbuki geleneksel şiir formuna ve normuna gore, bir eser ya şiirdir, ya şiir değildir. Onun olcusu, terazisi ortadadır. Kacamağı, bana goresi yoktur.
AŞKIN OLANIN ESRARI
Yine de serbest şiire buyuk bir husumetle yaklaşmaz. Fakat şunu da soylemekten kacınmaz: Tamam, şiiriniz olculu, kafiyeli olmasın. Mısra değil belki ama uzun-kısa cumlelerinde edebî, estetik, sembolik ve ozgun cağrışım zenginliği bulunsun. Mucerret soyleme gucune sahip olsun. Felsefî, tasavvufî, fikrî ve lirik yoğunluk taşısın. Aleladenin, gundelik konuşma dilinin, mektup cumlesinin uzerine taşsın. Aşkın olanın esrarını, edebî rayihasını taşısın. Kalbe nufuz etsin. Bunu başaramayan bir metne, şiir adı vermekle o metin şiir olmaz/şiir sayılmaz. Edebî bir eser kabul edilemez.
Olcay Yazıcı, duşunce ağırlıklı şiirlerinde olduğu gibi; denemelerinde ve fikir yazılarında da entelektuel bir uslup guzelliği, bir irfan derinliği yansıtır okuyucuya. Bu sebeple, denemelerindeki insanı sarıcı ve sarsıcı uslup Cemil Meric’le kıyaslanır.
Gerek Necip Fazıl’ı, gerekse Cemil Meric’i severek okuduğunu, bu isimlere buyuk bir hurmeti olduğunu belirten Olcay Yazıcı, “Fakat ben ozgun ve orijinal kendimim!” der. Benzerlikte ısrar edenlere ise “Necip Fazıl ne kadar Baudelaire ise ben de o kadar Necip Fazıl’ım!”cevabını verir.
Soz konusu isimlerle kendisi arasında paralellik kuran mantığın ilmî metodolojiden mahrum, yuzeysel bir mantık, kısır bir idrak olduğunu; aradaki nuansları goremediğini, kolaycı ve peşin hukumlu davrandığını savunur.
Yoğunlaştırılmış bir cumleye sığdırmak mumkunse, cileli, zorlu bir hayatın, sosyal-mistik bir ofkenin entelektuel şairidir Olcay Yazıcı. Ferdin ve toplumun,“kendisi olmasını/kendisi kalmasını” biricik onur ve erdem sayan; şiiri ciddiye alan, fikrî ve estetik capsızlığa, sıradanlığa tahammulu olmayan; sığ ve şovmen tiplerin vitrine cıkmasından muthiş rahatsızlık duyan bir mizaca sahiptir. “Bir insanın hem iyi bir entelektuel, hem de iyi bir pazarlamacı olması mumkun değildir!...Eğer, şahsiyetli bir entelektuel ise iyi bir pazarlamacı değildir; eğer iyi bir pazarlamacıysa, o zaman da, entelektuel değildir!”der...
Şiirlerinde genellikle, Âşk, olum ve mistik Âlem; kimliksizleşme, erdemsizlik, yozlaşma, murakabe ve muhakemesiz sosyal değişme; koy-şehir, Doğu-Batı karşılaştırması/catışması; dunyevî olanla Âşkın olanın kıyaslanması gibi konu ve temalar ağırlıklı olarak işlenir.
Daha cok, tasavvufî, felsefî kaynaklardan beslenen, duşunce ve duygu yoğunluğu taşıyan; sembolik imajlar ve okuyucuyu şaşırtan surpriz--kafiyeler kullanan, beylik soyleyişlere iltifat etmeyen; kısaca trajik-ben’in şiirini yazan bir şair olarak tanınır Olcay Yazıcı.
Şiiri, “Sonsuz yorumlanan soz” ve “Kelimelerin taşıyabileceği son yoğunluk” diye tanımlayan şair, bu titiz, duyarlı, eleyici ve en sembolik, en guclu soyleyişi bulma yolundaki cehti ile klasikler arasında zikredilmeye hak kazanır.
Olcay Yazıcı’nın, dunya ve Turk edebiyatında orneği bulunmayan bir ozelliği de, şiirlerinde kelime tekrarının olmamasıdır. Bu titizlik, şaire aşırı bir azap yukler yazma sırasında.
Ondaki bir başka ilginc yan ise, Yazıcı’nın şiirlerinin ilk yazılışı ile son hali arasında buyuk farlılıklar bulunması; şiirin oluşma surecinde, baş dondurucu, cıldırtıcı bir değiştirme-ekleme-cıkarma cilesinin yaşamasıdır.
Bu konuda şoyle der: “Guzeli, guzel olmayandan ayıracak mumeyyiz bir makamın, ilmî-objektif/Âdil bir munekkit muessesesinin olmadığı; goz nûru akıtılıp cilesi cekilenle, seri imalatı yapılanın birbirinden ayrıt edilmediği bir ulkede; kelimelerin beynimi ve ruhumu aşındıran buyuk azabını neden cektiğimi doğrusu ben de bilmiyorum. Herhalde, sanatta estetik mukemmeliyet endişesinin, karşı durulmaz bir tezahuru bu. Yani bir tur delilik. Fakat unutmayalım ki, rahmetli psikiyatr Recep Doksat’ın ifadesiyle, ‘dunyanın delilere olan borcu, delilerin dunyaya olan borcundan cok daha fazladır!”
Bu buyuk sabır ve cile neticesindedir ki, Olcay Yazıcı’nın şiirlerinde benzeri pek bulunmayan orijinal imajlar, yoğun ve hikmetli soyleyişler sıkca yer alır.
Formule edilmiş bir ifadeyle: metafizik boyutu ve duşunce yoğunluğu ile Olcay Yazıcı, sûfî iklimin entelektuel şairidir. Ceşitli odulleri bulunan şair ve yazar Olcay Yazıcı’nın yayınlanmış eserleri ise şoyle:
“Cocuklar Vatanında Buyusun” (HikÂyeler, Turk Edebiyatı Vakfı 1982 Birincilik Odulu, 1985)/”Papatyalar Uşumesin”( HikÂyeler, Kultur Bakanlığı yayını, 1990)/”Erguvan Uğultusu” ( Şiirler, Boğazici yayınları 1991)/”Tartışmayı Tartışmak” ( Deneme-Kultur yazıları, Otuken Neşriyat 1992)/”Huzun Yazıları”( Ozgun bir metin, Boğazici yayınları 1993)/”Eylul’un Kırdığı Gul”(Şiirler, Otuken Neşriyat 1994)/”Kitapsız Toplum” (Deneme-Kultur yazıları, Otuken Neşriyat 1994.), “Buyuk Gun/Bir KıyÂmet AlÂmeti Olarak Hazreti İsÂ’nın Donuşu” (Araştırma, Marifet Yayınları 2001.), “Ateşi Uyandıran Şiirler” (Yayınlanacak yeni şiir kitabı.)
FİKİR FİKİR FİKİR
Kitap medeniyetinden
internet muhabbetine...
Olcay Yazıcı
“Ben kuş dilin bilirim, soyler Suleyman bana!”
Ansızın, sabahın sihirli ışıklarıyla birlikte bizim Yunus’un bu beyti duştu hafızama. Sûfî bir ilahî gibi yankılandı, yansılandı ruhumun derinliklerinde.
Bilişin, beşer icin daha otesi olmayan son sınırıydı bu sanki:
“Ben kuş dilin bilirim, soyler Suleyman bana!”
Sozde “iletişim cağı”nın, dar kapsam alanına mahkûm; hissiz, ufuksuz ve derinliksiz beyinleri; sozun, sezginin ve metaforlar dunyasının gonuldeki “ic fethini”, “ic uzayını” kavrayabilirler mi acaba? Yoksa, “cağdışı bir soylem” diye mi hukum verirler.
Fakat, birileri onlara anlatmalı ki: efendiler, toplumlar teknik ve maddî gelişmişliklerinden ziyade, efsane ve menkıbeleri ile yaşarlar. Bu sayede “dirlik-duzenlik ve dahi esenlik icinde” olurlar!
“Ben kuş dilin bilirim, soyler Suleyman bana!”
Kelimelerin kelimelere temasından aydınlık bir şimşek caktı beynimde.
KelÂmın ulvî ateşi tutuştu icimde. Fikirsizlik, duyarsızlık colunun gulleri yeşerdi birden. Şukur ki, soz olmuş değil. O ezelde var idi ve ebedîyen var olacaktı.
Aldırmayın, sozde iletişim ca