Ya Allah İcin "Allah" Deseydim

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:

- Gozleri gunlerdir uyku gormedi efendim, diyordu, yemiyor, icmiyor, işi gucu, gecesi gunduzu havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kar etmiyor, son bir care diye geldik size. Halbuki sen bir garip cobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gozu kordur diye de buna diyorlar, değil mi efendim…

İhtiyar adam bu esnada gozlerini dikmiş, iskeletinin ustune deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, celimsiz, sacı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gozlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer cobanı suzuyordu. Sonra bir ah cekti, yuzunu nefes almadan konuşmasını surduren delikanlıya cevirip tebessum etti.

- Kolay evlat kolay, dedi, caresizseniz care sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.

İki genc cobanın, cokmek uzere olan bu dağ kulubesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın butun dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar once padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O gunden beri de bu kulubede yaşıyor, gelen gecene ikram edip, gul alıp gul satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma donen genc coban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gonlune sultan olduğunu.

Aşık genc, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son umide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:

- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gun Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?

- Evet , dedi bilge, kırk gun o mağarada gece gunduz Allah diyeceksin, kırk gun sonra padişahın kızı senindir.

İki dost hemen yola cıktılar, aşık cobanın yuzune kan, dizlerine derman, yureğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gonlunde aşk, yuzunde umit ciceklerinden orulme bir tebessum, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hic vakit kaybetmeden diz coktu, dualar etti, gozlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah…

Gunler gunleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki koyleri bir soylenti coktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gunduz Allah diyen gencten bahsediyordu. Cami cıkışında ihtiyarlar, ceşme başında kadınlar, tarlada işciler, top oynarken cocuklar, herkes onu konuşuyordu:

- Şu karşı mağarada bir genc varmış, kendini Allah’a adamış, gece gunduz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah …

Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genc coban, mağaraya geldiğinde uc hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gozleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını gorunce, uyuyakaldı herhalde diye duşundu. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini gorunce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gozlerini acan genc adam , karşısında arkadaşını gorunce, gunlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk gunun yarıdan fazlası gecmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir umit kırıntısı… Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye calışıyor, avuclarını sıkıyor, gozleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gozlerine yayılan başkalık dikkatini cekmişti genc cobanın.

Aşık coban yeniden eline tesbihini aldı, gozlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru buktu, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tukendi her şey, hic tukendi, an bitti, sadece bir soz kaldı: Allah…

Kırk gunun dolmasına uc-beş gun kala, mağaradaki dervişin namı butun ulkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde surekli kalmadıklarından, bulundukları mekana bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ulkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği butun zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulubesinin yolunu tuttu. Hurmetle diz coktu bilge ihtiyarın onunde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:

- Hunkarım , gonul erleri mala-mulke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.

Kaderdi bu, padişahlarla koleleri aynı eteğin onunde diz cokturur, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessumle bahtiyar ederdi. Guldu ihtiyar:

- Neden kerimenizin nikahını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi.

Şaşırma sırası padişaha gelmişti.

- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lutfederler mi, kabul ederler mi?

Kırkıncı gunun guneşi batmak uzereydi genc aşığın mağarasının ustunden… Padişah ve ihtiyar bilge en onde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye calışan aşık cobanın arkadaşı, mağaraya doğru yurumeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden oylesine gecmiş, tespihiyle oylesine bir olmuştu ki, gelenler iceri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.

Padişah edepte kusur etmemeye calışarak iceri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması guc bir sesle;

- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.

Yavaşca başını cevirdi aşık , sonra butun vucuduyla dondu, gozlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan icinde. Vezirler, halk, genc coban, mağara, tespih, sessizlik, duvar… Hatta guneş bile batmaktan vazgecmiş, kafasını mağaranın icine doğru uzatarak olan biteni gorme telaşındaydı.

Padişah meramını anlattı, turlu tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hic birinde gozu yoktu dervişin.

- Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı alinize layık değil belki, ama lutfeder nikahınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…

Kırk gunluk cile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevincten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve butun gozler genc adamdaydı.

Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şoyle bir suzdukten sonra, gozlerini padişahın gozlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:

- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.

Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret icindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessum ediyordu. Aşık cobanın genc arkadaşı yaşlı gozlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:

- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gundur bu cileyi ne diye cektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?

Guldu aşık coban gozleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:

- A dostum, dedi, ben kırk gun padişahın kızı icin Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah icin Allah deseydim…

__________________