Bir varmış, bir yokmuş. Adı bilinmeyen uzak dağların ardında, hic kimsenin duymadığı bir ulke varmış. Bu ulkede insanlar buyuk buyuk işler yaparlarmış; daha doğrusu oyle olduğunu zannederlermiş. İşleri buyuk olunca, her anları cok yoğun olurmuş. Artık kimse kimseyi gormez olmuş ulkede... Sabah erkenden uyanan halk, işbaşı yapar; akşama kadar işinin başından ayrılmazmış. Dedik ya; buyuk işlerin adamlarıymış onlar!.. O yuzden, ne doğarken, ne de batarken; onları hic ilgilendirmezmiş guneş... Ne bahar geldiğinde kırlarda acan papatyalar, ne sonbaharda dokulen yapraklar dokunurmuş yureklerine... Onlar papatyaların suyunu şifa diye satmayı, sonbaharda kış oncesi yakıt giderini azaltma planları yapmayı severlermiş. Kıyıda koşede kalmış hastalar, fakirler ve yaşlılar; kıyıda koşede kalırmış onlar icin...
"-Hayat, bu işte!.." derlermiş. "Hastalanırsan devre dışı olursun. Yaşlılık pilin bitmesi, iş gucunun azalmasıdır."
Fakirler icinse kimse tek lÂf etmezmiş. Onlar, hic yokmuş bu ulkenin gundeminde...

Gel zaman git zaman; bir gun sokaklarda tellÂllar bağırmışlar.

"-Duyduk duymadık demeyin! Padişahımız ağır bir hastalığa dûcÂr olmuştur. Herkes, şifası icin elinden geleni yapsın; duÂsı makbûl olanlar el acsın; şifÂdan anlayan hekimler saraya adım atsın!.."

Pek du eden olmamış ama; "Nasıl şifa oluruz?" diye duşunen hekimler, ulkenin dort bir yanından saraya akın etmişler. Bir de ne gorsunler; padişah kocaman olmuş!!! Masal bu ya; padişah yemek yemeye cok cok duşkun bir adammış.
"-Ulkeyi yoneten adam oyle mi olurmuş?" demeyin, masal işte!
Padişah yemek yiye yiye hasta olmuş; vucudu kocaman olmuş. Artık ne oturabiliyor, ne kalkabiliyormuş. Hic kımıldamadan oylece yatıyormuş padişah!.. Sanki midesi dağ olmuş. Oyle buyumuş ki, midesi, bedeninde kalbine hic yer kalmamış. İşe bakın siz, mide buyuyunce, kalp kuculur, katılaşırmış.

Hekimler, padişaha ilaclar yapmışlar. Az yesin diye midesini kucultmeye calışmışlar, ama kÂr etmemiş. Hele kalbi icin kimse bir şey yapamamış. Belki beslenir de buyur diye, gozyaşı takviyesi yapmışlar damarlarından. NÂfile, o da işe yaramamış.

Padişahın yakınları umîdi kesmişler. Ama kalbi sağlam bir hekim:
"-Allah'tan umit kesilmez!.." demiş. "Bu sozumu yabana atmayın! Umit, kulların en sağlam ipidir."

Onlar da, umitlerini yeniden yeşerterek beklemeye başlamışlar. Bu guzel ve mÂn katılmış bekleyiş, ben diyeyim beş gun, siz deyin beş ay, devam etmiş.

Bir gun, ulkenin sınırlarından iceriye yaşlı bir adam girmiş. Yaşlı dediysem, Âsası olanlardan değil, gozu ve gonlu yaşlı olanlardan... LÂkin, kimse bilmezmiş gozunden cıkan yaşları, gonlundeki sızıyı... O, dimdik, dupduru gezmeye başlamış, Allah'ın yol verdiği bu ulkede.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe duz gitmiş. Gectiği dereler-tepeler şenlenmiş. Yol boyu ağaclar, serceler ve karıncalar fark etmiş, bu adamda bir başkalık olduğunu... Ağır ağır yuruyormuş adam; karmakarışık bir hayata alışık ulke insanlarına inat, her Âna anlam katıyormuş. Guneşe gulumsuyor, karıncalara yol veriyormuş. O yuruyor, ardından bir "huzur" ruzgarı bırakıyormuş efil efil... Boyle bir huzura alışık değilmiş insanlar. Ve onlar da durup derin derin iclerine cekmişler huzur ruzgarını. Hayat yavaşlamış ulkede. Bir adam, tek başına nasıl değiştirebilirmiş bunca şeyi, sozsuz, kelÂmsız?! Şaşırmışlar... Nihayet; yolunu kesip adını sormuşlar. Durmuş adam, tebessum etmiş:
"-Ramazan..." demiş.

Ramazan'ın yuruyuşu devam ediyormuş. Unu her yere yayılmış, saraya kadar ulaşmış. Umidi kuşanmış saray halkı, Ramazan'ı bir lutuf saymışlar ve saraya dÂvet etmişler.

Saraya giren Ramazan, lukse, şatafata hayret etmiş. O geldiğinden beri coktan ulke gundemine duşmuş gerci fakirler... Ama, bu israf kanına dokunmuş; uzulmuş, kalbine yaşlar inmiş. Onu alıp goturmuşler, hasta padişahın huzuruna... Ramazan, iceri girince bir daha sızlamış kalbi, yine ıslanmış. Kocaman bir bedenle, kımıldamadan yatan padişaha yaklaşmış; eğilip kalbini dinlemiş. Ne cılızmış kalbi; ah ne zayıf!...

Padişahın yakınlarına donmuş Ramazan;

"-Bu hastalığın hekimlik dilinde adı; şişmanlıktır. MÂnevi Âlemde ise biz buna «ağır ruh hastalığı» diyoruz."

"-Peki, care nedir?" diye sormuşlar.

"-Care Allah'tır, Allah'tandır. 30 gun, 30 gece kalacağım bu ulkede... İlan edin halka; 11 ay bedenler doymuştur; bir ay ruh doyacak! Fakirler kardeş bilinecek, duÂları alınacak. Ve zamanın kıymetini bilecek butun insanlar. Seheri, sabah bilecek; «vaktin oğlu» olma yarışına girecekler!"

"-Vaktin oğlu mu?" demişler, şaşırmışlar.

"-Biz ona «ibn-ul vakt» deriz. Ancak bu hÂle erişenler, aldıkları nefesi hissedebilirler, ciğerlerinin her koşesinde... Boylece, kalbin her atışı bir hayra alÂmet olur."

Sonra padişaha donmuş, Ramazan:

"-Sen de biraz iyilik yap. HÂl-hatır sor gule, boceğe!.. TÂ ki, kalbinin ‘tıp tıp'larını duyasın..."

Bunlardan sonra, saraydan cıkmış Ramazan. Ardında, ruzgarını bekci bırakmış. Ulkenin her şehrini, sokağını, yaylalarını, ırmaklarını, ovalarını dolaşmış. Bir ay surmuş yolculuğu... Bir akşam ezanı vakti, terk etmiş ulkeyi. Bir dahaki seneye niyetlenmiş; yine gelmeyi, yine duzen, yine sekînet getirmeyi...
Burda da masal bitmiş.
"-Bu masalda hic mi kotu yok?" diye sormayın. Ramazan bir yere geldiğinde; butun kotuler, esir edilirmiş bilinmez bir yerlerde. Gokten uc rahmet inmiş; biri padişahın cılız kalbine; biri "vaktin oğlu" olabilenlere, biri de Ramazan'ın ruzgÂrını yureğinde hissedenlere...

Kubra Akbet

__________________