İnsanoğlu hayra da şerre de meyyÂl bir fıtrat ve istidad ile yaratılmıştır. Bu Âlemin bir imtihan Âlemi olmasına bağlı bulunan ve ilÂhî tÂyin ve takdîr ile gercekleşen şu keyfiyet, Âdemoğlunun hayır-şer, guzellik ve cirkinlik arasındaki ebedî medd u cezrinin sebebidir. Bununla beraber hayır ve guzellikte matlub olan kemÂl noktasına ulaşabilenler, hemen hemen yuce dağ zirveleri gibi nÂdirattandır. Bu sebepledir ki, şarkın buyuk dÂhîlerinden Şeyh SÂdi-i ŞirÂzî, umûmî bir hukumle:
"İnsan nedir?" suÂlini:
"Bir kac damla kan, binbir endîşe!.." diye cevaplandırmıştır.
Bir yığın endîşe... Zîr dizginlenemeyen ihtiras ve arzular, bertaraf edilemeyen aşırı imrenme ve kıskanclıklar gibi menfî temÂyullerin doğurduğu huzursuzluktan kurtulabilen azın azı bahtiyarlar, boyle bir umûmî hukum icinde istisn teşkîl ederler.
CenÂb-ı Hakk, insanların bir topluluk hÂline gelmelerini murÂd etmiş, bunu te'min maksadıyla da nîmetlerini ferdden ferde farklılık arzeden bir sûrette tevzî buyurmuştur. Boylece onları birbirine muhtac kılmıştır. Beşer tarihinin her devrinde gorulen ve beşerin imtihanı icin gerekli olan bu farklılık, insan fıtratındaki ilÂhî tÂyine dayanan ve bu yuzden bertaraf edilemeyen temel bir esastır. Sosyal dayanışma ihtiyacı, yaratılıştaki bu farklılığın bir tezÂhurudur. Ancak bazı insanlarda birtakım arzu edilmeyen menfîlikler doğurabilmektedir ki, bunların başında hırs, kin, hased v.s. gelir.
Zincirleme devam edip giden bu menfîliklerden hırs, firenlenmediği takdirde hased denilen kalbî hastalığa muncer olur. Kendisini hırs ve hasedin girdabına kaptıranlar, er-gec husran ve huzursuzluk gayyÂsına duşerler. İnsanlık cevherine zarar veren bu temÂyuller, aynı zamanda Rabbin taksîm ve takdîr programına rÂzı olmamaktır ki, bir isyan sucudur. Muthiş bir nefis hastalığıdır ki, buna dûcÂr olanlar, kendilerindeki ihtiras ve hasedin ekseriya farkına varmazlar.
İnsanı tûl-i emel girdabında boğan ihtiras ve hasedler, kulun, Âhıreti unutarak duny muhabbetine mecnûnca bağlanmasıdır. Diğer bir ifÂde ile nefsin arzularını yenemeyip maddeye kole olmasıdır. Muhterisin gozu, asl doymaz. O, bu sebeple dÂimî bir fakirlik hÂlinde yaşar. MÂnevî bir aclık icinde kıvranır. Her tatminkÂrlık, onda bir doyum husûle getireceği yerde yeni bir iştih ve hırs uyandırır. Hasedin nefsdeki tezÂhurleri cok ceşitlidir. Hased, ferdin fıtratındaki selîm temÂyulleri felc eder. Mantığını za'fa uğratır. ÎmÂn ve tevekkulun tabiî tezÂhurlerini mağlûb ve mahkûm eder. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
"Hasedin koku, cehennemdedir." buyurmuştur.
Hasedci, hased ettiği kimseden nîmetin alınıp kendisine verilmesini ister. Bu mumkun olmaz ise; "Ne bana, ne ona!" der. Nîmet sahibinin nîmet ve istidadlarından asl hoşlanmaz ve onların zevÂlini arzu eder. Hasedci, hased ettiği kimseye kin, hÂinlik, intikam, hîle, ayıplama ve onu gıybet etme hisleri ile doludur. Kısacık omrunu, kuruntular ve endişeler icinde gecirir.
Hayatı takv olculeri icinde yaşayan evliyÂullÂh ise, duny işlerinde imrenmeyi bile hoş gormemişlerdir. Onlar, imrenmeleri bile nîmet sahipleri uzerine duşurulmuş birer hased golgesi olarak telÂkkî etmişlerdir.
"Ona verilen bana da verilmiş olsa idi..." gibi vesveseler, ilÂhî taksîme karşı bir hoşnutsuzluk ve ilÂhî takdîre bir nevî rÂzı olmamaktır. İnsan bilmez ki, belki hakkında hayırlı olan, yaşadığı hÂldir.
Rûh incelip zarîfleştikce, dunyÂya Âid butun imrenmeler ve hasedler ortadan kalkar. Boylece mu'minlerin kalbî seviyelerine gore nîmetlerdeki kıymet olculeri farklılaşır.
Şerîatte; "senin malın senin, benimki ise benimdir."
Tasavvufda; "senin malın senin, benimki de senindir."
Hakîkatte ise; "ne seninki senin, ne benimki benim; hepsi AllÂh'ındır." telÂkkîsi gercekleşir.
İhtiras ve hasedin bir aldanış ve neticesinin de bir serap olduğunu, icli Yûnus ne guzel ifÂde eder:
Mal sahibi mulk sahibi
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan mulk de yalan,
Var biraz da sen oyalan !..
Buna gore, yeni îcÂd edilmiş sanılan devre-mulk mÂlikliği ezelden beri mevcûd demektir.
Muhterisin îmÂn ve tevekkulu, hased sebebiyle surekli zaaf hÂlinde olduğu icin onun rûhÂnî hayatını zindana cevirir.
Hazret-i MevlÂn -kuddise sirruh-, muhterisin hÂline hayret ederek şoyle buyurur:
"İnsana ne oluyor da altının, duny malının kolesi oluyor? Hakk yolunda harcanmayanlar nedir? Neyi ifÂde eder? Duny malının esiri olarak onun kapısında yılan gibi kıvrılıp yerlerde surunmek zilleti, insanı goklere eli boş gonderen bir sefÂlet sebebi değil de nedir?!."
Nitekim mala-mulke esir olup mÂnevî sefÂletin girdaplarında boğulan SÂlebe'nin hÂli, pek duşundurucu bir misÂldir:1
Medîne muslumanlarından olan SÂlebe'nin, mala-mulke karşı aşırı derecede hırsı vardı. Zengin olmak istiyordu. Bunun icin RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'den du istedi.
Onun bu talebine AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle cevap verdi:
"-Şukrunu ed edebileceğin az mal, şukrunu ed edemeyeceğin cok maldan hayırlıdır..."
Bu ifÂde uzerine isteğinden vazgecen SÂlebe, bir muddet sonra hırsının yeniden depreşmesi ile tekrar RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'e gelip:
"-Y RasûlallÂh! Du et de zengin olayım!" dedi.
Bu def Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:
"-Ben senin icin kÂfî bir ornek değil miyim? AllÂh'a yemîn ederim ki, isteseydim şu dağlar altın ve gumuş olarak arkamdan akıp gideceklerdi; fakat ben mustağnî kaldım."
SÂlebe, yine isteğinden vazgecti. Fakat icindeki ihtiras fırtınası dinmiyordu. Kendi kendine; "Zengin olursam, fakîr fukarÂya yardım eder, daha cok ecre nÂil olurum!" şeklinde zannî bir sebebe sarılmış ve nefsinin şiddetli talebine yenilmiş olarak ucuncu kez Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in yanına gitti ve:
"-Seni hak peygamber olarak gonderene yemîn ederim ki, eğer beni zengin ederse, fakîr fukarÂyı koruyacak, her hak sÂhibine hakkını vereceğim!.." dedi.
NihÂyet bu kadar ısrar karşısında AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
"-Y Rabbî! SÂlebe'ye istediği dunyÂlığı ver!" diye du eyledi.
Cok gecmeden bu du vesîlesiyle AllÂh TeÂlÂ, SÂlebe'ye buyuk bir zenginlik ihsÂn etti. Suruleri dağı taşı doldurdu. LÂkin o Âna kadar "mescid kuşu" ifÂdesi ile vasıflandırılan SÂlebe, mal ve mulku ile uğraşmaktan yavaş yavaş cemÂati aksatmaya başladı. Gun geldi sadece Cuma namazlarına gelir oldu. Ancak bir muddet sonra Cuma namazlarını da unuttu.
Birgun onun durumunu sorup oğrenen AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
"-SÂlebe'ye yazık oldu!.." buyurdular.
SÂlebe'nin gaflet ve cehÂleti, bu yaptıklarıyla kalmadı. Kendisine zekÂt toplamak icin gelen memûrlara:
"-Bu sizin yaptığınız dupeduz harac toplamaktır!" deyip, daha evvel vereceğini va'dettikleri şoyle dursun, fakîr fukarÂnın Âyetle sÂbit olan asgarî hakkını dahî vermekten kacınacak kadar ileri gitti. MunÂfıklardan oldu.
Bu hÂl, Âyet-i kerîmede şoyle buyurulur:
"Onlardan (munÂfıklardan) kimi de: Eğer AllÂh, lutuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sÂlihlerden olacağız! diye AllÂh'a soz verdi."
"Fakat AllÂh, onlara lutfundan (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (AllÂh'ın emrinden) yuz cevirerek sozlerinden donduler." (et-Tevbe, 75-76)
Kendi ahmaklığı yuzunden Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in îkÂzını dinlemeyerek hareket edip de sefîl ve perîşÃ‚n bir şekilde bedbaht ve hazîn bir Âkıbete dûcÂr olan SÂlebe, dunyÂnın gecici servetine aldanarak ebediyyet fukarÂsı olmuştu. Buyuk bir pişmanlık icinde olurken kulaklarında Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in şu sozleri cınlıyordu ÂdetÂ:
"-Şukrunu ed edebileceğin az mal, şukrunu ed edemeyeceğin cok maldan hayırlıdır..."
Ancak bu îkÂza kulak vermemiş bulunan SÂlebe, fÂnî servetinin kendisini perîşÃ‚n eden girdapları icinde sonsuz bir elem ve ızdıraba dûcÂr olarak can verdi. SeÂdet zannettiği kısacık bir an ve az bir mala mukÂbil, ebedî bir seÂdeti ahmakca mahvetti.
SÂlebe'nin yukarıda nakledilen hikÂyesi, kaderi zorlamanın ve du ÂdÂbına riÂyet etmemenin fecî Âkıbetini kavramamız icin mukemmel bir misÂldir. Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de, onun hakkındaki murÂd-ı ilÂhîyi bildiği halde -muhtemelen- ummeti icin boyle bir misÂl vÂrid olsun diye SÂlebe'nin ısrarı uzerine arzu ettiği duÂyı yapmıştır. Bizse, CenÂb-ı Hakk'dan bir şey isterken onun hakkımızda hayır mı, yoksa şer mi olduğu hususunda aklımıza gereğinden fazla guvenerek ısrarcı olmak yerine talebimizin ind-i ilÂhîde makbûl ise kabûlunu istemeliyiz. Aksi halde lutuf icine saklanmış kahırları gorememekten dolayı başımıza cÂresiz dertler acarız. DuÂnın -sadaka gibi- mutlak kaderi değilse de muallak kaderi değiştireceği dînî bir gercektir. LÂkin o değişikliğin -zahir ve bÂtın- lehde olup olmadığı husûsunu sırf Âciz aklımızla tÂyin etmemiz buyuk bir hatÂdır. DuÂ, Rabbin bize bir musÂadesi, nîmeti ve hatt emridir. LÂkin onun muhtevÂsını ferdî akıl ve hislerimizle doldursak da, bu muhtevÂnın mutlaka hayır olduğu husûsunda inÂd etmemeli ve AllÂh'tan "Y Rabb! Hayırlı ise lutfeyle!" diye niyazda bulunmayı ihmÂl etmemelidir.
İnsanoğlundaki ihtiras, hadîs-i şerîfte şu şekilde ifÂde buyurulur:
"Âdemoğlunun altından iki vÂdîsi olsa, ister ki ucuncusu olsun. Onun gozunu ancak toprak doyurur. AllÂh -celle celÂluhû- tevbe edenlerin tevbelerini kabûl eder."
Muhteris, dunyÂdan uc bÂriz vasıfla ayrılır:
1. Topladıklarına doyamamak,
2. Umduklarına nÂil olamamak,
3. Her turlu gonul, irfÂn ve mÂneviyat mahrûmu olmak.
Muhterisin gonlunu saran tamahkÂrlık, orada ilÂhî aşk ve ihlÂsa en ufak bir yer bırakmaz. Ne husrandır ki, boyle kimselerin omurleri mal istiflemenin hamallığı ile gecer. Hayatları bir "korebe" oyununa doner ve hazîn bir son ile nihÂyet bulur.
Muhterisin doyamadığı duny hayatı hakkında NÂziÂt Sûresi'nin 46. Âyetinde:
"KıyÂmet gununu gorduklerinde, (dunyÂda) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk vakti kadar kaldıklarını sanırlar." buyurulmaktadır.
İhtirasın, insan rûhunu helÂk eden iştihalarla girdaplaştırması, CenÂb-ı Hakk'ın cehennemi tasvîrdeki ifÂdesini hatırlatır:
"O gun cehenneme: Doldun mu? deriz. O da: Daha var mı? der." (KÂf, 30)
CenÂb-ı Hakk, muhterisler icin diğer bir Âyet-i kerîmede:
"Bırak onları! Yesinler, tad cıkarsınlar (eğlensinler) ve boş emel onları oyalayadursun!.. Yakında (hakîkati ve başlarına gelecek kotu neticeyi) bilecekler..." (el-Hicr, 3) buyurulur.
Hasedin tÂrihi, insanın yaratılışı kadar eskidir. İlk hased, İblis'in Hazret-i Âdem -aleyhisselÂm-'ı topraktan ibaret gorup ona karşı tavır alması ile başlar.
Cunku İblîs, meleklerin hocası durumunda olmasına rağmen insanlar gibi nefs ile mÂlûl cin soyundandı. Bundan dolayı fıtratındaki bu temÂyulun tezÂhuru ile ilÂhî hikmete vÂkıf olamayıp Hazret-i Âdem'in topraktan yapısına aldanarak onunla kendisi arasında bir mukayese yaptı. Dumansız ateşten yaratılmış olan İblîs, Hazret-i Âdem'in ustunluğunu kıskandı.
Bilemedi ki, Hazret-i Âdem'e meleklerin ilÂhî bir emirle secde ettirilmesi, onda nûr-i Muhammedî'nin tekrîmi zarûretiyle idi. Bu kıssa, zÂhiri ilmin ilÂhî hikmete vukûf icin kifÂyetsizliğini gosteren ilk ve mukemmel bir ornektir.
Daha sonra vÂkî olan HÂbil-KÂbil kıssası da hasedin beşer hayatında ne kadar eski olduğunu gosteren bir misÂldir.
Hasedin bizim icin diğer bir ibret tezÂhuru de Yûsuf -aleyhisselÂm- ile kardeşleri arasında gecen tÂrihî vak'adır. Yusuf'un kardeşleri ki, Hazret-i Ya'kûb gibi buyuk bir peygamberin evlÂdları ve onun terbiyesi dÂhilinde yetişmiş kimselerdi. Buna rağmen oz kardeşleri olan Yûsuf -aleyhisselÂm-'ı kıskanıp onu kuyuya atmak gibi bir curmu irtikÂb etmekten kendilerini koruyamadılar. Bu vak'a, hased meylinin insandaki şiddet ve kuvvetini gostermek bakımından cÂlib-i dikkattir.
Hadîs-i Şerîfte buyurulur:
"Sakın hased etmeyiniz! Zîr hased, ateşin odunu yediği gibi sevapları ve iyilikleri yer bitirir."
Anahtarları taşınamayacak kadar ağırlıkta olan Karun'un hazînelerini Karun'la beraber yerin dibine geciren de hased değil midir?
AllÂh TeÂlÂ, Karun'un akıbetini şoyle beyÂn buyurur:
"NihÂyet biz, onu da sarayını da yerin dibine gecirdik. Artık AllÂh'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini mudÂfaa edip kurtarabilecek kimselerden değildir." (el-Kasas, 81)
Hased, her husûsta zemmedilmiş olduğu halde, onun, gıpta tÂbir edilen ve başkasındaki nîmetin zÂil olması yerine kendisinde de gercekleşmesi mÂnÂsına gelen ceşidi cÂiz gorulmuştur.
Hadîs-i Şerifte buyurulur:
"Yalnız iki kişiye gıpta edilir. Biri, AllÂh'ın, mal verip hak yolunda harcamağa muvaffak kıldığı kişi; diğeri de, AllÂh'ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına oğreten (yÂni ilmini infak eden) kimsedir." (BuhÂrî ve Muslim)
Yalnızca boyle infÂk eden bir zengine ve ilmini insanlar icin faydalı kılan Âlime hased, yÂni gıpta edilebilir. Bu gıpta, hasedin uhrevî ve fazîlete donmuş şeklidir. Ornek şahsiyetler olan nebîler ve velîlerin hallerine gıpta edilir. Bu vesîle ile mÂnevî heyecan seviye bulur. Temiz rûhların ahıret ve fazîlet husûslarındaki imrenmeleri, onların asÂleti muktezÂsıdır.
Mezmûm ahlÂkların en tehlikelilerinden olan hırs ve hasedin yegÂne tedÂvisi ise ancak kanÂatin huzurlu rûhÂniyetine burunmekle mumkundur. Cunku kanÂatin gonle verdiği ilÂhî hazîneler ne biter ne de tukenir. Nitekim AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
"KanÂat, bitmez tukenmez bir hazînedir." buyurmaktadır.
Dolayısıyla zenginliğin gercek olcusu kanÂattir. İlÂhî taksîme rÂzı olmaktır. İmkÂnı kendinden fazla olanları kıskanmamaktır. Zenginliğin gercek lezzeti, ancak kanÂat ile tadılabilir.
Hazret-i MevlÂn -kuddise sirruh- buyurur:
"Dirilmek icin olunuz ki, gercek guzellik ve zenginliğe nÂil olasınız!"
Ancak bilmelidir ki, guzeller, kendilerini gorecek goz, sevecek gonul ararlar. Gormeyen gozlere guzellik, duymayan kulaklara nağmeler sunulmadığı gibi doymayan obur tıynetler de kanÂatin huzûr ve rahatlığını hissedemezler. Hangi sazın nağmeleri sağırlar, hangi gul veya miskin rÂyihası burunları koku almayanlar icindir?!.
KÂmil insan, rızık ve nîmet sıkıntısı cekmez. Rızkın değil, RezzÂk'ın peşindedir. Başkalarının imkÂn ve nîmetlerine goz ve gonul gezdirmez. Hep rız hÂlindedir.
Bu rız hÂli husûsunda İbrÂhim bin Ethem ile Şakîk-i Belhî arasında gecen mulÂkat ne kadar rûhÂniyet doludur.
Şakîk-i Belhî, İbrÂhim bin Ethem'e sorar:
"-Gecim noktasında ne yaparsınız.?"
İbrÂhim bin Ethem şoyle cevap verir:
"-Bulunca şukrederiz, bulamayınca sabrederiz!.."
ŞÃ‚kîk-ı Belhî:
"-Horasan'ın kopekleri de boyle yapar!" deyince bu defa İbrÂhim bin Ethem sorar:
"-Ya siz ne yaparsınız?"
CevÂben Şakîk-i Belhî:
"-Bulursak şukredip infak eder, bulamadığımızda ise sabr ile şukrederiz." der.
İşte kanÂatin ka'bına varılmaz şÃ‚hikası!..
Bu makÂma yaklaşabilen Hakk dostlarına iki cihÂnda da ne seÂdet!..
Ancak diriliği yalnız vucûd lezzetleri ve nefis istekleri ile dolu olanların sonu elbette acıklı ve hazîndir. Gayret ve imkÂnlarını ten lezzetlerine mahkûm edenler icin bir rûhÂniyet duşunulemez. KanÂatkÂrlar, ne guzel rûh zenginleri ve gonul comertleridir. Huzûr ve seÂdet onlardan neş'et eder.
SÂlih kulun kalbi, malın ve mulkun otesindedir. Onunla zengin olmaz. LÂkin gonlu AllÂh -celle celÂluhû- ile dolu olan sÂlih kişi, varlığı ile gonulleri zengin eder.
YÂ Rabb! Bizleri hırs ve hasedin sÂlih amelleri yakıp bitiren alevlerinden muhÂfaza eyleyip bitmez ve tukenmez bir hazîne olan kanÂat ile muzeyyen kıl!
__________________
Hırs, Hased ve KanÂat
Dini Sohbetler0 Mesaj
●40 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaþam & Danýþman
- Eðitim Öðretim Genel Konular - Sorular
- Dini Sohbetler
- Hırs, Hased ve KanÂat
-
12-09-2019, 09:16:38