İnsan, yaratılanların en şereflisi ve cihĂ‚nın en guzîde ziynetidir. CenĂ‚b-ı Hak, insanoğluna diğer mahlûkĂ‚tına vermediği sayısız nîmet ve kĂ‚biliyetler lutfetmiştir. Bu mustesnĂ‚ ihsan ve ikramlarına mukĂ‚bil, onu mes’ûliyet sĂ‚hibi bir varlık kılmıştır.

Allah TeĂ‚lĂ‚, biz kullarını imtihan etmek icin, nefislerimize “fucûr” ve “takvĂ‚” esaslarını koymuş ve bizlere bu ikisi arasında bir irĂ‚de hurriyeti bahşetmiştir. Boylece -neticesine rĂ‚zı olmak şartıyla-irĂ‚demizi hayra da şerre de yonlendirebilme husûsunda bir serbestlik lutfetmiştir.

Dunya imtihĂ‚nının bir îcĂ‚bı olarak da her bir kuluna ayrı ayrı hayat şartları takdîr etmiştir. YĂ‚ni insanoğlu, toplum hayatının nizam, insicam ve huzur uzere devĂ‚mı hikmetine binĂ‚en, maddî ve mĂ‚nevî bakımdan cok farklı seviyelerde yaratılmıştır.

Butun insanlara aynı istîdat, aynı meslekî kĂ‚biliyet, aynı maddî ve mĂ‚nevî ozellikler verilmiş olsaydı, toplumda bir hiyerarşi kurulamaz, dolayısıyla huzurlu bir hayat nizĂ‚mı soz konusu olmazdı. Bunun icindir ki insanlar, toplum hayatında birbirini yıkayan iki el gibi birbirlerine muhtac kılınmış ve bir butunun parcaları gibi birbirini tamamlayan farklılıklar icinde hayat surmeye memur edilmişlerdir. Dolayısıyla bir imtihan Ă‚lemi olan bu dunyada, insanların cok farklı imkĂ‚nlara sĂ‚hip olması, hikmetsiz değildir.

Bu durum, mu’minler arasında îmĂ‚nî ve vicdĂ‚nî bĂ‚zı hak ve mes’ûliyetler meydana getirmektedir. Allah TeĂ‚lĂ‚, insanlar icindeki zayıf, gucsuz ve mahrum kullarına, sabredip bu imtihanın ecrine nĂ‚il olmalarını; diğer taraftan guclu, dirĂ‚yetli, varlıklı ve kĂ‚biliyetli kullarına da şımarmayıp şukretmelerini emretmiştir.

Şukur ise, sırf dil ile yapılamaz. Asıl şukur, nîmeti ondan mahrum olanlara da ikrĂ‚m etmek sûretiyle gercekleşir. Allah rızĂ‚sı icin zayıfların dĂ‚imĂ‚ yanıbaşında bulunmak, onların mahrûmiyetlerini telĂ‚fîye calışmak ve onların hayır duĂ‚larını alabilmek, şukrun en guzel ifĂ‚desidir.

Hakîkaten zaman zaman kendimize sormamız gerekir ki, “–Ben sağlam ve sağlıklıyım, fakat falan şahıs niye sakat veya hasta? Ben varlıklıyım, fakat falanca niye fakir ve mahrum?” Cevap olarak kendimize demeliyiz ki: “–Allah TeĂ‚lĂ‚ onu bana emĂ‚net etti ve beni ondan mes’ûl kıldı. O hĂ‚lde elimdeki imkĂ‚nları, bu imkĂ‚nlardan mahrum olanlara tevzî gayreti icinde bulunmaya mecbûrum!..”

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:

“Mu’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” buyurmuştur. (HĂ‚kim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Îman kardeşliğinden doğan mes’ûliyet hassĂ‚siyeti cok muhimdir. Mu’minler birbirlerini, farklı bedenlerde olsalar da tek yurek hĂ‚linde yaşayan bir vucûdun uzuvları gibi telĂ‚kkî etmeye mecburdurlar. Bir uzvun acısını butun bir vucut hissettiği gibi, din kardeşlerinin ıztırĂ‚bını duymak, butun mu’minler icin bir vicdan imtihĂ‚nıdır.

TĂ‚rihimizdeki şu misal, ne kadar rakik bir mu’min gonlunu sergilemektedir:

Osmanlı sultanlarından 1. Abdulhamid HĂ‚n, Ozi Kalesi elden cıkıp masum ahĂ‚lîsi kılıctan gecirildiğinde:

“–Eyvah! Asker evlĂ‚tlarım ve mĂ‚sûm ahĂ‚lim parcalandı!” diyerek teessurunden felc olmuş ve bu acıya dayanamayıp vefĂ‚t etmiştir. Bu hĂ‚l, ne derin bir mes’ûliyet hissinin tezĂ‚hurudur! Koca bir cihan sultĂ‚nına, hayatına mĂ‚l olacak derecede “Ă‚hh!” cektiren ve kalbini elemle eriten îman hassĂ‚siyeti ne muhteşemdir.

İşte bu îman hassĂ‚siyeti kaybolduğu zaman, din kardeşliğinin hukûkuna riĂ‚yet edilmemiş ve dolayısıyla da mes’ûliyetler ihlĂ‚l edilmiş olur.

Mu’minler bu şuur icinde, birbirlerini sevmeyi ve birbirlerine hizmet etmeyi, birbirlerini kollayıp gozetmeyi, rızĂ‚-yı ilĂ‚hîye nĂ‚iliyet icin vazîfe bilmelidirler.

Yine mu’minler, iyilik ve duĂ‚da dĂ‚imĂ‚ birbirlerine muhtactırlar. Zayıf ve muzdarip mu’minler, guclu ve varlıklı mu’minlerin iyiliklerine muhtac, imkĂ‚n sĂ‚hibi mu’minler de zayıf ve mahrumların hayır duĂ‚larına muhtactırlar.

MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri bu hakîkati ne guzel dile getirir:

“Guzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, comertlik de fakir ve zayıf kimseler ister. Guzellerin yuzu aynada guzel gorunur, ikram ve ihsĂ‚nın guzelliği de fakir ve gariplerle ortaya cıkar.”

Diğer taraftan, hayatı ceşitli sıkıntılar icinde yaşayan kimseler de başlarına gelen ezĂ‚ ve cefĂ‚ları bir cezĂ‚ olarak telĂ‚kkî etmemelidirler. Bunların, ilĂ‚hî imtihan muktezĂ‚sı olduğunu bilmelidirler. Her hĂ‚lukĂ‚rda sabredip hamd ederek, bunun ecrine tĂ‚lip olmalıdırlar.

Bunun icindir ki; şukreden zenginler ile sabreden fakirler, ilĂ‚hî rızĂ‚ya nĂ‚iliyet bakımından musĂ‚vîdirler. Aralarındaki tek fark, birinin yoklukla, diğerininse varlıkla imtihan edilmesidir.

CenĂ‚b-ı Hak buna bir misal olmak uzere, Hazret-i Suleyman ile Hazret-i Eyyûb’un hĂ‚lini bildirir.

NĂ‚mutenĂ‚hî varlık sahibi kılınan Suleyman

-aleyhisselĂ‚m- hicbir zaman mağrur olmamış, dunyĂ‚ nîmetleri aslĂ‚ kalbini işgĂ‚l etmemiş, nîmetlerin asıl sĂ‚hibi olan AllĂ‚h’a dĂ‚imĂ‚ şukur hĂ‚linde bulunmuştur. Bu guzel hĂ‚li sebebiyle de CenĂ‚b-ı Hakk’ın; “• •” “ne guzel kul”1 iltifĂ‚tına mazhar olmuştur.

Ote yandan yokluk ve hastalıklarla imtihan edilen Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- da, bu imtihĂ‚nı kendisine takdîr edenin, Allah TeĂ‚lĂ‚ olduğunu duşunerek dĂ‚imĂ‚ hĂ‚line rızĂ‚ gostermiş, hicbir zaman şikĂ‚yet etmemiştir. Eyyûb -aleyhisselĂ‚m- da bu rızĂ‚ ve teslîmiyeti ile Rabbimiz’in tıpkı Suleyman -aleyhisselĂ‚m-’a buyurduğu gibi;

“ • •” “ne guzel kul”2 iltifĂ‚tına nĂ‚il olmuştur.

Dolayısıyla kulun ne sûrette imtihan edildiği değil, imtihĂ‚nına ne şekilde cevap verdiği muhimdir.

Bu yuzden gercek bir mu’min, irĂ‚desini her şeyden once Allah’tan rĂ‚zı olmak istikĂ‚metinde kullanmalıdır. Bu hissi kokleştirmek icin de, mĂ‚nevî hususlarda kendisinden daha fazîletli olanlara bakıp onları kendisine misĂ‚l almalı; buna mukĂ‚bil maddî hususlarda kendisinden aşağıdakilere bakıp şukrunu artırmalıdır. Bizzat CenĂ‚b-ı Hak tarafından takdîr edilmiş mahrûmiyetlerden şikĂ‚yet etmemeli, dunyĂ‚ ve ukbĂ‚yı bir butun olarak duşunup bunun, ebedî Ă‚lemdeki mes’ûliyetini azaltacağı duşuncesiyle tesellî bulmalıdır.

ZîrĂ‚ CenĂ‚b-ı Hak, kulları icinde cok nîmet lutfettiği kimselere cok, az nîmet lutfettiği kimselere de az hesap soracaktır. YĂ‚ni bu dunyada nĂ‚il olunan nîmetler nisbetinde Ă‚hirette hesap vardır. İlĂ‚hî adĂ‚let, bu şekilde tezĂ‚hur edecektir.

Bu itibarla, meselĂ‚ Afrika’da dunyĂ‚ya gelmiş, ibtidĂ‚î kavimlere mensup bir insanın veya gĂ‚fil bir toplum icinde yaşayan birinin, dînî hakîkatleri kabul husûsundaki mes’ûliyeti, şartları onunla kıyaslanamayacak derecede musĂ‚it olan bir başka dindar ve medenî ulkedeki insanla bir ve aynı olamaz. Dolayısıyla kula lutfedilen butun nîmetler, onun mes’ûliyet hudutlarını tĂ‚yin eden ve mukellefiyet nisĂ‚bını belirleyen unsurlardır.

Âyet-i kerîmede:

“Allah hic kimseyi gucunun yetmediğinden mukellef kılmaz...” (el-Bakara, 286) buyrulur.

Demek ki Allah ne kadar guc ve imkĂ‚n verdiyse o kadar mes’ûl tutar. Âyet-i kerîmenin mefhûm-ı muhĂ‚lifince3, bir kul, gucunun yettiklerini îfĂ‚ etmez ise, bundan da mes’ûl olur. YĂ‚ni muktedir olup da yapamadığımız iyilikler ve meselĂ‚ hakkı ve hayrı tavsiye edip zulum ve şerden sakındırmak gibi hizmetlerden dolayı da Ă‚hirette hesĂ‚ba cekileceğimizi dikkate almak mecbûriyetindeyiz.

Bu noktada biz mu’minler icin cok muhim bir mesele ortaya cıkmaktadır. Şoyle ki; zekĂ‚t gibi maddî bir mukellefiyetin nisĂ‚bını, yĂ‚ni ne miktarda verdiğimizde mes’ûliyetinden kurtulacağımızı tespit etmek kolaydır. LĂ‚kin AllĂ‚h’ın kuluna lutfettiği maddî-mĂ‚nevî butun nîmetler de, o kulda bir mes’ûliyet nisĂ‚bı meydana getirir ki, bunun miktarını tĂ‚yin etmek cok zordur. MeselĂ‚ Allah yolunda gayret etmek, butun insanlara CenĂ‚b-ı Hakk’ın yuklediği bir borctur. LĂ‚kin zekĂ‚ttakinin zıddına, bunun ne nisĂ‚bı ne de nisbeti bellidir.

Kimi insan, az nîmete nĂ‚il olduğundan, onun mes’ûliyetinin nisĂ‚bı -faraza- bir “bardak” hacmi kadardır. HĂ‚lbuki kimi insanın mes’ûliyet nisĂ‚bı,

-faraza- bir “kazan” gibi geniş bir hacme sahiptir. YĂ‚ni uzerimizde ilĂ‚hî takdirle meydana gelen nasipler, bizi farklı nisaplarla mukellef kılmıştır. Elinde kazan olan, onun dibinde bir bardaklık su gotururse, kazanı boş goturmuş olur. Nasıl ki yuz milyar zekĂ‚t borcu olan bir adam, on milyar odemekle bu borctan kurtulamazsa, diğer nîmetlerin doğurduğu mes’ûliyetler de aynen boyledir.

Bu bakımdan uzerimizdeki nîmetlerin doğurduğu mes’ûliyetin nisĂ‚bını tam olarak bilmemiz mumkun olmadığından, yapmış olduğumuz namaz-niyaz ve hayır-hasenĂ‚ta aslĂ‚ guvenmememiz îcĂ‚b eder. ZîrĂ‚ mes’ûliyet kabımızın istiĂ‚bı belki cok daha buyuktur de, yaptığımız sĂ‚lih ameller o kabın icerisinde kaybolup gidiyordur.

Devr-i saĂ‚dette buna dĂ‚ir pek cok misal yaşanmıştır. Bir bedevî gelip; yalnız farzları yapacağını soylemiş, Efendimiz de onun hakkında;

“–Eğer sozune sahip cıkarsa kurtuldu.” buyurmuştur.4 Cunku o şahsın kabı bir bardaklıktır.

Buna mukabil, Allah Rasûlu, fazîlet ehli guzîde sahĂ‚bîlerden biri olan MuĂ‚z -radıyallĂ‚hu anh-’a her seferinde; “Bu da kĂ‚fî değil!” diyerek ust uste pek cok tavsiyelerde bulunmuş, en son olarak da:

“–Sana butun bunların kıvamının kendisine bağlı olduğu şeyi (can damarını) bildireyim mi?” buyurmuştur. MuĂ‚z -radıyallĂ‚hu anh-:

“–Evet, bildir yĂ‚ RasûlallĂ‚h!” deyince Peygamber Efendimiz dilini tutmuş ve:

“–Dilini koru!” buyurmuştur. MuĂ‚z -radıyallĂ‚hu anh-:

“–Biz konuştuklarımızdan da hesĂ‚ba cekilecek miyiz?” diye sorunca Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-:

“–Allah iyiliğini versin ey MuĂ‚z! İnsanları yuzustu cehenneme surukleyen, ancak dillerinin urettikleridir!” buyurmuştur.5

VelhĂ‚sıl mes’ûliyet hacmi bakımından, kimin elinde kazan, kimin elinde bardak olduğunu bilemeyiz. ZĂ‚ten nefsimiz de bunu bilmemizi istemez. Cunku belki kazanımız vardır da; “Benim bardağım var, bu kadar su bana yeter, yĂ‚ni bu kadar amelim beni kurtarır!” diye kendimizi avutuyoruzdur. Nice kazan sahibi, kendisini bardak sahipleriyle kıyaslayıp; “Ben kabımı doldurdum!” zannetmektedir. Bircok kimse de, Akdeniz’le Marmara Denizi’ni mukĂ‚yese etmek gibi bir gaflet icerisinde, kendini toplumla kıyaslayarak vicdĂ‚nını tesellî etmektedir.

HĂ‚lbuki AllĂ‚h’ın topluma verdiği nîmetlerle şahıslara verdiği nîmetler ayrı ayrıdır. Bunun icin hicbir zaman Allah yolunda yaptığımız hizmetleri kĂ‚fî gormemeli, yapabileceğimiz hizmetlerin nihĂ‚yetine erdiğimizi de duşunmemeliyiz. NĂ‚il olduğumuz nîmetlerin doğurduğu mes’ûliyetten kurtulabilmek icin, son nefesimize kadar var gucumuzle gayret etmeliyiz.

Ayrıca ceşitli mahrûmiyetler sebebiyle kendimizi Allah yolunda gayretten muaf gorme gafletinden de sakınmalıyız. Bu hususta fedĂ‚kĂ‚r sahĂ‚bîlerin hĂ‚li ne guzel bir numûnedir:

SahĂ‚beden Umm-i Mektum -radıyallĂ‚hu anh- Ă‚mĂ‚ olduğu icin seferden muaf tutulmuş olmasına rağmen “Ben de sancağı taşırım.” diyerek Kadisiye Seferi’ne katılmıştı. Tebuk Seferi esnĂ‚sında da fakir bir sahĂ‚bî, binek bulamadığı icin seferden muaf tutulduğu hĂ‚lde, savaş kazanılır da gĂ‚zî olursa alacağı ganimeti bağışlama karşılığında bir suvĂ‚rinin bineğine ortak olmuş, yine de o seferden geri kalmamıştı. ZîrĂ‚ o mubĂ‚rek sahĂ‚bîler cok iyi biliyorlardı ki, bir hayrı işleyebilmek icin cekilen cileler ve yapılan fedĂ‚kĂ‚rlıklar, onun ecrinin katlanarak artmasına vesîle olmaktadır.

Allah rızĂ‚sı arayışıyla yapılan butun samîmî hizmetler, kalbî olgunluğun bir tezĂ‚hurudur, Rabbimiz’e yakınlık vesîlesidir.

O hĂ‚lde; hastalık, sakatlık, fakirlik ve benzeri mahrûmiyetler icinde bile bulunsak; “Nasıl olsa ben mĂ‚zurum…” diyerek bir kenara cekilmek yerine, bu yoldaki fĂ‚nî engelleri bertarĂ‚f ederek AllĂ‚h’ın dînine hizmet icin elimizden gelen her hayrı îfĂ‚ya calışmalıyız. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmĂ‚n edenler! Eğer siz AllĂ‚h’a (AllĂ‚h’ın dînine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

Kendinizi Tehlikeye Atmayın!..

Emevîler devrinde, Allah Rasûlu’nun fetih mujdesine nĂ‚il olmak isteyen İslĂ‚m ordusu, İstanbul onlerine gelmişti. Ordunun icinde Ebû Eyyûb el-EnsĂ‚rî Hazretleri de bulunmaktaydı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, EnsĂ‚r’dan bir zĂ‚t, atını Bizanslıların ortasına kadar surdu. Bunu goren bir İslĂ‚m askeri; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!” Ă‚yet-i kerîmesinden hareketle ve hayretler icinde:

“–LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llĂ‚h! Şuna bakın! Kendini goz gore gore tehlikeye atıyor!” dedi. Bunun uzerine Ebû Eyyûb el-EnsĂ‚rî Hazretleri şoyle dedi:

“–Ey mu’minler! Bu Ă‚yet, biz EnsĂ‚r hakkında nĂ‚zil oldu. Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini gĂ‚lip kıldığında biz; «Artık mallarımızın başında durup onların ıslĂ‚hı ve nemĂ‚lanmasıyla meşgul olalım.» demiştik. Bunun uzerine; «Allah yolunda infĂ‚k ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz, zîrĂ‚ Allah, (yaptığını en guzel şekilde yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.» (el-Bakara, 195) Ă‚yeti nĂ‚zil oldu. Âyet-i kerîmede buyrulan «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahce gibi dunyalıklarla uğraşmaya dalıp, Hak yolunda gayreti terk ve ihmĂ‚l etmemizdir.”

İşte bu ilĂ‚hî îkĂ‚za butun samîmiyetiyle ittibĂ‚ eden Ebû Eyyûb el-EnsĂ‚rî Hazretleri de, kulluk mes’ûliyetinin hakkını verebilme endişesi icerisinde, hicbir zaman amellerini yeterli gormemiş ve Allah yolunda hizmetten geri kalmamıştır. Îman heyecanıyla seksen kusur yaşlarında iken katıldığı bu sefer esnĂ‚sında vefĂ‚t ederek şehidlik mertebesine nĂ‚il olmuştur. (Bkz. Ebû DĂ‚vûd, CihĂ‚d, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)

İslĂ‚m tĂ‚rihine iki bucuk senelik hilĂ‚fetiyle en buyuk imzalardan birini atan Omer bin Abdulaziz de, dĂ‚imĂ‚ bir vicdan muhĂ‚sebesi icinde bulunurdu. Hanımının kendisini tesellî sadedinde soylediği sozlerine mukĂ‚bil:

“–Ey FĂ‚tıma! Yarın hesap gununde Rabbim beni mes’ûl olduğum insanlardan dolayı sorguya cekerse, RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- bana itĂ‚b ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!” der ve sanki suya duşmuş yaralı bir kuşun cırpınışı gibi hĂ‚lden hĂ‚le girerdi…

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ey îmĂ‚n edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak muslumanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrĂ‚n, 102)

“Sana yakîn (olum) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devĂ‚m et!” (el-Hicr, 99)

“Boş kaldın mı hemen (başka bir) işe koyul ve yalnız Rabbine yonel.” (el-İnşirah, 7-8)

Âyet-i kerîmeler mûcibince omrumuzun sonuna kadar, devamlı artan bir hizmet aşkı icinde gayret etmeliyiz. Bu hususta da Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-’ı ornek almalıyız. O, gecmiş ve gelecek butun gunahları bağışlanmış olduğu hĂ‚lde, geceleri sabahlara kadar gozyaşları icinde namaz kılar, istiğfĂ‚r ederdi.

Mescid yapılırken mubĂ‚rek sırtında taş taşırdı.

ArĂ‚ziye cıktıklarında yemek pişirilmesi icin odun toplardı.

Bedir Harbi’ne gidilirken de uc sahĂ‚bî ile nobetleşe deveye bindi. SahĂ‚bîler, kendi haklarını ısrarla O’na ikrĂ‚m etmek istediler. Fakat O, bunu kabul etmedi ve:

“–Siz yurumeye benden daha tahammullu değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha mustağnî değilim.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422)

VelhĂ‚sıl, CenĂ‚b-ı Hakk’ın biz kullarına lutfettiği kĂ‚biliyet ve imkĂ‚nların nisĂ‚bını tĂ‚yin etmek mumkun olmadığından, son nefesimize kadar, tĂ‚katimiz nisbetinde kendimizi Hak yolunda hizmete adamak durumundayız.

a

Ote yandan îman nîmetinin doğurduğu şukur borcumuzun en guzel îfĂ‚ ediliş şekli, îmandan mahrumlara veya gunahkĂ‚r insanlara, yumuşak bir lisan ve İslĂ‚m’ın guler yuzuyle yapılacak olan tebliğ ve irşadlardır. Fakat şuna da dikkat etmek gerekir ki, gunahkĂ‚r insanlar, yaralı bir kuş gibidirler. Onlara fayda verecek olan, ofke değil, merhamettir. YĂ‚ni gunĂ‚ha duyulan nefreti gunahkĂ‚ra taşırmamak îcĂ‚b eder. Boyle nezih ve derin bir duygu ise -daha ziyĂ‚de- tasavvufu lĂ‚yıkıyla hazmetmiş muhitlerin musĂ‚mahakĂ‚r iklîminde elde edilebilir.

Gunumuzde pek cok insan, dînen irĂ‚de zaaflarıyla mĂ‚lul olduğundan, toplum icinde hastĂ‚ne koridorlarında dolaşan bir doktor hissiyĂ‚tı icinde bulunmamız gerekmektedir. Nasıl ki bir doktorun hastaya tedĂ‚vî cĂ‚releri sunması, onun insĂ‚nî ve vicdĂ‚nî mes’ûliyeti ise, mĂ‚nevî hastalıklara muptelĂ‚ insanlar karşısında biz de irşad mes’ûliyeti taşımak mecbûriyetindeyiz.

Nitekim Peygamber Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm-:

“Din, nasihattir.” buyurmuştur. (BuhĂ‚rî, ÎmĂ‚n, 42) Ve nasîhatin mukerrerliğinin luzûmuna işĂ‚ret etmek icin de bu sozu uc kere tekrarlamıştır.

Ameline Guvenme!..

Kulun hicbir ameli, kendisine lutfedilmiş olan nîmetlerin şukur borcunu tam olarak odemeye kĂ‚fî gelmez. Bunun icindir ki, sĂ‚lih ve Ă‚rif kullar ve hattĂ‚ peygamberler dahî, yalnız amellerinin mukĂ‚bilinde değil, onlara ilĂ‚veten AllĂ‚h’ın af ve merhametiyle muhĂ‚sebe olunmayı arzu ederler.

Nitekim birgun Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ashĂ‚bını ifrat ve tefritten uzak, muvĂ‚zeneli bir kulluk hayatı yaşamaya dĂ‚vet ederek:

“–Orta yolu tutunuz, (Kitap ve Sunnet’in istikĂ‚meti uzere) dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hicbiriniz ameli sĂ‚yesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı. SahĂ‚bîler:

“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey AllĂ‚h’ın Rasûlu?” diye hayretle sordular. Efendimiz -aleyhissalĂ‚tu vesselĂ‚m-:

“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” cevĂ‚bını verdi. (Muslim, MunĂ‚fikîn, 76, 78)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şoyle buyrulur:

“Bir adam, doğduğu gunden, yaşlanıp olduğu gune kadar Allah rızĂ‚sı icin ve tĂ‚at niyetiyle alnını yerden kaldırmayıp gayret etse, o adam yine de kıyĂ‚met gunu amellerini az gorur.” (Ahmed, c. IV, s. 185)

YĂ‚ni boyle Ă‚bid bir mu’min bile amellerinin kurtuluşuna kĂ‚fî gelmeyeceğini anlar.

Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-de geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı hĂ‚lde yine de:

“AllĂ‚h’ım! Sen’i lĂ‚yık olduğun şekilde medh u senĂ‚dan Ă‚cizim! Sen kendini nasıl medh u senĂ‚ etmişsen oylesin!” (Muslim, SalĂ‚t, 222) niyĂ‚zında bulunarak insanoğlunun bu husustaki mutlak aczini beyĂ‚n etmiştir.

Dolayısıyla bizlere duşen, hicbir zaman gayreti elden bırakmamakla birlikte, amellerimizle kendimizi tesellî etmeyip Allah’tan af ve kerem dilemektir.

VelhĂ‚sıl, insanların fĂ‚nî lezzetler ve nefsĂ‚nî arzular kıskacında rûhî buhranların girdabında helĂ‚k olduğu gunumuzde, uzerimizdeki ilĂ‚hî mes’ûliyetlerin daha da ağırlaşmış olduğu muhakkaktır.

Rabbimiz, uzerimizdeki mes’ûliyetlerin gerekli kıldığı olcude gayret gosterebilmemizi nasîb eylesin! Kusur ve noksanlarımızı bağışlayıp cumlemizi cennet ve cemĂ‚liyle muşerref kılsın…

Âmîn!

Dipnotlar: 1) Bkz. SĂ‚d Sûresi, 30. Ă‚yet. 2) Bkz. SĂ‚d Sûresi, 44. Ă‚yet. 3) Mefhûm-ı muhĂ‚lif: Bir sozun zıddından cıkan mĂ‚nĂ‚. 4) HĂ‚disenin tafsîlĂ‚tı icin bkz. BuhĂ‚rî, ÎmĂ‚n 34, Savm 1, ŞehĂ‚dĂ‚t 26; Muslim, ÎmĂ‚n 8, 9. 5) HĂ‚disenin tafsîlĂ‚tı icin bkz. Tirmizî, Îman, 8; İbn-i MĂ‚ce, Fiten, 12.
__________________