İcinde yaşadığımız bu muazzam kÂinÂt, tesÂdufen meydana gelmemiştir. NefsÂnî arzuların menfaat sahası olarak da yaratılmamıştır. Ancak yuce bir gaye ve maksat icin yaratılmış ve bu cercevede insanoğlu icin bir imtihan mekÂnı kılınmıştır. Dolayısıyla cihanın da insanın da yaratılışı, abes değil; yani sebepsiz, gÂyesiz, hikmetsiz ve boşuna değildir.

Cunku yuce Rabbimizin bir ism-i şerîfi de, “el-Hak”tır ve O, her turlu abeslikten/sebepsizlikten, gayesizlikten, hikmetsizlikten ve boşunalıktan munezzehtir. O’nun her şeyi, ancak haktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“O, gokleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır...” (el-En’Âm, 73)

İşte muhteşem birer sanat harikası olan cihan, insan ve diğer varlıklar!.. Hepsi de sayısız hikmetler, ibretler, fevkalÂde hassas olculer ve dengeler icinde yaratılmıştır. Akl-ı selîm sahibi her insan, bu ilÂhî kudret ve azamet tecellîlerini, derin derin tefekkur etmek mecbûriyetindedir. Hak TeÂlÂ, Kur’Ân-ı Kerîm’de bu hakîkate dikkat cekerek biz kullarını şoyle îkaz buyurur:

“Goğu Allah yukseltti ve mîzÂnı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın!” (er-RahmÂn, 7-8)

“Biz gokleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gercek bir sebeple yarattık. Fakat onların (yani insanların) coğu (gafletlerinden dolayı) bilmiyorlar.” (ed-DuhÂn, 38-39)

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (el-KıyÂme, 36)

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mu’minûn, 15)

Âyet-i kerîmelerde acıkca ifade edildiği uzere bir imtihan mekÂnı olan bu cihÂna gÂyesiz gelmediğimiz gibi, burada başıboş bırakılmış da değiliz. Rabbimiz, hayra da şerre de kullanabileceğimiz irÂdemizi, bazı yasak ve hudutlarla sınırlandırmış ve bu sınırlara riÂyeti emretmiştir. Buna bîgÂne/duyarsız kalıp da dunya hayatında ilÂhî hudutlara gerektiği kadar dikkat etmeyen insan, nefsinin fesÂdına rÂm olarak kolayca zÂlim olabilir. Boylece kendisinin ebedî hayatını ziyÂn etmiş olur.

İlÂhî hudutlara riÂyet demek olan kulluk da, aslında kişinin kendi nefsini ilÂhî azaptan koruması demektir. Aksi hÂlde, kendi azÂbına kendisi sebep olduğundan, bizzat nefsine zulmetmiş olur. Unutmamalı ki:

AdÂlettin Zıddı, Zulumdur...

CenÂb-ı Hak, Âyet-i kerîmede insanoğlunun şu vasfına dikkat ceker:

“…Doğrusu o (insan), cok zÂlim ve cok cÂhildir.” (el-AhzÂb, 72)

CehÂlet, insanı zulme ve haksızlığa surukleyen belli başlı sebeplerden biridir. Âyet-i kerîmede bahsedilen cehÂletin zıddı ise ilimdir.

Gercek ilim; kişiyi mÂrifetullÂha, yÂni CenÂb-ı Hakk’ı kalben tanımaya sevk eden ilimdir. Dolayısıyla cehÂlet, kişiyi zulme dûcÂr ettiği gibi, ilim de insanı hayra, hakka ve adÂlete istikÂmetlendirir.

Hak ve hakîkatlerin merkezi ve kaynağı, Allah TeÂlÂ’dır. KÂinÂtın yaratıcısı ve sahibi, bize hak ve hakîkat nÂmına neyi bildirmiş ise, hak ve hakîkat odur. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…De ki: AllÂh’ın hidÂyeti, doğru yolun ta kendisidir. Bize Âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir.” (el-En’Âm, 71)

O hÂlde Allah ve Rasûlu’nun ebedî saÂdet rehberi olan emir ve yasaklarına bîgÂne kalmak; o yuce hakîkatlere haksızlık ederek kişinin nefsine zulmetmesidir. Zulumlerin en fecî olanı da, ilÂhî hakîkatlere Âm kalmaktır. Her zulmun belli ağırlıkta bir cezÂsı vardır. Fakat ilÂhî hakîkatlere karşı işlenen haksızlığın cezÂsı, “ebedî bir azÂb” olarak takdîr edilmiştir. Bu da gosteriyor ki, kişinin kendisini ebedî cehennemlik kılacak olan îmansızlık; zulum ve haksızlığın en buyuğudur.

Zulum, zÂhirde her ne kadar başkalarına zarar veriyormuş gibi gozukse de, neticede donup dolaşıp o zulmu irtikÂb edeni acı bir azÂba surukleyecektir. YÂni zÂlimin en buyuk zararı yine kendisinedir. Bunun icindir ki Kur’Ân-ı Kerîm’de sık sık; “nefislerine (kendilerine) zulmedenler” ifÂdesi zikredilir.

MevlÂn -kuddise sirruh-, adÂlet ve zulmu şu carpıcı teşbihlerle îzÂh eder:

“AdÂlet nedir? Meyve ağaclarını sulamaktır. Zulum nedir? Dikenleri sulamaktır.”

“AdÂleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keciye benzer.”

YÂni besleyip buyuttuğu zulum, kendi helÂkini hazırlar, gun gelir onu paramparca ederek ortadan kaldırır.

Tarih şahittir ki, fÂnî menfaatler icin hakkı ihlÂl edenler, ancak kendi kuyularını kazmış olurlar. Sonunda o girdapta boğulur giderler.

O hÂlde, nefse ne kadar ağır gelse de, dÂim adÂlet uzere bulunmak ve hakkı şiÂr edinmek îcÂb eder.

VelhÂsıl zulum; haksız yere acı cektirmektir.

Varlıklar icinde en şerefli bir mevkîde yaratılan insanoğlunun; fÂnî hazlar, nefsÂnî arzular ve gelgec sevdÂlar sebebiyle, ozundeki yuce kıymet ve haysiyete yazık ederek gunah ve isyan bataklığına suruklenmesinin ebedî azap faturası kime kesilecektir?

Oyleyse kişinin başkalarına karşı Âdil olması, evvel kendi nefsine karşı Âdil ve merhametli olmasının bir îcÂbıdır. Bunu gercekleştirebilme hususunda da en yuce orneğimiz, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’dir.

AdÂlette En Guzel Ornek...

Rabbimiz, Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’i butun insanlığa ornek şahsiyet olarak lutfetmiştir. Butun emir ve nehiylerini, Peygamber Efendimiz’in nezih hayatıyla orneklendirerek ummet icin fiilî kıstaslar bahşetmiştir.

Dolayısıyla yuce dînimiz İslÂm, en guzel şekilde yaşanabilir bir hayat dîni olarak doğmuştur. Yani İslÂm’ın yuce prensipleri, hayÂta tatbik edilemeyen ve nazariyeden ibÂret kalan beşerî dunya goruşleri gibi değildir. Cunku CenÂb-ı Hak, İslÂm’ın butun hukumlerini fiilî orneklerle insanlığa takdîm etmiştir.

Nitekim Peygamber Efendimiz, ummetine bir şeyi emredince, onu evvel kendisi ve yakınları tatbik etmiş, bir şeyden nehyedince de evvel kendisini ve yakınlarını ondan sakındırmıştır. AdÂlet onunde kendisi hakkında bile asl bir imtiyaz kabul etmediği gibi, toplumdaki zenginlerin veya onde gelenlerin de diğer insanlardan farklı muÂmele gormesine kesinlikle musÂade etmemiştir.

Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm-’ın ornek şahsiyeti, her hususta olduğu gibi hak ve adÂlet mevzuunda da hayranlık verecek olcude yuksek fazîlet numûneleriyle doludur. İşte bunlardan birkacı:

Kızım FÂtıma Bile Olsa...

Asr-ı saÂdette birgun, Benî Mahzûm Kabîlesi’nden hatırı sayılır bir aileye mensup bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kadının yakınları, kimi aracı gonderelim ki Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- onu affetsin, diye duşunmeye başladılar. Sonunda Peygamber Efendimiz’in cok sevdiği sahÂbîlerden biri olan UsÂme bin Zeyd’i gondermeye karar verdiler.

UsÂme, Peygamber Efendimiz’e giderek kadının affedilmesini talep etti. Bu talep karşısında Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in mubÂrek yuzunun rengi değişti. Cok sevdiği UsÂme’ye sitem dolu nazarlarla bakarak:

“–AllÂh’ın koyduğu cezÂlardan birinin tatbik edilmemesi icin aracılık mı yapıyorsun?!” diye sordu.

UsÂme -radıyallÂhu anh-, Peygamber Efendimiz’in ne kadar uzulduğunu gorunce son derece pişman oldu ve derhal ozur dileyerek:

“–Ey AllÂh’ın Rasûlu! Benim bağışlanmam icin du et!” dedi. (BuhÂrî, MegÂzî, 53; NesÂî, Kat’u’s-SÂrik, 6, VIII, 72-74)

Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm- ayağa kalktı ve halka şoyle hitÂb etti:

“–Sizden onceki milletler, şu sebeple helÂk olup gittiler: Aralarından soylu, makam-mevkî sÂhibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezÂlandırırlardı.

AllÂh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı FÂtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim!” (BuhÂrî, EnbiyÂ, 54; Muslim, Hudûd, 8, 9)

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmÂn edenler! AdÂleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabÂnız aleyhinde bile olsa AllÂh icin şÃ‚hitlik eden kimseler olun. (Haklarında şÃ‚hitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adÂletten sapmayın...” (en-NisÂ, 135)

İşte ornek hayatı Âdeta canlı bir Kur’Ân tefsîri mÂhiyetinde olan Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm-, adÂlet onunde kendi Âilesinin bile bir imtiyÂzının olmadığını cok acık bir uslûb ile beyÂn ederek toplumdaki guclu kimselere imtiyaz tanınmasına kat’î bir lisanla karşı cıkmıştır.

Hakkı Tutup Kaldırmak...

Peygamber Efendimiz’in, daha risÂletle vazîfelendirilmeden evvel iştirÂk ettiği “Hılfu’l-Fudûl” adlı cemiyet de, ticÂrî ve ictimÂî hayatta adÂleti hÂkim kılma gÂyesine hizmet etmekteydi. Hakkı gasbedilen ve hakkını arayamayan zayıf ve yabancı kimselere yardımcı olunur, zayıfın gasbedilen hakkı, gucluden alınıp sÂhibine teslim edilirdi.

Bu hassÂsiyetin tezÂhurleri, Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm-’ın butun hayatında gorulmekteydi. Nitekim bu hÂl, O’nun hadîs-i şerîflerine de şoyle yansımıştı:

“…İcindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflÂh olmaz...” (İbn-i MÂce, SadakÂt, 17)

“…Gucsuzlerin hakkının guclulerden alınmadığı bir toplumu Allah nasıl temize cıkarır?!” (İbn-i MÂce, Fiten, 20)

“KıyÂmet gununde insanların Allah TeÂlÂ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adÂletli idÂrecidir. KıyÂmet gununde insanların Allah TeÂlÂ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesÂfede bulunanı da zÂlim idÂrecidir.” (Tirmizî, AhkÂm, 4/1329; NesÂî, ZekÂt, 77)

Yine Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dunyaya ved ederken kendilerinden duyulan son hadîs-i şerîflerinde şoyle buyurmuşlardır:

“Namaza, ozellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû DÂvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i MÂce, VasÂyÂ, 1)

AdÂleti Yanıltmak: Cehennemden Bir Pay...

Fahr-i KÂinÂt -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle buyurur:

“Ben sÂdece bir beşerim. Sizler bana (aranızdaki ihtilÂflar sebebiyle) muhÂkeme olmak uzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merÂmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediklerime gore o kimsenin lehinde hukum veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hukum vermişsem, ona cehennemden bir pay ayırmış olurum.” (BuhÂrî, ŞehÂdÂt, 27; Muslim, Akdiye, 4)

Hakîkaten bÂzı insanlar, guzel konuşmaları ve yuksek zekÂları sÂyesinde, yaptıkları zulmu, dunya plÂnında ortbas edebilirler, haksız iken kendilerini haklı gosterebilirler. Ancak onlar hicbir zaman kurtulduklarını zannetmemelidirler. Bu dunyada beşerî adÂleti yanıltıp kendilerini kurtardıklarını duşunseler bile Âhiretteki ilÂhî mahkemede her şey bir bir ortaya dokulecek ve haklının hakkı haksızdan alınacaktır. Âhirette duşulecek bu rezil durum ise, dunya plÂnındaki rezillik ve zilletten cok daha ağır olacaktır.

Bu itibarla, hÂkim huzûrunda başka birinden hak talep eden kişinin, gercekten haklı olup olmadığını vicdÂnında cok iyi muhÂsebe etmesi îcÂb eder.

Adalet meselesi, hayatın sadece belli alanlarında değil, tamamında muhimdir. Ticaretten eğitime, cevreden Âileye kadar… Âile icinde de;

EvlÂtlar Arasında AdÂlet

Cinsiyet farkı sebebiyle evlÂtlar arasında ayrım yapmak da, Allah TeÂlÂ’nın takdîrine hurmetsizliktir, rız ve teslîmiyet zaafıdır.

Sırf cinsiyeti yuzunden kız cocuklarının, bircok tabiî haklarından mahrum bırakılarak zulme mÂruz kaldıkları, bilinen bir gercektir. Allah TeÂlÂ, yegÂne ustunluk olcusunun “takv” olduğunu beyÂn ederken, “cinsiyet” gibi bir meseleyi ustunluk sebebi ittihÂz etmek, ilÂhî hakîkatlere haksızlıktır, zulumdur.

SahÂbînin biri, Peygamber Efendimiz’in yanında otururken, yanına kucuk oğlu geldi. Hemen onu kucaklayıp optu ve dizine oturttu. Az sonra da kucuk kızı geldi. Adam onu dizine değil, yanına oturttu. Bunu goren Peygamber Efendimiz:

“–Cocuklar arasında adÂleti gozetmen gerekmez miydi?” buyurdu.

Boylece kız ile erkek cocuğa -sırf cinsiyeti sebebiyle-farklı davranmamak ve birini diğerine tercih etmemek gerektiğini ifÂde buyurdu.1

Nûman bin Beşîr -radıyallÂhu anhumÂ- şoyle anlatır:

Babam beni Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’e goturdu ve:

“–Ben, sÂhip olduğum bir koleyi bu oğluma verdim.” dedi. Bunun uzerine Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem:

“–Buna verdiğini diğer cocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam:

“–Hayır, vermedim.” dedi. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:

“–O hÂlde yaptığın hibeden (bağıştan) don!” buyurdu. (BuhÂrî, Hibe 12, ŞehÂdÂt 9; Muslim, HibÂt 9-18)

Hakkı Titizlikle Tevzî Edebilmek

Hayber zaferinden sonra Peygamber Efendimiz

-sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, Abdullah bin RevÂha’yı tahsilÂt icin oraya gonderirdi. Abdullah -radıyallÂhu anh- da, alınması gereken hurma miktÂrını buyuk bir titizlikle tahmin edip bunu tahsil ederdi.

Hayber arÂzîsini işleyen yahûdîler, AbdullÂh’ın tahminde gosterdiği titizlikten rahatsız oldular. Hatt bir ara, kadınlarının sus eşyalarından biraz mucevherat topladılar ve:

“–Bunlar senin, taksim esnÂsında bizim lehimize davran ve bize biraz goz yum!” dediler. Abdullah ise onlara:

“–VallÂhi bircok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı Âdil davranmama mÂnî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz, ruşvettir. Ruşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi.

Yahûdîler, Abdullah -radıyallÂhu anh-’ı ikn edemeyeceklerini anladılar ve onu takdîr edip:

“–İşte bu adÂlet ve doğrulukla gokler ve yer nizÂm icinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, MusÂkÂt, 2)

Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:

“Ey îmÂn edenler! AllÂh icin adÂletle şÃ‚hitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adÂletten saptırmasın. Âdil davranın, zîr takvÂya en yakışanı budur...” (el-MÂide, 8)

Kendi duşmanlarına karşı bile, binbir îtin ile adÂleti emreden dînimiz ne yucedir! Musluman, kÂfire bile yapılsa, zulumden mutlaka hesÂba cekileceğini duşunerek dÂim hakka riÂyet eder, adÂlet uzere hareket eder. Zîr hadîs-i şerîfte şoyle buyrulur:

“Mazlumun bedduÂsından son derece sakının, cunku onun bedduÂsı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (BuhÂrî, ZekÂt 41, 63, MeğÂzî 60, Tevhîd 1; Muslim, ÎmÂn 29, 31)

İslÂm tarihinde gayr-i muslimlere bile buyuk bir titizlikle sergilenen hak ve adÂlet fazîletinin tipik misallerinden biri de şudur:

Muslumanlar, Bizans ordusunun uzerlerine gelmekte olduğunu haber alınca, himÂye ve idÂreleri altında bulunan Humus ahÂlîsinden almış oldukları vergileri iÂde ettiler ve:

“–Biz şu anda buyuk bir saldırıya mÂruz kaldığımız icin sizi muhÂfaza imkÂnından mahrumuz. (Bu vergileri ise sizi muhÂfaza karşılığında almıştık.) Artık serbestsiniz, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz.” dediler. Humus ahÂlîsi:

“–VallÂhi sizin idÂreniz ve adÂletiniz, bizim icin daha once icinde bulunduğumuz zulum ve zorbalıktan cok daha iyidir. Sizin vÂlinizle birlikte şehri Bizans’a karşı mudÂfaa edeceğiz.” dediler.

Kendileriyle sulh yapılmış olan diğer şehirlerin hristiyan ve yahûdî ahÂlisi de aynı şekilde hareket etti. Netice İslÂm ordusu gÂlip gelince de, şehirlerini tekrar muslumanlara actılar, huzur icinde yaşayıp vergilerini odemeye devam ettiler.2

İslÂm ordusu bu adÂleti yalnız Humus’ta değil, once fethedip sonra cekilmek zorunda kaldığı butun beldelerde tatbik etmiştir. MeselÂ, Plevne duştuğu zaman GÂzi Osman Paşa, hristiyan halktan, onları muhÂfaza karşılığında almış olduğu cizyeleri iÂde etmiştir.

a

Hak ve adÂlet mevzuundaki bu ve benzeri hassas olculer sebebiyledir ki, tÂrih boyunca nice insaf ehli gayr-i muslim mutefekkir, İslÂm adÂletinin yuceliğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.

Nitekim 1789’da Fransız ihtilÂlcilerinden bir “insan hakları beyannÂmesi” hazırlamaları istenmişti. Bu gÂye ile dunyÂdaki butun hukuk sistemlerini araştıran heyette bulunan Lafayet, İslÂm hukukunun ustunluğunu gorunce, Peygamber Efendimiz’i kastederek:

“–Ey şanlı ve buyuk insan! Sen, adÂletin ta kendisini bulmuşsun!” demekten kendini alamamıştır.

AdÂlet, devletleri ayakta tutan temel direktir. Oyle ki; “Kufr ile pÂyidÂr olunur, zulm ile olunmaz!” sozu meşhurdur. Butun idÂrenin adÂlet ile kÂim olduğunu ifÂde icin de; “AdÂlet mulkun (idÂrenin) temelidir.” denilmiştir.

Hakîkaten milletler ve devletler, guc ve iktidÂrı elde tutan idÂrecilerle ayakta dururlar. Ancak bir guc ve iktidÂrın makbûliyeti, hak ve adÂlet olculerine riÂyeti nisbetindedir. Hak ve adÂletten mahrum bir kuvvet; ancak zulum ve zorbalık doğurur. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallÂhu anh-:

“Kuvvete dayanmayan adÂlet Âcizdir. AdÂlete dayanmayan kuvvet ise zÂlimdir.” buyurmuştur.

YÂni hak ve adÂlet olculeriyle dizginlenmemiş guc ve kuvvet, ancak bir zulum vÂsıtası olur. Ayrıca adÂlet, ancak onu tevzî edebilecek dirÂyetli ve Âdil ellerde butun ihtişÃ‚mıyla tezÂhur eder. Zayıf ve ehil olmayan kimseler elinde ise zillet ve acziyete donuşebilir.

Yûsuf Has HÂcib, Kutadgu Bilig adlı eserinde ne guzel soyler:

“Zulum, yanan bir ateştir; yaklaşanı yakar. AdÂlet ise, sudur; akarsa nîmet yetişir.”

YÂni bir toplumda zulum ve haksızlık yangını devam ederken adÂlet suyu imdÂda yetişmiyorsa, o su, sÂfiyetini, akıcılığını ve oz kıymetini yitirmiş demektir. Mazlumların feryatlarını dindirmeyen bir adÂlet sistemi de, dura dura kokuşan sulara benzer.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallÂhu anh-, halîfe secildiğinde minbere cıkarak buyuk bir tevÂzû icinde halka şoyle hitÂb etmiştir:

“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hÂlde sizin başınıza halîfe secilmiş bulunuyorum. ŞÃ‚yet vazîfemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gosteriniz…” (İbn-i Sa’d, III, 182-183; Suyûtî, TÂrîhu’l-HulefÂ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslÂm Peygamberi, II, 1181)

Dolayısıyla Âdil kimselerin yanında olmak, hat ettiklerinde de cekinmeden onları îkaz etmek, mu’minlerin en muhim vazifelerindendir.

Zulum ve Haksızlığa Karşı Durmak

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“CihÂdın en fazîletlisi, zÂlim sultÂnın karşısında hakkı ve adÂleti soylemektir.” (Ebû DÂvûd, MelÂhim, 17; Tirmizî, Fiten, 13)

Zîr hakkın sukût ettiği yerde bÂtıl hortlar. Hakkı mudÂfaa durumunda olup da sessiz kalmak, dilsiz şeytana donmektir. ZÂlime sukût, onu putlaştırmaktır. Nitekim zÂlim Firavun’a; “Ben sizin yuce rabbinizim!” dedirten, etrÂfındaki HÂmÂn ve emsÂli, insan sûretli şeytanlardı. Onlar da Firavun’un zulmune payanda oldukları icin, aynı Âkıbetle ebedî husrÂna dûcÂr oldular. Zîr dunyevî menfaatler icin zulme yaltaklanmak, ebedî bir zillet ve husran sebebidir.

Hakka gonul verenler ise hakkın kuvvetinden feyz alırlar. Hakka dayanmanın izzetiyle dÂim doğrunun yanında, zÂlimin karşısında olurlar.

Bunun icindir ki; zulmuyle meşhur olan HaccÂc-ı ZÂlim karşısında Hasan-ı Basrî Hazretleri susmadı, ne pahasına olursa olsun hak ve adÂleti tebliğ ve tevzî etti. Halîfe CÂfer Mansur’un haksız icraatlerine Âlet olmak istemeyen İmÂm-ı Âzam Hazretleri, zindanda kırbaclanmak pahasına Bağdat kadılığını reddetti…

Zîr hak soz, îmÂnın sesi; hakkı soylemek ve tevzî etmek, kÂmil mu’minlerin şiÂrıdır. Hakkı soyleyen ve hakka hizmet edenler bulundukca haksızlığa giden yollar kapalı olacaktır.

Bu itibarla nefsine uyarak zulme sapanlar veya zÂlime destek olanlar, şunu iyi bilmelidirler ki; bÂtılın ve zulmun gecici bir galebesi vardır, fakat kalıcı bir zaferi yoktur. Zîr zulmun sonu zevÂldir. Hakkı tanımamak, hak ve adÂlet kÂidelerini ciğnemek, Allah -celle celÂluhû-’ya isyan ve muhÂlefet mÂnÂsına geldiği icin, zÂlimlerin -er ya da gec- ilÂhî kudretin cetin azÂbı ile karşılaşmaları muhakkak ve mukadderdir.

Zulum ve haksızlık tarihi, ilÂhî intikam tatbikÂtının dehşetli tezÂhurleriyle doludur. Nitekim Âyet-i kerîmede:

“…Zaten Biz ancak halkı zalim olan memleketleri helÂk etmişizdir.” (el-Kasas, 59) buyrulmaktadır.

a

VelhÂsıl, kaba kuvvete rÂm olanlar nazarında zulmun başlangıcı her ne kadar parlak gorunse de, tarih sayfaları tekrar tekrar gostermiştir ki, onun sonu dÂim zifiri karanlıktır. Diğer taraftan adÂlet de, her ne kadar zor gorunse de, nihÂyeti nurlu ve huzurludur. Bu itibarla, her zaman, her yerde ve herkese karşı Âdil olan bir musluman, AllÂh’ın ve kullarının sevgisini kazanır, iki cihanda da azîz ve bahtiyÂr olur.

Nefislerine uyarak adÂletten ayrılanların ise hicbir şey elde etmeleri mumkun değildir. Aldatıcı ve gecici bÂzı menfaatler sağlasalar bile bu, nihÂyetinde zarar, pişmanlık ve husrandan başka bir şey getirmez.

Rabbimiz, kalplerimizi fÂnî menfaatler uğruna eğrilmekten muhÂfaza buyursun! Cumlemizi, hak ve adÂlet uzere yaşayıp vicdan huzûruyla ilÂhî dîvÂna varabilen mes’ûd ve bahtiyar kullarından eylesin!

Âmîn…

Dipnotlar: 1) TahÂvî, Şerhu MeÂni’l-ÂsÂr, Beyrut 1987, IV, 89; Beyhakî, Şuab, VII, 468; Heysemî, VIII, 156. 2) BelÂzurî, Futûhu’l-BuldÂn, Beyrut 1987, s. 187.
__________________