Bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya ona nisbeti bulunan her şeye sirÂyet eder. Mesel mu’minler icin, binlerce dağ arasında Uhud Dağı’nı farklı ve mustesn kılan, RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in ona olan husûsî muhabbetidir. Yine hicretten evvel sıradan bir şehir olan “Yesrib”i daha sonra “Medîne-i Munevvere” hÂline getirip butun ummete sevdiren husus da, onun, Gonuller SultÂnı Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm-’ın muhabbetiyle sırılsıklam yıkanmış mubÂrek bir mekÂn oluşudur. Gercekten “Medîne-i Munevvere”nin, mu’minlerin gonlunde hicbir şehirle kıyaslanmayacak derecede bir muhabbete mazhar olması, onun zikredildiği her an Peygamber Efendimiz’i hatırlatmasındandır.

İşte bunun gibi AllÂh’ı sevmek de, O’nun en cok sevdiği Peygamber Efendimiz’i sevmeyi ve O’na tÂbî olmayı gerektirir. Nitekim CenÂb-ı Hak:

“(Rasûlum!) De ki, siz gercekten AllÂh’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, AllÂh da sizi sevsin…” (Âl-i İmrÂn, 31) buyurmuştur.

YÂni Allah Rasûlu’ne tÂbî olma husûsunda gayret gostermek, kişiyi Allah tarafından sevilen kullardan olma şerefine nÂil eder. Allah ve Rasûlu’ne muhabbet ve itaat netîcesinde mu’minde; Yaratan’dan oturu yaratılanlara şefkat, merhamet, kendi imkÂnlarını din kardeşleriyle paylaşabilme, affedebilme, HÂlık’ın nazarıyla mahlûkÂta bakabilme gibi guzel hasletler, rûhÂnî bir zevk ve lezzet hÂline gelir.

Nitekim ashÂb-ı kirÂm, RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in hakîkatine yaklaşabilmek icin, O’nun rûhÂniyeti etrÂfında Âdeta pervÂne olup O’nda fÂnî olmayı dunyÂnın en buyuk nîmeti bilmiş ve bu sûretle ilÂhî lutuflara nÂil olmuşlardır. TÂrih boyunca Peygamber Efendimiz’in usve-i hasenesinden, yÂni ornek şahsiyetinden lÂyıkıyla nasîb alan mu’minler de, fıtratlarındaki ilÂhî neşveleri olgunlaştırarak îman ve ahlÂk bakımından zirveleşmişler, insanlığa hidÂyet meş’aleleri olmuşlardır.

Hasta ve gÂfil kalblerin en muessir dermÂnı, RasûlullÂh’a olan muhabbet ve O yuksek karaktere hayranlık netîcesinde meydana gelen “sunnete ittib”dır.

Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, cok sevdiği ummetiyle cennette de berÂber olmayı arzuladığından, CenÂb-ı Hakk’ın emrettiği her husûsa ummetinin de dikkatle riÂyet etmesini isterdi. Rabbimiz, Âyet-i kerîmede, Rasûlu’nun ummetine olan duşkunluğunu şoyle beyan buyurmaktadır:

“ŞÃ‚nım hakkı icin size icinizden oyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya duşmeniz O’na cok ağır gelir, O size cok duşkundur, ustunuze titrer, mu’minlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (et-Tevbe, 128)

Biz ummetine boylesine duşkun olan Efendimiz’le Kevser Havuzu’nun başında buluşabilmek icin O’nun tavsiyelerine cÂn u gonulden kulak vermemiz îcÂb etmektedir. İşte Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm-’ın titizlikle icÂbet etmemizi istediği muhim tavsiyelerinden birkacı:

a. AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyurur:

Rabbim bana susma hÂlimin tefekkur olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)1

CenÂb-ı Hak, butun mahlûkÂta onların husûsiyetlerine gore bir tefekkur hÂli ihsÂn etmiştir. İnsanların ve cinlerin dışındaki mahlûkÂtın tefekkurune “sevk-i tabiî” denir. O tefekkur, bedenî hayatın devÂmı icindir. Hayvana, karnını doyurması, kendini koruması ve teselsulu gibi hususlarda yardımcı olur. İnsana ise tefekkur, rûhÂnî yapısını guclendirip CenÂb-ı Hakk’a yakın ve guzel bir kul olabilmesi icin lutfedilmiştir. HÂl boyleyken, insanın tefekkur nîmetini dunyevî ve nefsÂnî menfaatleri uğrunda ziyÂn etmesi ne fecî bir husrandır!

İnsan, hayatı boyunca tefekkur ve duygu derinliğinde ne kadar yukselir ve dirÂyet kazanırsa, ilÂhî muhabbetten o kadar nasip alabilir ve olum otesindeki saÂdeti de o nisbette artar.

Tefekkur, insanoğlunu beşerî kemÂlÂtta zirvelere goturecek en buyuk vÂsıtalardan biridir. HidÂyet rehberimiz Kur’Ân-ı Kerîm, insanı ilk Âyetinden son Âyetine kadar derin derin tefekkure dÂvet ederek insanın yaratılışındaki hikmetleri, kÂinattaki hÂrikulÂde nizÂmı ve Kur’Ân-ı Kerîm’in eşsiz bir beyan mûcizesi olduğunu duşunmeye sevk eder. “Akıl etmiyor musunuz?”, “Tefekkur etmez misiniz?”, “İbret almaz mısınız?” gibi ifÂdelerle insanları îkÂz eder. Dolayısıyla insanlık haysiyetine lÂyık bir şekilde yaşamak isteyen herkes, Kur’Ân-ı Kerîm’in rehberliğinde bir tefekkur iklîmine girmeye muhtactır.

CenÂb-ı Hak şoyle buyurur:

“Onlar, AllÂh’ın, gokleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi, ancak hak ile ve belirlenmiş bir sure icin yarattığını, hic kendi kendilerine tefekkur etmediler mi?..” (er-Rûm, 8)

“Biz ilk yaratmada Âcizlik mi gosterdik? Hayır! Doğrusu onlar, yeniden yaratılış (olumden sonra dirilme) husûsunda şuphe icindedirler. Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 15-16)

AllÂh Rasûlu -sallallÂhu aleyhi ve sellem-, nubuvvetine yakın zamanlarda uzlete cekilmeyi cok arzu ederdi. O’nun bu uzletlerindeki ibÂdeti; tefekkur etmek, atası İbrÂhîm -aleyhisselÂm- gibi goklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve KÂbe’yi seyretmek şeklindeydi.2

O gunlerde varlıklar Âlemi ve onun hikmet sÂhibi Yaratıcı’sı hakkında sık sık tefekkur eden RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, daha sonraki hayatında da dÂim duşunceli ve tefekkur hÂlinde idi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sukûnet hÂli uzun surerdi. Bir soze başlayınca, onu yarım bırakmaz, tamamlardı. Bircok mÂnÂları birkac kelimede toplar, kısa ve oz ifÂde buyururdu.3 Ummetini de her fırsatta AllÂh’ın yarattıkları uzerinde tefekkure dÂvet eder4, tefekkurun mustesn bir ibÂdet olduğunu ifÂde buyururdu.5

Âişe -radıyallÂhu anhÂ-, AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in kalbî rikkatine ve tefekkur ufkuna dÂir bir misÂli şoyle nakleder:

“Bir gece RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen bu geceyi Rabbime ibÂdet ederek gecireyim.» dedi. Ben de:

«–VallÂhi Sen’inle berÂber olmayı cok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha cok severim.» dedim.

Sonra kalktı, guzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mubÂrek sakalları, hatt secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hÂldeyken BilÂl namaza cağırmaya geldi. Ağladığını gorunce:

«–Y RasûlallÂh! Allah TeÂl sizin gecmiş ve gelecek gunahlarınızı bağışladığı hÂlde nicin ağlıyorsunuz?» dedi.

Bunun uzerine Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:

«– AllÂh’a cok şukreden bir kul olmayayım mı? VallÂhi bu gece bana oyle Âyetler indirildi ki, onu okuyup da uzerinde tefekkur etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve ardından şu Âyetleri okudu:

«Şuphesiz ki goklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gunduzun birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri icin (AllÂh’ın birliğini gosteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları uzerine yatarken (her an) AllÂh’ı zikrederler; goklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkur ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz; bizi cehennem azÂbından koru! (derler).» (Âl-i İmrÂn, 190-191)” (İbn-i HibbÂn, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-MeÂnî, IV,157)

Bu Âyet-i kerîmeler nÂzil olduğu gece AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, gokteki yıldızları imrendirecek inci tÂneleri gibi gozyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Mu’minlerin, ilÂhî kudret ve azamet tecellîlerini tefekkur ile dokecekleri gozyaşları da, AllÂh’ın lutfu ile, fÂnî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, Âhiretteki cennet bahcelerinin şebnemleri olacaktır.

b. Nebevî tavsiyelerine devamla Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurur:

Rabbim bana konuşma hÂlimin zikir olmasını emretti, (size de tavsiye ederim.)

Sevenler, sevdiklerini, duydukları muhabbetin şiddeti nisbetinde yÂd etme ihtiyÂcı hissederler. Diğer taraftan o yÂd ediş de sevilene karşı duyulan muhabbeti artırır. ÎmÂnın lezzetinden nasîb alanlar, bu istikÂmette merhale kat ettikce CenÂb-ı Hakk’a muhabbetleri kadar O’nu zikredişleri de artar.

AllÂh’ı zikretmek, hic şuphesiz ki “AllÂh” lafzını sÂdece kelime olarak tekrarlamak değil, O’nu bir şuur ve idrÂk hÂlinde, tahassus merkezi olan kalbe yerleştirmektir. Zîr Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:

“Şunu iyi biliniz ki, kalbler ancak AllÂh’ı zikretmekle mutmain olur, huzur bulur.” (er-Ra’d, 28)

Hazret-i Âişe -radıyallÂhu anhÂ-’nın bildirdiğine gore RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, her Ânında AllÂh TeÂlÂ’yı zikir hÂlindeydi.6 CenÂb-ı Hak bizim de aynı hÂl uzere olmamızı isteyerek şoyle buyurmaktadır:

“…Rabbini cok cok zikret ve akşam-sabah tesbîh et!” (Âl-i İmrÂn, 41)

“(O korkulu zamanda) namazı kıldıktan sonra, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız uzerinde, hep AllÂh’ı zikredin...” (en-NisÂ, 103)

AllÂh TeÂl bu Âyette, savaş gibi korku, tehlike ve bÂdirelerle dolu bir anda dahî zikirden gÂfil kalınmaması gerektiğini, her hÂlukÂrda kalblerin kendisiyle beraber olmasını emretmektedir.

İnsanın gaflete duşmemesi icin zikir şarttır. Zîr CenÂb-ı Hak:

“AllÂh’ı unutan ve bu yuzden AllÂh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar fÂsıklardır.” (el-Haşr, 19) buyurur.

Yine Yuce Rabbimiz, Hazret-i Mûs ve HÂrun -aleyhimesselÂm-’ı Firavun’a gonderirken:

“Sen ve kardeşin, birlikte Âyetlerimi goturun ve Ben’im zikrimden uzaklaşmayın!” (TÂhÂ, 42) buyurmuştur.

Kalbi “Y Rabbî!” demekte olan birinin ağzından yanlış bir soz cıkamaz, haksızlık yapamaz, mahlûkÂta şefkatsiz davranamaz. Zîr zikreden kimse, AllÂh’ın RahmÂn ve Rahîm esmÂsının tecellîlerine mazhar olur.

Zikirle meşgul olan ve kalbi AllÂh ile birlikte bulunan kimsenin ibÂdet hayÂtı da zirveleşir. Nitekim Peygamber Efendimiz:

“Rabbini zikreden bir kimse ile etmeyenin farkı, diriyle olunun farkı gibidir.” buyurmuştur. (BuhÂrî, DeavÂt, 66)

c. Ucuncu tavsiye olarak AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- buyurur:

Rabbim bana, bakışımın ibret olmasını emretti, (ben de size tavsiye ederim.)

CenÂb-ı Hak, eşyÂya ve hÂdiselere ibret nazarıyla bakan kullarını medhetmekte, Âyetlerini boyle kulları icin acıkladığını bildirmektedir. Âyet-i kerîmelerde insanlar, cevrelerindeki varlıklardan ve hÂdiselerden ibret almaya sevk edilerek şoyle buyrulur:

“(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, goğun nasıl yukseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryuzunun nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (el-ĞÂşiye, 17-20)

“Yeryuzunde dolaşıp kendilerinden oncekilerin sonlarının nasıl olduğunu gormezler mi?..” (Muhammed, 10)

İlim ve irfÂnın en muhimi, varlıkların hÂl lisÂnına Âşin olabilmektir. MevlÂn Hazretleri, bu devresini “piştim” ve “yandım” şeklinde tavsif eder. Mesnevî’sinde butun varlıklarla konuşur, onların hÂl lisÂnına tercumÂn olur. Bunlardan biri de gul ile konuşmasıdır. Hazret-i MevlÂnÂ, gul ile Âdeta şoyle hasbihÂl eder:

“Gul, o guzel kokuyu diken ile hoş gecindiği icin kazandı. Bu hakîkati gulden de işit. Bak, o ne diyor:

Dikenle beraber bulunduğum icin neden gama duşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gulmeyi, o kotu huylu dikenin beraberliğine katlandığım icin elde ettim. Onun vesîlesiyle, Âleme guzellikler ve hoş kokular sunma imkÂnına kavuştum. (İşte sen de benim gibi ol.)”

Yûnus Emre Hazretleri, sarı cicekle konuşur, onun dilinden kÂinÂtın hikmetlerini ve esrÂrını anlar ve anlatır.

SÂdî-i ŞîrÂzî:

“Akıl sÂhipleri nazarında yeşil ağacların her bir yaprağı, insanı mÂrifetullÂha ulaştıran bir kitaptır. GÂfiller icin ise, butun ağaclar bir yaprak bile değildir.” der.

***

VelhÂsıl, tefekkur, zikir ve bakışın ibret olması gibi ulvî hasletler, insanın, ic Âlemini tezkiye ve tasfiye ederek olgunlaşması icin zarûrîdir. RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, CenÂb-ı Hakk’ın kendisine bu hususları bilhassa emrettiğini bildirmiş ve ummetinin de bu mevzularda dikkatli olmasını istemiştir.

İmÂm-ı RabbÂnî Hazretleri ne guzel buyurur:

“Peygamber Efendimiz’in sunnetine tÂbî olma nîmetine nÂil olan kimse ne kadar bahtiyardır. Bugun O’nun dîninin hak olduğuna inanarak yapılan kucuk bir iş bile buyuk işler mesÂbesinde kabûl edilir…” (MektûbÂt-ı RabbÂnî, 44. Mektûb)

Rabbimiz, biz kullarını Habîb-i Ekrem’inin sunnetine lÂyıkıyla ittib eden bahtiyarlar zumresine ilhÂk eylesin!

Muhterem okuyucularımız!

Hayatı, Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in yuce tavsiyeleri istikÂmetinde yaşamak, iki dunyamızı da bayrama donuşturme vesîlesidir. Cunku insanoğlu icin gercek bayram, O Âlemler Sultanı’nın yuce ahlÂkına sarılmakla mumkundur. Bu Âlemdeki fÂnî ıztırapları ebedî huzur, acı gozyaşlarını sonsuz tebessum ve icli feryatları da birer cennet sadÂsı eyleyebilecek bayram ilÂcı, ancak Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in yuce olculerinde; şefkat, merhamet ve şefaatinde gizlidir.

İdrÂk ettiğimiz bayramlar, her şeyden once işte bu yuce hakîkatler etrafında yaşanmalı ki, gercek ve sonsuz bayramlara nÂil olabilelim. Bu hakîkatler icinde, tefekkur var, zikir var, Âlemi ibretle temÂşÃ‚ var, kısacası Hazret-i Peygamber’in yuce ahlÂkına burunmek var; diğergÂmlık var, paylaşmak var...

Ramazan, bir takv mektebi, bayram ise onun rûhÂnî bir şehÂdetnÂmesidir. Bayramlar, asl tÂtil ve eğlence gibi şahsî ve ferdî mutluluk gunleri değildir. BilÂkis butun toplumu kucaklayıcı ibÂdet gunleridir. Bu gunlerin en guzel şekilde değerlendirilmesi de ancak şu guzel hasletlerle mumkundur:

1. AkrabÂları ziyÂret etmek,

2. Bol bol hayır ve hasenatta bulunmak,

3. Kur’Ân-ı Kerîm tilÂvetleriyle gecmişlerimizin ruhlarını şÃ‚d etmek,

4. Toplumdaki gariplerin, muzdariplerin, hastaların, dul, yetim ve oksuzlerin, fakir-fukarÂnın dertlerini paylaşmak,

5. Tebessumu unutmuş, gonlu kırık kimsesizlerin yuzunu guldurmeye calışmak.

Unutmamalı ki, CenÂb-ı Hak insanları birbirine muhtac hÂlde yaratmıştır. Toplumda gucluler-kuvvetliler olduğu gibi, zayıflar, sakatlar ve muhtaclar da dÂim mevcuttur. Kendimize sormalıyız: “CenÂb-ı Hak bu insanları niye muhtac olarak yarattı?” CevÂbıysa mÂlum: “Muhtac olanlar, muhtac olmayanlar icin ilÂhî bir emÂnettir.” Bu mes’ûliyeti bizzat CenÂb-ı Hak veriyor. Buna gore varlıklılar, yoksulların yerinde; yoksullar da, varlıklı kimselerin yerinde olabilirdi. O hÂlde durumu iyi olanlar, muhtacların noksanlarını telÂfî etme mes’ûliyetini tam olarak idrÂk etmelidirler. Cunku bu duny hayatı, sonsuzluğun yanında cok kısa bir fasıldır. Belki o muhtaclar, sabır ve şukurleri neticesinde Âhirette cok buyuk nîmetlere gark olacaklardır.

Bir gun RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:

“–Nefsim kudret elinde bulunan AllÂh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz muddetce cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı.

AshÂb-ı kirÂm:

“–YÂ RasûlallÂh! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.

AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ise:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis butun mahlûkÂta şÃ‚mil olan merhamettir, (evet) butun mahlûkÂta şÃ‚mil merhamet!..” buyurdular. (HÂkim, IV, 185/7310)

Bu hadîs-i şerîfin de işÃ‚ret buyurduğu hakîkate gore insan tek başına, ferdî olarak bayram yapamaz. YÂni tek başına bir bayram namazı, tek başına bir bayramlaşma tasavvur olunamayacağı gibi, sırf kendi şahsının veya kendi Âilesinin mutluluğuna hasredilmiş bir bayram da duşunulemez. Cunku bu, kulu bayramın gercek feyz ve bereketine asl kavuşturamaz.

Onun icin her bayramda ve bilhassa bu bayramda toplumdan yukselen sessiz feryatları daha derinden duymamız gerekiyor. Hic şuphesiz bunların başında da, yalnızlığa terk edilmiş hasta ve yaşlılar, sokakların insafına bırakılmış cocuklar, menfî medyanın zehirli telkinleriyle gayr-i meşrû yollara suruklenen, alkol ve narkotik batağında eriyen daha hayatın bahÂrındaki gencler, dînî ve millî duygularını kaybeden korpe dimağlar gelmektedir.

Butun bunları hatırlayıp asıl mahrumlar ve muhtaclar olan boyle insanlarımıza yureğimizin uzandığı olcude idrÂk edeceğimiz bayram, gercek bir bayram huviyetine kavuşmuş olur. Zîr butun muslumanlar bir bedenin uzuvları gibidir. Dolayısıyla kaybettiğimiz her insan, sanki bu bedenden koparılmış bir parca hukmundedir. Nitekim Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, mu’minlerin bu hÂlet-i rûhiye icinde olmasını arzu ederek şoyle buyurmuşlardır:

“Mu’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vucûda benzerler. Vucûdun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (BuhÂrî, Edeb 27; Muslim, Birr 66)

Duşunmeliyiz ki, toplumumuzdaki gÂfilleri uyandıracak, garipleri ve muzdaripleri ihy edip gonullerini surûra gark edecek, insanlığı İslÂm’ın guleryuzuyle tebessum ettirecek hakîkî bayram, hangi rûhî hamleye muhtactır?

Acaba bu bayram, Filistin, Lubnan ve Irak’taki kardeşlerimizle nasıl bayramlaşmalıyız? Onlara gidecek bayram tebriğimiz nasıl olmalı?

Bu bayram, kanadı kırık bir kuş gibi muzdarip olan mazlumlara, yetimlere, muhtaclara yureğimiz ve duÂlarımız ne kadar uzanabilecek? Onların yuzlerinde bizlere hakîkî bayram neşesi olacak, gonullerimize bahar ferahlığı bahşedecek bir tebessume vesîle olabilecek miyiz?

HÂsılı Ramazan gecelerinden sonra kavuşulan bayram geceleri, bu suallerin bereketli netîcelerine kavuşmak icin her zaman ele gecmeyen fırsat demleridir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevÂbını AllÂh’tan umarak ibÂdetle ihy edenlerin kalbi, -butun kalblerin olduğu gunde- olmeyecektir.” (İbn-i MÂce, SıyÂm, 68)

Bu cihetle, Ramazan geceleri gibi bayram geceleri de ganîmet bilinmelidir. Unutulmamalıdır ki esas bayram; mu’minlerin takv imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna cıktıkları gundur. Nitekim Hak dostları:

“Gercek bayram yeni elbise giyene değil, AllÂh’ın azÂbından emîn olanadır.” demişlerdir.

Ne saÂdet bayramları bu incelik, guzellik, derinlik ve hakîkatler ışığında Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in yuce ahlÂkına uygun olarak yaşayabilenlere!

Cenab-ı Hak, bu Ramazan ve bayramda mazlum muslumanların acı ve ıztıraplarını daha derinden duyabilmeyi, gonullerimizi onları kuşatan bir dergÂh yapabilmeyi ve hem maddî yardımlarımızla hem de duÂlarımızla onların yaralarını sarabilmeyi nasîb eylesin! Âhirete acılacak kapımızı, saÂdet tecellîleriyle gelen ebedî bir bayram kılsın. Ramazan ve bayram gunlerini, vatanımıza, milletimize, İslÂm dunyÂsına saÂdet ve huzur kaynağı eylesin!

Âmin!..

Dipnotlar: 1) Yazımız boyunca devam edecek olan hadîs-i şerîf icin bkz: İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838 (Rezin tahric etmiştir.). 2) Bkz. Aynî, Umdetu’l-KÂrî, I, 61; XXIV, 128. 3) Bkz. İbn-i Sa’d, I, 422. 4) Bkz. Deylemî, II, 56. 5) Bkz. Ali el-Muttakî, Kenzu’l-UmmÂl, XVI, 121. 6) Bkz. Muslim, Hayz, 117.
__________________