Emanet


KESİN CEVABINI BULAMADIĞIM bir sorudur: AhlÂk mı dine goturur, din mi insanı ahlÂklı kılar?

Diğer bir deyişle, ahlÂk mı once gelir, din mi? Yolculuk nereden başlar ve nereye ulaşır?

Gecenlerde ‘ahlÂk tarihi’ne dair hacimli bir kitaba goz gezdirdim; kesin cevabı orada da bulamadım.

Yazar, kesin cevabın bulunamamasını, bu ikisi arasında cift-taraflı bir etkileşim olmasına bağlıyor. Yani bir taraftan baktığınızda ahlÂkı guzel olanın dindarÂne bir hayata yoneldiğini goruyorsunuz; diğer taraftan baktığınızda, dindarÂne bir hayatın ahlÂkı guzel eylediğini. Guzel ahlÂk dine, din guzel ahlÂka goturuyor.

Bir bakıma, ahlÂk ve din, bir dairenin birbirini tamamlayan bir iki yarısı gibi.

Yahut, hakikat-ı halde bir helezon niteliğinde iken, yukarıdan baktığımızda bir daire gibi gozuken bir keyfiyeti var ahlÂk-din ilişkisinin…

Biri diğerini takip ediyor, diğeri otekini besliyor, oteki beslendikce diğerinde de terakki gercekleşiyor derken, hayat boyu bir terakki gercekleşiyor.

Dolayısıyla, biri zayıflayınca diğeri zayıflıyor, diğeri zayıflayınca beriki daha da zayıflıyor…

Bununla birlikte, bu ikisi arasında hangisinin once geldiğine dair bir yakîni ifade etmese de, bir ‘zann-ı galib’im var.

O zann-ı galib de, once ahlÂkın geldiği, ahlÂkın dine goturduğu şeklinde…

Elbette, ‘ahlÂk’ı bugun ‘ahlÂklı adam’ dediğimizde akla gelen birkac hususla sınırlamamak; ‘ahlÂk’ın merkezine de ‘vicdan’ı ve ‘hakkÂniyet’i yerleştirmek şartıyla…

Bu zann-ı galibim de, bazı hadislerin, ozellikle de ‘emanet’e dair bir hadisin dunyamdaki yansımasından kaynaklanıyor.

Resûl-i Ekrem aleyhissalÂtu vesselamdan aldığı ilk ders bir ‘ahlÂk’ dersi olan; Bedir’in arefesinde ilk kez Resûlullah ile karşılaştığında ‘ahde vefa,’ yani ‘sozunde durma’ dersi alan Huzeyfe b. Yeman’ın zikrettiği bir hadis bu…

“Emanet, insanların kalplerinin derinliklerine konmuştur. Sonra Kur’Ân-ı Kerîm indi.”

Huzeyfe radıyallÂhu anh’ın rivayet ettiği o uzun emanet hadisi, onun Hz. Peygamber’den duyduğu bu cumleyle başlıyor işte…

Buradan da, Kur’Ân’a hakkını verebilmenin, Kur’Ân’ın hakka davetine kulağını ve kalbini acabilmenin, Kur’Ân’ın mesajını kalbine koyup bu uğurda yola koyulabilmenin ancak HÂlık-ı ZulcelÂl'in doğuştan kalblerimize koyduğu ‘emanet’ duygusunun muhafazası sayesinde mumkun olabildiğini oğreniyoruz.

Ancak ‘emanete hıyanet etmeme’ duygusuna ve hassasiyetine sahip olanların kalblerinde Kur’Ân’ın kok salabildiğini…

Emanete riayet hassasiyetinden mahrum olanların ise Kur’Ân’a ya tamamen sırt donebildiklerini, tamamen sırt donemedikleri durumlarda riy ve nifak ulkesinin sınırlarında dolaştıklarını; bu durumda olmayanlarının dahi zor zamanlarda yaşanan sınanmalarda ‘iman edenlerin kalbleri daha bir sağlamlaşırken,’ kalblerindeki o ‘emanete riayetsizlik’ zaafı ve hastalığı dolayısıyla turlu ceşit şuphelere duşebildiklerini…

Henuz bir muşrik iken Hz. Peygamber’in hicretinde ucretli kılavuz olarak secilen Abdullah b. Uraykıt’ın sonradan sahabiler safında yer alabilmesini, bir kılavuz olarak verdiği sozun hakkını verebilmesinde, aldığı ‘sır bilgi’ emanetine riayet edebilmesinde tezahur eden ahlÂkî kaliteye bağlıyorum bu minvalde…

Vaad edilen buyuk odule ulaşma azmiyle hicret esnasında Resûlullah ile Ebu Bekir’in peşlerine duşen SurÂka’nın, atı kuma saplandıktan sonda verdiği soze riayet edebilmesi ile sonradan imana gelebilmesi arasında da bir irtibat olduğunu duşunuyorum.

‘Sozunun eri’ olduğu halde imana gelememiş olanlar yok değil gerci; bu ‘ahlÂk’ın ‘iman’ icin ‘gerekli’ olmakla birlikte ‘yeterli’ olmadığının delili elbette.

Ama ote tarafta, ‘sozunun eri’ olmadığı halde nifaka ve riyaya bulaşmamış sapasağlam bir iman hali sergileyen de yok Asr-ı Saadette.

Bugunun dunyasında ise, dert bir değil, şikÂyet de…

Soylem-eylem tutarsızlığına dair bin turlu ornek olay yaşamışsak hayatlarımızda, sebebini bu hadisin gosterdiği adreste buluyorum:

“Emanet, insanların kalplerinin derinliklerine konmuştur. Sonra Kur’Ân-ı Kerîm indi.”

Kalblere emanet duygusu yerleşmeden Kur’Ân-ı Kerîm inmiş olsa, sonuc ne olurdu ki?

Kalblere yerleştirilmiş emanet duygusunu silip atanın dunyasına Kur’Ân iniyor mu ki?

İnse de, o kalbde tutunup kok salıyor; bir ‘şecere-i tûbÂ’ filizi veriyor mu Kur’Ân Âyetleri?

Bilakis, boyleleri, dara duştukleri her noktada, ‘ama şimdi’ler eşliğinde bir ‘esnetme’ ve ‘yavşama’ hali mi sergiliyor hemencecik?

Gercek şu ki, kalbine yerleştirilmiş emanet duygusu kalbinde sapasağlam kalanlardır ki, kalbine inen Kur’Ân Âyetlerini gercekten hayatının merkezine yerleştiriyor.

Yalnızca FÂtır-ı Hakîm’in kalblere yerleştirdiği emanet duygusunu tahrip etmeyen kalbler ki, Kur’Ân’a hakkını veriyor.

Yalnızca ahlÂkı guzel olanın dini guzel oluyor…


Metin Karabaşoğlu
__________________