AllÂh’a îmÂn edenlerin umûmî bir ismi olan “mu’min” tÂbiri, aynı zamanda AllÂh’ın guzel isimlerinden biridir ve O’nun emniyet menbaı oluşunu, kullarına guven vermesini, onları emîn kılmasını ifÂde eder. Peygamberlerini “emÂnet” sıfatıyla vasıflandıran, yÂni onları guvenilir kılan da O’dur. Bu itibarla mu’min kimse de, îmÂn eden, emÂnet telkin eden ve guvenilir kimse demektir.
EmÂnete riÂyet duygusu, mu’minlerin îman dokusunu ihy eden bir unsurdur. Bu hakîkati dile getiren şu mÂnidar hadîs-i şerîf, aynı zamanda ne dehşetli bir îkÂz-ı peygamberîdir:
“Hic şuphesiz Azîz ve Celîl olan AllÂh, bir kulu helÂk etmeyi murÂd ettiği zaman, ondan hayÂyı cekip alır. HayÂyı alınca, o kul gazaba uğrayan biri olur. Gazaba uğradığı zaman, ondan emÂnet (guvenilirlik) kaldırılır. EmÂnet kaldırılınca, o ancak hÂin olur. HÂin olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lÂnete uğrar, mel’ûn olur. LÂnete uğradığı ve mel’ûn olduğu zaman da, kendisinin İslÂm ile olan bağı koparılır!” (İbn-i MÂce, Fiten, 27)
Hadîs-i şerîfin de beyÂn ettiği uzere emÂnet duygusu, îmÂnın sıhhat şartlarından biridir. Bu yuzden onu hassÂsiyetle muhÂfaza etmemiz icin Rabbimiz bircok ilÂhî îkazda bulunmaktadır. Bunların birkacında şoyle buyrulur:
“Birbirinize bir emÂnet bırakırsanız, emÂnet bırakılan kimse o emÂneti (zamÂnı gelince) sahibine versin ve bu hususta AllÂh’tan korksun.” (el-Bakara, 283)
“…Kim emÂnete hıyÂnet ederse, kıyÂmet gunu, hÂinlik ettiği şeyin gunÂhı boynuna asılı olarak gelir...” (Âl-i İmrÂn, 161)
“Ey îmÂn edenler! AllÂh’a ve Peygamber’e hÂinlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emÂnetlerinize hÂinlik etmiş olursunuz.” (el-EnfÂl, 27)
“AllÂh size, emÂnetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hukmettiğiniz zaman adÂletle hukmetmenizi emrediyor...” (en-NisÂ, 58)
“EmÂnet”, peygamberlerin beş fÂrik vasfından biridir. Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, cÂhiliyye Arapları’nın dahî o derecede îtimÂdını kazanmıştı ki, O’nu “el-emîn” ve “es-sÂdık” vasıflarıyla tavsîf etmişlerdi. Hatt AllÂh Rasûlu’nun amansız bir duşmanı olan Ebû Cehil dahî O’na gunun birinde:
“- YÂ Muhammed! Ben sana Sen yalancısın, demiyorum. Fakat şu getirdiğin dÂvetini istemiyorum...” diyerek onun doğruluğunu vicdÂnen kabûl ettiğini, fakat dÂvetine icÂbet etmekte nefsine mağlûb olduğunu bir bakıma îtirÂf etmişti.
Nitekim bu hÂl, Âyet-i kerîmede şoyle beyÂn edilmektedir:
“…(Rasûlum!) Onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zÂlimler acıkca AllÂh’ın Âyetlerini inkÂr ediyorlar. ”
(el-En’am, 33)
EmÂnete ve ahde riÂyet husûsunda hic kimsenin Peygamber Efendimiz’in kÂbına varabilmesi mumkun değildir. AbdullÂh bin Ebi’l-Hams -radıyallÂhu anh-’ın anlattığı şu hÂdise O’nun bu hÂline ne guzel bir misÂldir:
“Peygamberliğinden once AllÂh Rasûlu ile bir alışveriş yapmıştım. Kendisine borclandım, biraz beklerse hemen getireceğimi va’dederek oradan ayrıldım. Fakat verdiğim sozu unutmuştum. Uc gun sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldiğimde, onu aynı yerde beklerken buldum. AllÂh Rasûlu, bu yaptığım karşısında bana serzenişte bulunmayıp sadece; «- Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, uc gundur burada seni bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû DÂvûd, Edeb, 82/4996)
Peygamber Efendimiz, herkes tarafından, durustluğu, adÂleti ve emniyet telkin eden sağlam karakteri ile tanınmıştı. Nitekim Mekke’nin asîl ve şerefli hanımı Hatîce vÂlidemiz, O’nun bu husûsiyetine hayran kalarak kendisine evlenme teklîfinde bulunmuştu.
İslÂm duşmanı yahûdîler dahî kendi aralarında ihtilÂfa duştukleri zaman O’nun adÂlet ve durustluğunden emîn oldukları icin O’na gelirlerdi. AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de onların ihtilÂflarını cozerdi.
Bizans Kralı Herakliyus’a İslÂm’a dÂvet mektubu ulaştığında, o vakitler amansız bir İslÂm duşmanı olan Ebû Sufyan da Şam’da bulunuyordu. Herakliyus, Ebû Sufyan’a Peygamber Efendimiz hakkında bircok suÂller sordu. Bilhassa O’nun daha once hic yalancılıkla ithÂm edilip edilmediğini, sozunde durmama gibi bir hÂlinin vÂkî olup olmadığını merak ediyordu. Ebû Sufyan ise -o zamanlar bir İslÂm duşmanı da olsa- O’nun asl yalan soylemediğini ve verdiği soze sÂdık olduğunu soylemek mecbûriyetinde kalmıştı.
İşte bu da gosteriyor ki, Efendimiz’in peygamberliğini tasdîk etmeyenler dahî, O’nun durustluğunu ve doğruluğunu kabûl ediyorlardı. Nitekim O, hicret ettiğinde, nezdinde muşriklerin bÂzı emÂnetleri bulunuyordu. Efendimiz, Hazret-i Alî’yi bu emÂnetleri sahiplerine vermek uzere vekil bırakmıştı. VelhÂsıl; muslim, gayr-i muslim, herkes O’na îtimad hÂlindeydi. AllÂh Rasûlu’nun doğruluk şuuru oyle bir kalbî rikkat hÂline gelmişti ki, bir kadının cocuğunu cağırırken:
“- Gel bak sana ne vereceğim!” demesi uzerine hemen kadına, ona ne vereceğini sormuş, kadın da birkac hurma vereceğini soyleyince:
“- ŞÃ‚yet ona bir şey vermeyecek olsaydın, yalan soylemiş olacaktın.” buyurmuşlardı.
Peygamber Efendimiz’in bu hassÂsiyeti sadece insanları değil, hayvÂnÂtı dahî şumûlune almaktaydı. Nitekim bir sahÂbînin atını yanına cağırmak icin sanki elinde atın yiyebileceği bir şey varmış gibi davranması, O’nu oyle rahatsız etmişti ki bu sahÂbîyi cağırıp îkaz buyurmuştu. (Bkz. BuhÂrî, ÎmÂn, 24)
Yine bir defÂsında seferden donuluyordu. Bir iki sahÂbî, bir kuşun yavrularını yuvadan almış seviyorlardı. Derken ana kuş geldi. Yavrularını yuvada goremeyince acıyla cırpınmaya başladı. AllÂh Rasûlu durumdan haberdÂr olunca derhal yavruların yerine konulmasını ve ana kuşa eziyet verilmemesini emretti. (Bkz. Ebû DÂvûd, CihÂd, 112)
İbn-i Abbas -radıyallÂhu anh- da şoyle anlatıyor:
“Birisi, kesmek uzere bir koyunu yatırmış ve hayvanın gozu onunde bıcağını biliyordu. AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bu şahsa; «Onu defÂlarca mı oldurmek istiyorsun?! Bıcağını, onu yatırmadan evvel bileseydin ya!» buyurdu.” (HÂkim, IV, 257)
Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm-, mahlûkÂta HÂlık’ın şefkat nazarıyla baktıkları icin, yaş bir dalın bile kesilmesini men etmiş ve kedisini ac bırakan Âbid bir kadının cehenneme gittiğini, susuzluktan olmek uzere olan bir kopeğe su veren gunahkÂr bir kadınınsa rahmet tecellîsine nÂil olduğunu bildirmiştir. Zîr O, butun mahlûkÂtı AllÂh’ın bir emÂneti biliyor ve mu’minlerin de yeryuzunde emniyet ve huzûrun temsilcileri olmalarını arzu ediyordu.
Bu bakımdan her mu’min, “el-emîn” ve “es-sÂdık” sıfatlarını hÂiz bir peygamberin ummeti olduğu şuuruyla, sozunde ve ozunde sÂdık, elinden-dilinden insanların ve hatt diğer mahlûkÂtın bile emniyette olduğu bir kimse olmalıdır. Etrafına sağlam bir İslÂm karakteri sergileyebilmelidir. Zîr insanlar, sağlam karakterli, vakarlı, ornek şahsiyetlere hayran olur ve onların izinden giderler.
EmÂnet duygusunun mu’minlerin bir şahsiyet kimliği hÂline gelmesini arzulayan Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm- bir hadîs-i şerîflerinde:
“Sana emÂnet bırakanın emÂnetini (vaktinde) iÂde et. Sana ihÂnet edene (bile) ihÂnet etme!” buyurmuşlardır. (Ebû DÂvud, Buyû, 79/3534)
Yine RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, emÂnetlerin zÂyî edilmesini, duny hayÂtını kıyÂmet sahnelerine cevirecek derecede buyuk bir ifsat sebebi olarak gormuştur. Birgun ashÂbıyla konuşurken bir kimsenin:
“- KıyÂmet ne zaman kopacak?” suÂline:
“- EmÂnet zÂyî edildiği zaman kıyÂmeti bekle!” cevÂbını vermiştir.
“- EmÂnet nasıl zÂyî olacak?” diye sorulduğunda ise:
“- İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyÂmeti bekle!” buyurmuştur. (BuhÂrî, İlim, 2)
İnsanoğluna bahşedilen butun nîmetler birer emÂnettir. Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Ved Hutbesi’nde:
“…Size oyle bir emÂnet bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldığınız muddetce yolunuzu şaşırmazsınız. O emÂnet, AllÂh’ın KitÂbı ve Nebîsi’nin Sunnet’idir…” (HÂkim, I, 171/318) buyurmuştur.
Bu bakımdan Kur’Ân-ı Kerîm ve Sunnet-i Seniyye, AllÂh ve Rasûlu’nun bizlere tevdî buyurduğu en buyuk mukaddes emÂnetlerdir.
Yine Efendimiz -aleyhissalÂtu vesselÂm-, mu’minlerin birbirlerine karşı buyuk mes’ûliyetlerinin bulunduğunu, bir duvarın tuğlaları gibi birbirine kenetli olmaları gerektiğini, bir bedenin ÂzÂları gibi birinin duyduğu acıyı hepsinin hissetmesi lÂzım geldiğini, komşusu acken tok uyumanın İslÂm ahlÂkıyla bağdaşmadığını, velhÂsıl mu’minlerin de birbirine emÂnet olduğunu bildirmiştir.
MubÂrek ecdÂdımızın, o zamanların şartlarında butun imkÂnlarını seferber ederek t dunyÂnın obur ucundaki Ace’de bulunan mu’minlerin imdÂdına koşmuş olması, bu İslÂm ahlÂkının emÂnet telÂkkîsinden başka neyle acıklanabilir ki? Yine onların Yaratan’dan oturu yaratılanlara şefkat dustûruyla 26 bin kusur vakıf kurarak insandan hayvÂnÂta ve hatt nebÂtÂta kadar ulaşabildikleri her yere hizmet goturmeleri, butun mahlûkÂtı ilÂhî bir emÂnet telÂkkî etmelerinin bir netîcesiydi.
Kosova şehîdi Murad HÂn’ın emÂneti olan Balkanlardaki din kardeşlerimiz, FÂtih Sultan Mehmed’in İstanbul’dan on sene sonra fethettiği Bosna’daki evlÂd-ı FÂtihÂn, Filistinli, Ortaasyalı, Kafkasyalı velhÂsıl İslÂm coğrafyasındaki butun kardeşlerimiz bize ecdÂdımızın emÂnetleridir. Zîr Canakkale’de bizim dedelerimizle o diyarlardan gelen dedelerimiz omuz omuza savaşarak aynı gÂye uğruna can vermişlerdir.
Diğer taraftan, nîmetleriyle perverde olduğumuz aziz vatanımız da cok muhim bir mukaddes emÂnettir. Dînin yaşanabilmesi, ırzın, nÂmusun, mulkiyetin muhÂfazası ve bayrağın dalgalanabilmesi, ancak vatanı korumakla mumkundur.
Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in Medîne’ye hicretinin bircok hikmetinin yanında bir sebebi de dînini yaşayabilmek icin bir vatan temin edebilmektir. Şanlı tÂrihimizde, 1071’de Malazgirt’te başlayan îlÂ-yı kelimetullÂh emÂnetini kıtalara taşıma heyecÂnıyla, uzerinde yaşadığımız topraklar asırlar boyunca şehid kanlarıyla sulanarak aziz bir vatan hÂline getirilebilmiştir. Bu emÂneti muhÂfaza şuurunun bir tecellîsi olarak Alparslan Malazgirt’te beyazlara, yÂni kefene burunmuş ve askerlerine; “Bugun ben de sizden biriyim!” diyerek kendisi de şehidliği hedeflemiş ve ordusuna numûne olmuştur.
Fatih’in askerlerinin, Rum ateşlerine ve uzerlerine kızgın yağ dokulmesine rağmen surlara tırmanırken birbirlerine; “Bugun şehîd olma sırası bize geldi!” demeleri, onların dîn, îmÂn ve vatan emÂnetini yaşatma ve gelecek nesillere taşıma heyecÂnının ne muhteşem ifÂdeleridir.
KÂnûnî Sultan Suleyman’ın, Akdeniz’i bir Turk golune ceviren muzaffer donanmayı seyrederken; “- Şimdi ovunme ve gururlanma değil, bu nîmeti bize lutfeden AllÂh’a şukretme zamanıdır!” demesi; yine sefere giden Osmanlı ordularının gectikleri bağ ve bahcelerden yedikleri meyvenin parasını ağacların dallarına asmaları, vatan emÂnetinin hangi mÂnevî duygularla bugunlere kadar getirilebildiğinin bir başka ifÂdesidir.
Plevne GÂzisi Osman Paşa’nın esir duştukten sonra, gayr-i muslim teb’aya artık kendilerini muhÂfaza edemeyeceği icin, onlardan almış olduğu cizyeleri, yÂni vergileri iÂde etmesi de, emÂnet ve adÂlet telakkîsinin mÂnidar bir tezÂhurudur.
Canakkale ve İstiklÂl Harbi de, aynı rûh vecdi icinde; dîn, îman, ırz, namus, vatan ve bayrak emÂnetini muhÂfaza azminin şÃ‚hikalarıyla doludur. Nitekim Canakkale’de Binbaşı Lutfu Bey’in “Yetiş Y Muhammed! Kitabın elden gidiyor!” diye feryÂd etmesi, ne buyuk bir emÂnet şuurunu yansıtmaktadır.
EcdÂdımızın vatan mudÂfaası esnÂsında bulundukları hÂlet-i rûhiyeyi ve taşıdıkları îman vecdini yansıtan şu ibret dolu hÂdise ne kadar muhteşemdir:
Canakkale harbinin devam ettiği gunlerde bir Ramazan bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9. Tumen’in genc imamını cağırarak mahzûn bir şekilde istemeye istemeye şoyle dedi:
“- HÂfız! Yarın Ramazan bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem vazgeciremedim. Ancak boyle bir şey, pek tehlikeli, yÂni duşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imh fırsatı olur. MunÂsip bir dille bunu erÂta bir de sen anlatıver!..”
İmam Efendi, Paşa’nın yanından henuz ayrılmıştı ki, karşısına nûr yuzlu bir zÂt cıktı ve:
“- Oğlum! Sakın ola askerlere bir şey soyleme! Gun ola hayır ola; AllÂh ne derse, oyle olur.” dedi.
Ertesi sabah, herkesi hayrette bırakan ilÂhî bir tecellî yaşandı. Gokten hevenk hevenk bulutlar indi ve gonlu AllÂh’a kulluk aşkıyla dopdolu olan mu’min askerlerin uzerini kapladı. Onları durbunle gozetleyen duşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey goremez oldu. O sabah bambaşka bir mÂnevî heyecan icinde kılınan bayram namazında alınan gur tekbirler, dalga dalga semÂya yukseliyordu. Nûr yuzlu ihtiyar zÂt, Fetih Sûresi’nden birkısım Âyetleri tilÂvet ederken askerlerin gonullerinden taşan kelime-i tevhîd sesleri, birer îman sayhası hÂlinde duşman saflarından bile duyulmaktaydı.
İşte bu esnÂda İngiliz kuvvetleri arasında buyuk bir kargaşa başgosterdi. Zîr ceşitli İngiliz somurgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan birkısım musluman askerler, yine kendileri gibi musluman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbir seslerinden anlamışlar ve bunun uzerine isyÂn etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi, diğerlerini de alelacele cephe gerisine cekmek zorunda kaldı.
İşte vatan emÂneti, îmanlı sînelerin omuzlarında boyle ilÂhî nusret tecellîleriyle gunumuze kadar geldi. Gonulleri AllÂh ve Rasûlu’nun muhabbetiyle yoğrulmuş, kendilerini Hakk’a kurban olmaya adamış Mehmetcik, o dehşetli harp hengÂmesinde bile Kur’Ân’dan, evrÂd u ezkÂrdan ayrılmıyor, Rablerine kavuşacakları Ânın şehÂdetle taclanan bir vuslata donuşmesi umîdiyle cepheden cepheye koşuyorlardı. Zîr onlar Kur’Ân istikÂmetinden ayrılmayıp dînde sebÂt gosteren ve tevhîdi bayrak edinen milletlerin ÂbÂd olduğunu, bunun aksine Kur’Ân’a sırt donerek kor bir gaflet karanlığına dalanların Âkıbetinin de berbÂd olduğunu cok iyi biliyorlardı. Nitekim bu husus, hadîs-i şerîfte şoyle beyÂn edilmiştir:
“Şuphesiz ki AllÂh TeÂlÂ, bu Kitap (Kur’Ân-ı Kerîm) sebebiyle (yÂni ona bağlılık sÂyesinde) birkısım milletleri yuceltir, (bu istikÂmetten uzak olan) diğer milletleri de alcaltır.” (Muslim, MusÂfirîn, 269)
İşte vaktiyle dort yuz cadırlık bir aşîret iken Kur’Ân-ı Kerîm’e dÂsitÂnî bir hurmetle temeli atılan Osmanlı’nın kıtalara yayılan bir cihan devleti hÂline gelmesinin ve bu coğrafyaya “cil cil kubbeler serpen ordular” meydana getirebilmesinin hikmetini bu ilÂhî tecellîde aramak gerekir.
Ayrıca Yavuz Selim Han zamanında mukaddes emÂnetlerin de İstanbul’a getirilip onlara Topkapı Sarayı’nda husûsî odalar tahsîs edilerek bu emÂnetlerin başında asırlarca devam edecek bir sûrette Kur’Ân-ı Kerîm tilÂveti an’anesinin başlatılması ve ilk Kur’Ân okuyanın da Yavuz HÂn’ın kendisi olması, bu dÂsitÂnî hurmetin başlıca numûnelerindendir. Bunun icindir ki Osmanlı, mustesn bir ilÂhî lutfa mazhar olarak altı yuz kusûr sene şanla, şerefle hukumrÂn olmuştur.
Unutmamak gerekir ki, milletlerin maddî ve zÂhirî sahadaki ihtişÃ‚mının da temelinde yatan sır, mÂneviyat Âlemindeki hikmetlere riÂyettir. Osmanlı’nın hicbir İslÂm devletine nasîb olmayan altı yuz kusûr senelik ihtişÃ‚mı, asıl mÂneviyÂta verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır.
Bu bakımdan bizim vazifemiz de; îmanlı, mÂnevî değerlerine bağlı, vatanperver bir nesil yetiştirmektir. Zîr îmÂnı, nÂmusu, ırzı, canı ve malı muhÂfaza, vatanı muhÂfaza ile mumkundur. Nasıl ki bizden evvel bu topraklarda yaşayan ecdÂdımız canları ve kanları pahasına onu bizlere armağan etmişler ise, bizler de bu mubÂrek vatanı, Kur’Ân sadÂları, ezanları ve hur bayrağı ile bizden sonraki nesillere daha mureffeh bir durumda intikÂl ettirmek zorundayız. Zîr CenÂb-ı Hak:
“Nihayet o gun (dunyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba cekileceksiniz.” (et-TekÂsur, 8) buyurmaktadır.
En buyuk nîmet de dînimizi, îmanımızı hur bir vatanda yaşayabilmektir. Bu emÂnet şuuruna dikkat edilmediği taktirde yaşanacak Âkıbete, bugun zulum ve esÂret altında inleyen Filistin ve Mescid-i AksÂ’nın muzdarip hÂli acı bir misÂldir. Merhûm Âkif, bu buyuk hakîkati asırlara ve nesillere şoyle hatırlatır:
Sahipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır!..
Diğer taraftan milletler, tÂrih sahnesinde hayÂtiyetlerini kendi bunyelerine has “kultur” değerleriyle devÂm ettirebilirler. Bu bakımdan kultur de muhim bir emÂnettir. Bu emÂnetin Âdeta sacayağını da dîn, dil ve tÂrih şuûru oluşturur.
Dîn, yaratılışın gÂyesi, kundak ile kefen arasındaki hayÂtı tanzîm eden, boylece kulu Âhiret saÂdetine hazırlayan ilÂhî kanunlar mecmûasıdır; dil, onun ortaya koyduğu hakîkatlerin ifÂde vÂsıtası, tÂrih de bu iki unsur cercevesinde yaşanan hÂdiselerin sebep ve neticelerinin tahlîli ile milletlerin mustakbel yollarını aydınlatan bir meş’aledir. Bu yuzden bu uc unsur birbirinden ayrı duşunulemez.
Atalarımızın mukaddes emÂneti olan dîn, dil ve tÂrih mîrÂsına, yÂni kultur emÂnetine lÂyıkıyla sahip olabilmek, sadece harÂbe hÂline gelmiş olan maddî eserlerinin tÂmirinden ibÂret değildir. Aslolan, o rûh, heyecan ve medeniyetin canlandırılması ve gelecek nesillere intikÂlidir. Milletimizi Osmanlı medeniyetinin temelini oluşturan İslÂm kulturunden uzaklaştırmak icin, bir kısım nÂdanların mudÂhalesiyle tahrîb edilmiş olan dilimiz, Âdeta ciddî bir tefekkure imkÂn vermeyecek bir sûrette kısırlaştırılmıştır.
1890’da yayınlanan Redhouse Turkce-İngilizce Lugat’te 92 bin Turkce kelime yer alırken, 1945’te Turk Dil Kurumu’nun yayınladığı Turkce Sozluk’te bu sayı 15 bine kadar duşurulmuştur.1 Gunumuzde ise bu sayıdan geriye ne kadar kaldığını tahmin etmek zor değildir. Bu hÂl, dildeki erozyonun bÂzı mihraklar eliyle ne dehşetli bir sûrette surdurulduğunu gozler onune sermektedir. Halbuki lisÂnımızı kurtarmadıkca, başımıza musallat olan binbir ceşit kargaşadan kurtulmamız mumkun değildir. Zîr insanlar kelimelerle duşunurler. Mefhumları ve kelimeleri eksiltilmiş ve carpıtılmış bir “dil” ile derin İslÂmî tefekkurun ufuklarına acılmak asl mumkun değildir. Bu yapılmadıkca da, hareketlerin temelini teşkil eden tefekkur, ciddî bir seviye kazanamaz. Sıhhatli fikirler uretemeyen sığ ve kısır bir tefekkur ufku ile de millî ve mÂnevî bunyemize kasteden fikir akımlarına karşı kÂfî derecede mukÂvemet gosterilemez. Bunun icin, millî kulturumuze ve millî şuûrumuza zıt olan ve hem mÂn hem de telÂffuzu tahrîb ederek meydana getirilmek istenen uydurma dile asl îtibÂr etmemek gerekir.2
Ote yandan tÂrihimizi de gercek mÂhiyetiyle oğrenip oğretmemiz şarttır. Yoksa birtakım kasıtlı ve sozde yerli tÂrihciler ile İslÂm ve Turk duşmanı bÂzı yabancıların yazdığı tÂrihlerle cihan-şumûl bir medeniyeti doğru olarak îzÂh edebilmek mumkun olamaz! Bunun icin ecdÂdımızın bizlere bıraktığı tÂrih mîrÂsının, milletimizin şuur ve idrÂkine doğru aksettirilmesi, dînî ve millî bir vazîfedir.
TÂrih şÃ‚hiddir ki, milletler ve fertler, hayatlarını, gecirdikleri tecrubelerin ışığında tanzîm ederler. TÂrih, Âdeta milletlerin hÂfızasıdır. Bu sebepledir ki milletler, tÂrihî hÂdiselerin îkaz ve irşÃ‚dına dÂim muhtactırlar. Bir millet, gercek tÂrihini ve maddî-mÂnevî rehberlerini tanıyıp bunları yerli yerince takdîr ettiği muddetce ileri ve buyuk millet demektir. Yetişen yeni nesiller, kendi tÂrihlerini, yabancılardan daha iyi bilir ve gecmişten gerekli ibretleri alırlarsa, gelecekten endişe edilmez! MÂzîye istinÂd etmeyenlerin ise, hicbir zaman geleceği emniyet altında olmamıştır. Dolayısıyla koklerimiz mÂzîye, dallarımız istikbÂle uzanmalıdır.
TÂrih ilmini sadece kuru bir hÂdiseler yığını sanmak da buyuk bir hatÂdır. Gercek tÂrih ilmi, milletlerin ceşitli hÂdiselerle dolu mÂzîlerinde hak ile bÂtılın, doğru ile yanlışın asıl zeminini gosteren hikmetli bir ilimdir. Milletlerin geleceğine mukemmel bir sûrette duzen verebilmek icin bu zemini doğru olarak tanımak ve ondan gerekli ders ve ibretleri cıkarmak şarttır. Merhûm Âkif, ne guzel soyler:
TÂrihi tekerrur diye tÂrîf ediyorlar,
Hic ibret alınsaydı tekerrur mu ederdi!..
MÂzimiz, bizlere arslanın kafese konulamayacağının telkînidir. Bir arslan nasıl ki kafeslere sığmazsa, bu millet de vasıflarını koruduğu muddetce esÂrete dûcÂr olmaz. EcdÂdımız, îmÂn zemîninde yucelmiş bir toplum idi. Onlar, maddî ve mÂnevî duygularını canları pahasına muhÂfaza ettiler ve asla zillete duşmediler.
Bizler, ecdÂdımızın millî ve mÂnevî değerleriyle butunleşebildiğimiz zaman, onların bizlere bıraktıkları mukaddes emÂnetleri şerefle taşıyabilmiş oluruz. Aksi hÂlde, millî ve mÂnevî değerlerimiz talan edilirken sessizce seyretmek, emÂnetin elden cıkmasıyla neticelenebilecek dehşet verici bir gaflettir. Uğrunda nice canlar verilerek elde edilen emÂnetleri muhÂfaza icin bugun lÂyıkıyla gayret gosterelim ki, yarın o ağır bedelleri tekrar odemek mecbûriyetinde kalmayalım. TÂrihî bir hakîkattir ki, korunmayan emÂnetler elden cıkmış ve ona lÂyık olununcaya kadar da elde edilememiştir.
Rabbimiz, mukaddes emÂnetlerimizi muhÂfaza husûsunda bizleri ve nesillerimizi muvaffak eylesin! Bu hususlarda gÂfil bir mîrasyedi edÂsıyla gaflet bataklığına duşmekten bizleri muhÂfaza buyursun! Uzerimizdeki emÂnetlerden terettub eden vazîfeleri hakkıyla îf ederek musterih bir kalb ile huzûruna varabilmeyi cumlemize nasîb eylesin!
Âmin!
Dipnotlar : 1) Turk Diline dÂir calışmalarıyla tanınan Dr. Mehmed Doğan’ın bir konferansından. 2) Bilhassa Dil, TÂrih ve Edebiyat gibi millî ve mÂnevî kulturumuzun hayÂtî sahalarında hassÂsiyetle ve bir emÂnet şuuruyla hizmet gosteren YUZAKI Dergimizi de, bu vesîleyle muhterem okuyucularımıza tavsiye ederiz.
__________________
EmÂnet Şuuru
Dini Sohbetler0 Mesaj
●36 Görüntüleme
-
12-09-2019, 09:10:59