İstikÂmet, umûmî mÂnÂsıyla bir hedefe tezatsız, tereddudsuz ve devamlı olarak yonelip ilerlemek demektir. Ancak tasavvuf ıstılÂhında, yaratılışdaki mÂsûmiyet ve sÂfiyeti tahrîb ve hasara uğratmadan muhÂfaza edebilmektir.
Kalbî hayatın korunması neticesinde nefs, edebe; kalb ise, rûhÂniyet ve ahlÂk-ı Muhammediyye'ye yaklaşır. Sırlar ayÂn olmağa başlar. AllÂh -celle celÂluhû- gÂyelerin gÂyesi hÂline gelir. MÂsivÂ, gucunu kaybeder. Mu'min, "vÂsıl-ı ilÂllÂh", yÂni Hakk'a ulaşma keyfiyetini gercekleştirmeye medÂr olacak bir muhtevÂya dÂhil olur.
Boyle bir davranış mukemmelliğinin en muşahhas orneği Âlemlere rahmet olarak gonderilmiş bulunan Fahr-i KÂinÂt -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğu halde bu keyfiyeti gercekleştirmenin gucluğunu belirtmek uzere o buyuk varlığa karşı bile hıtÂb-ı ilÂhîsi vÂrid olmuştur.
Nitekim bu Âyet-i kerîmeden şu keyfiyetin gucluğune işÃ‚ret mÂnÂsı cıkaran Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, yuce bir mes'ûliyyetin ilÂhî ağırlığı karşısında birgun:
"-Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı..." buyurdular.
SahÂbî:
"-YÂ RasûlallÂh! Seni oradaki peygamber kıssaları mı kocattı?" diye sordular.
Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de:
"- Âyeti..." (Hûd, 112) buyurdu.
Gercekten de AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in o gune kadar bir tek ak teli bulunmayacak derecede simsiyah olan mubÂrek sac ve sakallarında bu Âyetin inzÂlinden sonra artık aklıklar gorulmeye başlamıştır.
Mufessirler, bu Âyet-i kerîmeyi hulÂsa olarak şoyle acıklarlar:
"Ey Nebî! Kur'Ân ahlÂkı ve ahkÂmı mûcibince hareket edip bilfiil muşahhas bir istikamet orneği olman gerekmektedir ki, boylece hakkında hicbir şupheye ve tereddude yer kalmasın! Sen, muşrik ve munÂfıkların laflarına bakma, onları AllÂh'a havÂle et! Gerek umûmî, gerek husûsî vazîfelerinde tam emrolunduğun gibi hakkıyla istikÂmette ol, sırÂt-ı mustakîmden ayrılma! Sana vahyolunan emrin îfÂsı ne kadar ağır olursa olsun, o emrin teblîğ, icr ve tatbîkinde hicbir mÂnîden yılma! Rabbin senin yardımcındır."
Bu munÂsebetle AbdullÂh bin AbbÂs -radıyallÂhu anh- demiştir ki:
"Kur'Ân-ı Kerîm'de RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- icin bu Âyet-i kerîmeden daha şiddetli bir itÂb-ı ilÂhî vÂkî olmamıştır."
Diğer taraftan Âyet-i kerîmedeki bu itÂb-ı ilÂhî, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in şahsında butun ummete de rÂcîdir. Esasen Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'i ihtiyarlatan da, bu emrin mu'minlere rÂcî olması dolayısıyla onlar hakkındaki endişeleridir. Zîr O:
"(Ey Habîbim! Sen,) sırÂt-ı mustakîm uzeresin!" (YÂsîn, 4) beyÂnıyla mueyyeddir.
O halde Hakk'a vÂsıl olmak icin istikÂmetten başka yol olmadığı gibi, her husûsda istikÂmeti muhÂfaza etmek kadar yuksek bir makam ve onun lÂyıkıyla yerine getirilmesi kadar zor hicbir emir yoktur.
İşte bu zorluk dolayısıyladır ki, hergun defalarca okuduğumuz FÂtiha Sûresi'nde bu emir bir duÂ-niyÂz ve dolayısıyla bir îkÂz hÂlinde ummete takdîm edilmiştir.
İstikÂmet talebinin "ihdinas...." sûretinde FÂtiha Sûresi'nde yer alması ve onun da bir mu'mine gunde en az kırk defa niyÂz tarîkıyla tekrarlattırılmış olması da, istikÂmeti lÂyıkıyla muhÂfaza etmenin gucluğune bir delîldir.
SırÂt-ı mustakîm, Kur'Ân-ı Kerîm'deki ifÂdelere nazaran AllÂh'ın yolu, dosdoğru yol, uygun yol, AllÂh'ın kitÂbı, îmÂn ve îmÂna bağlı olan şeyler, İslÂm ve İslÂm şerîati, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in ve ashÂbın buyuklerinin yolu, sunnet ve cemÂat yolu, sÂlihler yolu, şehîdler yolu, dunyÂda ve Âhırette seÂdet yolu, cennet yolu v.s. mÂnÂlarla ifÂdelendirilmiştir.
Buna gore sırÂt-ı mustakîm, CenÂb-ı Hakk'ın kendilerine nîmet verdiği has kulların yoludur. Bu kullar, başta peygamberler, sonra sıddîklar, şehîdler ve sÂlihlerdir. İstikÂmet ehli de, onların izinden gidenlerdir.
SırÂt-ı mutakîm, hicbir yerinde meyil, eğrilik ve yamukluk bulunmayan, dumduz ve dosdoğru yol demektir.
SırÂt-ı mustakîm, AllÂh'a giden yoldur. AllÂh TeÂl buyurur:
"(SırÂt-ı mustakîm), goklerin ve yerin sahibi olan AllÂh'ın yoludur. Dikkat edin, butun işler sonunda AllÂh'a doner." (eş-ŞûrÂ, 53)
SırÂt-ı mustakîmde bulunmak, AllÂh'a hakkıyla kulluktur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"O'na (AllÂh'a hakkıyla) kulluk edin; işte sırÂt-ı mustakîm budur!" (Âl-i İmrÂn, 51)
"Kim AllÂh'a sımsıkı bağlanırsa, muhakkak ki sırÂt-ı mustakîme iletilmiştir." (Âl-i İmrÂn, 101)
SırÂt-ı mustakîm, En'Âm Sûresi'nde şoyle tÂrif edilir:
"De ki: Geliniz, Rabbinizin size neleri harÂm kıldığını okuyayım: O'na hicbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakîrlik korkusuyla cocuklarınızı oldurmeyin; -sizin de onların da rızkını biz veririz-, kotuluklerin acığına da gizlisine de yaklaşmayın ve AllÂh'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte şu size anlatınlanları AllÂh vasıyet etti. Umulur ki, duşunup anlarsınız."
"Erginlik cağına erişinceye kadar yetîmin malına, sadece en guzel bir niyet ve maksadla yaklaşın; olcu ve tartıyı adÂletle yapın. Biz herkese ancak gucunun yettiği kadarını yukleriz. (Bir kimsenin leh veya aleyhinde soz)soylediğiniz zaman, yakınlarınız dahî olsa adÂleti gozetin; AllÂh'a verdiğiniz sozu tutun! İşte AllÂh size, iyice duşunesiniz diye bunları emretti."
"Şuphesiz benim sırÂt-ı mustakîmim (dosdoğru yolum işte) budur; ona tabî olun! (Başka) yollara tÂbî olmayın ki sizi O'nun yolundan ayırır!.." (Âyet, 151-153)
Kul, muhabbetullÂhı, AllÂh'dan gayri her şeye Âid muhabbet ve bağlılığın ustune cıkarmadıkca sırÂt-ı mustakîme lÂyıkıyla ulaşamaz. Bunun icin de AllÂh'ı, O'nun zÂt-ı ulûhiyyetine Âid vasıfları itibarıyla bilmek, yÂni mÂrifetullÂh şarttır. Buna gore sırÂt-ı mustakîm, mÂrifetullÂhdır. Zîr mÂrifetullÂha erip de bu mÂnÂda hayatını butunuyle bu inancın îcÂbına gore tanzîm eden, nefsinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden uzaklaşır ve yalnız Hakk'ın rızÂsını taleb hÂlinde yaşar. Kalbi ilÂhî lutuf tecellîlerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul, artık gozun gorduğu, kulağın işittiği zÂhirî iklîmin otesine mÂnevî bir pancur acmış ve butun bir kÂinÂt da kendisine hikmetli ve azametli bir kitÂb hÂline gelmiş olur.
Ehl-i mÂrifetten Ebû Saîd el-Harraz -kuddise sirruh-, ru'yÂsında iblîsi gormuş ve ona asÂsıyla vurmak istemişti. İblîs dedi ki:
"Ey Ebû Saîd! Ben o asÂdan korkmuyorum. Cunku o asÂ, zÂhirdir. Benim korktuğum şey, Âriflerin kalb semÂlarından doğan mÂrifet guneşinin nûrÂnî şualarıdır ki, onunla mÂsivÂyı yakar, kul eder."
Ancak hÂlinde istikÂmet olmayan bir murîdin gayreti boşunadır. O yolda harcadığı himmetler kendisine fayda sağlamaz. ZîrÂ, Hakk yolunda istikÂmet, en buyuk kerÂmet olarak gorulmuştur.
Bir kavle gore de, sırÂt-ı mustakîm, ibÂdette ifrÂt ve tefrîte duşmeden itidali muhÂfaza ile Hakk yolda sebÂt etmektir. Emrolunanı, emrolunduğu gibi ve en mukemmel şekilde yapmaktır. Nitekim cimrilik gibi sacıp savurmak, yÂni isrÂf da mezmûmdur.
İbretlidir ki ashÂbın bir kısmı, her şeyden kesilip omur boyu gece-gunduz olmak uzere ibÂdet hÂlinde ve zurriyetsiz bir şekilde yaşamak icin Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'e murÂcaat ettiler. AllÂh rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de onlara itidali emretti.
Bilmelidir ki, Hazret-i Peygamber-sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, butun hayatını belli bir program dÂhilinde ve beşerî tÂkat cercevesi icerisinde yaşamıştır ki, başkalarına emsÂl olsun. Yoksa O'nun sadece nûr-i nubuvvetle tÂkat getirilebilen amelleri, kimseye misÂl değildir. O'nun gunleri, AllÂh'a ibÂdet, Âile hakkına riÂyet, nefsin hakkı olan istirÂhat ve insanlığa karşı ilÂhî vazîfelerini îf edici ictimÂî munÂsebetler icinde gecmiştir. AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, butun bunları en guzel bir şekilde tanzîm ve ummetine de takdîm ve teklîf buyurmuşlardır.
O halde Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in bu tanzîm, takdîm ve teklîfinin dışına cıkarak uzerimize duşen vazîfelerin bazılarında gevşeklik ve ihmÂlkÂrlık, bazılarında da aşırılık gostermek, asl doğru değildir. YÂni kendi enfusî olculerimize değil, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in bize sunduğu hayÂt dustûrlarına uygun olarak yaşayışımızı tanzîm etmeliyiz.
Bu nukteyi AbdulhÂlık GucduvÂnî Hazretleri ne guzel acıklar. Birgun kendisine sordular:
"-Nefsin istediklerini mi yapalım, istemediklerini mi?"
Hazret-i Pîr şoyle cevap buyurdu:
"-Bu ikisinin arasını tesbît oldukca zordur. Nefs, bu isteklerin rahmÂnî mi yahut şeytÂnî mi olduğunu bilebilmek husûsunda insanları ekseriy yanıltır. Bunun icindir ki, yalnızca AllÂh'ın emrettiği yapılır, nehyettiği yapılmaz. Hakîkî kulluk budur.
AllÂh TeÂl buyurur:
"(Ey Habîbim!) De ki: İşte benim yolum! Kendimi ve bana tÂbî olanları AllÂh'a basîret uzere dÂvet eyliyorum." (Yûsuf, 108)
İnsanlığın ekseriyetle maddeye ve kuvvete rÂm olup nefsin sultasında zulmete burunduğu devirlerde taraf-ı ilÂhîden mustesn yaratılışlı sÂlih insanların bir kısmı peygamberler olarak vazîfelendirilmişlerdir. Ummetlere ornek olacak olan bu mubÂrek elciler, başlıca şu uc vazîfe ile me'mûr olmuşlardır:
a. AllÂh'ın Âyetlerini okuyup teblîğ etmek,
b. KitÂb ve hikmeti oğretmek,
c. Nefisleri tezkiye ederek temizlemek, yÂni kulları istikÂmetlendirmek.
Âdem -aleyhisselÂm- ile başlayan bu mubÂrek hidÂyet silsilesi, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'de kemÂlini bulmuştur.
Munkirleri acze, mu'minleri hayrete duşuren Kur'Ân-ı Kerîm ile Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in sûret ve sîretinin bir tezÂhuru olan sırÂt-ı mustakîm, butun insanlığa numûne-i imtisÂl olarak sunulmuştur.
SırÂt-ı mustakîm, yÂni istikÂmet, bir amel-i sÂlihler manzûmesidir.
Amellerin sÂlih olması ise, iki şarta bağlıdır:
1. "TÂzîm li-emrillÂh", yÂni emr-i ilÂhîyi huşû ve hakkıyla îf edebilmek,
2. "Şefkat li-halkıllÂh", yÂni butun yaratılanlara yaratandan oturu sevgi, şefkat ve merhamettir.
Diğer bir ifÂde ile istikÂmet, AllÂh Rasûlu'ne muhabbeti tÂze tutarak ornek şahsiyetinden nasîb almak, O'nun ahlÂkı ile ahlÂklanmak, Kur'Ân ve sunnetin rûhÂniyeti ile yaşamak, nefsÂnî duny zevklerinden uzaklaşıp ibÂdet, kulluk ve mÂrifet sırlarına vukûfiyet kazanabilmektir.
İnsanın doğruyu ve istikÂmeti tesbît icin ic dunyÂsını dÂimî bir sûrette murÂkabe (kontrol) altında tutması zarûrîdir. Bu murÂkabe neticesinde amellerin rızÂ-yı ilÂhîye bağlı olarak gercekleşme keyfiyetinden inhirÂf, ihlÂssızlıktır ki, bu hÂl, amellerin AllÂh indindeki makbûliyyetini sıfıra muncer kılar. Bu sebepledir ki amellerin muhtev itibarıyla ilÂhî emre mutlak mutÂbakatı yanında onların varlık sebebi olarak ilÂhî rızÂyı gozetmek keyfiyetinin de korunması gerekir. Yoksa bunun aksi olan ihlÂssızlık, amelleri kuru bir hamallık derekesine indirir.
Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh- bile, yaşayışında ihlÂs ve istikÂmeti muhÂfaza edebilmenin sıkıntısı icinde idi. Halîfe-i muslimîn olunca, hutbede:
"-Ey cemÂat! ŞÃ‚yet AllÂh yolundan inhirÂf eder, yÂni eğrilirsem ne yaparsınız?!." dedi.
Bunun uzerine bir bedevî ayağa kalkıp:
"-Ey halîfe! Merak etme, eğrilirsen, seni kılıclarımızla doğrulturuz!" deyince, Halîfe Hazret-i Omer, bundan memnûn oldu ve şukretti:
"ElhamdulillÂh y Rabbî! Bana, yanıldığımda beni doğrultacak bir cemÂat nasîb ettin!" dedi.
Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, kalbinde nifÂk alÂmeti bulunanları, ummetin selÂmeti bakımından sadece Huzeyfe -radıyallÂhu anh-'a bildirmiştir. Bunu bilen Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh-, kendisinden endîşe ederek birgun Huzeyfe -radıyallÂhu anh-'a:
"-YÂ Huzeyfe! AllÂh aşkına soyle; bende nifÂk alÂmeti var mıdır?" diye sordu.
Hazret-i Huzeyfe de:
"-YÂ Halîfe! Yalnız sana te'mînat veririm; sende nifÂk alÂmeti yok!.." dedi.
Hasan-ı Basrî -radıyallÂhu anh-, talebesi olan muhaddis TÂvûs'a:
"-YÂ TÂvûs! Hadîs oğretmek sana gurûr veriyorsa, bu ilmi okutmaktan vazgec!" dedi.
GazÂlî Hazretleri, ucyuz talebeye ders verirken:
"-Ben bu kadar talebeye ders vermekle AllÂh rızÂsında mıyım, yoksa şohrete mağlûb olarak ucurumun kenarında mıyım?!." diye buyuk bir endîşeye kapıldı.
Bundan sonra GazÂlî Hazretleri, mal ve mulkunu kifÂyet mikdarına indirdi. Bir muddet dersi bıraktı ve inzivÂya cekilip CenÂb-ı Hakk'a iltic hÂlinde yaşadı. Boylece RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-'in rûhÂniyeti tecellî etti ve huzûra kavuştu. NihÂyet gecirdiği ihtilaclardan kurtulmuş olarak: dedi. Artık bambaşka bir GazÂlî olarak ortaya cıktı.
Yavuz Sultan Selîm Han, zaferlerden zaferlere nÂil olduğu Mısır seferinden donerken İstanbul halkının kendisini buyuk bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun uzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen ordusunu Camlıca'nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul'a girmedi. Nefsine mağlûb olmamak icin binbir endîşeye burunerek lalası Hasan Can'a:
"-Lala! Hava kararsın, herkes evlerine donsun de ondan sonra İstanbul'a girelim. FÂnîlerin alkışları, zafer takları ve iltifÂtları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!.." dedi.
NihÂyet akşam olup her yer karardıktan sonra gizlice ve alÂyişsiz bir şekilde şehre girdi.
Kalb, ilÂhî nazara mekÂndır. İbÂdetlerin fazîleti, kalbin berraklığına goredir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"O gun, ne mal fayda verir, ne de evlÂd! Ancak AllÂh'a kalb-i selîm (temiz bir kalb) ile gelenler mustesnÂ!." (eş-ŞuarÂ, 88-89)
Hazret-i MevlÂn -kuddise sirruh-, kalb-i selîmle ilgili şu misÂli verir:
"Yûsuf -aleyhisselÂm-, seferden gelen bir dostuna:
"Bana ne hediye getirdin?" diye sorar.
Dostu cevaben:
"Sende mevcûd olmayan nedir? Ancak senin cemÂlinden daha guzel bir şey olmadığı icin sana bir ayna getirdim ki, her vakit sendeki cemÂl tecellîlerini onda muşÃ‚hede eyleyesin!.." dedi."
Hakk TeÂl Hazretleri ise, her şeyden munezzehtir. Butun guzelliklerin asıl hÂlıkı ve asıl musebbibidir. O'nun yuksek huzûruna kalb-i selîmi muhÂfaza ederek gitmek îcÂb eder ki, O'nda eşsiz ve sonsuz cemÂl ve esrÂr tecellîleri muşÃ‚hede olunsun!..
Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulur:
"Hic şuphesiz ki AllÂh TeÂlÂ, sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz; ancak kalblerinize nazar eder."
AllÂh'ım! Bizleri sırÂt-ı mustakîme ulaştır; hidÂyet eyle! Kendilerine nîmet verdiğin peygamberlerin, sıddîkların, şehîdlerin ve sÂlihlerin o vuslat seÂdeti ve lutfuyla dolu yoluna tÂbî kıl! İstikÂmetten ayırma! Gazaba uğrayanların ve dalÂlete duşenlerin husrÂna cıkan helÂk ve kahır dolu suflî yollarından muhÂfaza eyle!
__________________
İstikÂmet
Dini Sohbetler0 Mesaj
●42 Görüntüleme
-
12-09-2019, 09:10:55