Peygamber Efendimizin Terbiyeciliği ve Aile Reisliği

CenÂb-ı Hakk’ın “Rab” isminin en ust seviyede temsilcisi Hz. Muhammed’dir (sav). O, CenÂb-ı Hakk’ın bu isminin peygamberler dahil, insanlar arasında en zirve temsilcisi mustesna bir fıtrattır. Tabiî O’nun terbiyesi altında yetişenler de peygamberlerden sonra, insanlığın en seckinleridir. Yeryuzunde, başka bir Ebu Bekir, bir Omer, bir Osman, bir Ali (ra) gostermek ve yetiştirmek mumkun değildir. Sadece onlar değil, sahabeden hicbirinin seviyesine ulaşmak mumkun değildir. Cunku onlar, bizzat Allah Resûlu’nun terbiyesinde yetişmişlerdir. Yine O’nun terbiye atmosferinde yetişmiş ve daha sonraki asırlara sacılmış inciler de vardır. Onlar da bir mÂnÂda, Allah Resûlu tarafından yetiştirilip terbiye edilmişlerdir. İnsanlığın medar-ı fahrı sayılan bu asil ve seckin insanların da benzerlerini yetiştirmek kÂbil değildir.
Fuzayl b. Iyaz, Bişr-i Hafî, Beyazid-i Bistamî, Cuneyd-i Bağdadî, Ebu Hanife, Şafiî, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel, İmam Rabbanî, İmam Gazalî, MevlÂn Celaleddin-i Rûmî, Şah-ı Geylanî, ŞÃ‚zelî, Nakşibendî, Ahmed RufÂî ve Bediuzzaman gibi daha niceleri.. hep derslerini ve terbiyelerini O’ndan almış ve O’nun terbiye prensipleriyle yetiştirilmişlerdir. Hadis olmasa da, mÂnÂsı hoş guzel bir soz vardır. Evet, gerci bu sozun, Efendimiz’e isnadı, senet acısından pek mevsuk değildir. Ama bir mÂnÂda lÂtiftir. O’na isnad edilen bu sozlerinde Efendimiz şoyle buyurmuşlardır: “Benim ummetimin Âlimleri, Benî İsrailin peygamberleri gibidir.”
Umumi fazilette hicbir insan nebilere ulaşamaz. Ancak bazı hususi durumlarda onlarla atbaşı olanlar vardır. İşte yukarıda isimlerini zikrettiğimiz ve daha zikredebileceğimiz butun medar-ı iftiharlarımız bunlardandır. Onlar, Âdeta yeryuzune tenezzulen gelmişlerdir. Eğer onların yerleri bir başkasıyla doldurulmak istense, herhalde gokteki melekleri yere indirmek gerekir. Cunku onlar ancak meleklerle temsil edilebilirler.
Bu, Hz. Muhammed’e (sav) has bir keyfiyettir. Evet ancak O’na intisaptır ki, boyle semere vermiştir. Ebedlere kadar da semere vermeye devam edecektir. Bir kuraklık ve coraklık doneminden sonra, gunumuzde hazırlanan ve yarının kudsîleri olmaya azmetmiş tÂlihliler arasında da kimbilir nice seckinler yetişecektir. Evet, esbap plÂnında butun umidimiz onlardadır. Ben, kendimi bildim bileli, umidimden hicbir şey kaybetmeden hep onları bekledim ve beklemeye de devam edeceğim...
Allah Resûlu’nun umumi terbiyesine gecmeden evvel O’nu, hanesindeki terbiyeciliği ile gormeye calışalım. O bir aile reisidir.. ve hÂnesinde de evlatları, hanımları ve torunları vardır.


Hic şuphe yok ki, bu hane, yeryuzunde gelmiş-gecmiş ve gelecek hanelerin, kurulacak yuvaların en mesudu, en bahtiyarı ve en bereketlisiydi. O’nun hÂnesinde her zaman burcu burcu saadet kokardı. Belki bu hÂne, maddî imkÂnlar yonunden, dunyanın en fakir hanelerinden biriydi; cunku aylar ve aylar gecerdi de bu hÂnede bir corba bile kaynamazdı. Hanımlarına duşen yer ise sadece başlarını sokabilecekleri kucuk birer oda veya daracık birer kulubeden ibaretti. Bu bahtiyar kadınlar, Allah Resûlu’yle haftada ancak bir-iki saat beraber olmayı, dunyanın her şeyine tercih ediyorlardı.. mutluydular, huzurluydular ve son derece mesuddular.
O’nun evlatlarının hepsi, kendisinden evvel vefat etmişti. O’ndan sonraya kalan sadece Hz. FÂtıma’ydı, o da, hayatını hep sıkıntı icinde geciriyordu. Yani Allah Resûlu ona da mureffeh bir hayat hazırlamış değildi. Ancak, gerek hanımları gerek O’nun gonul meyvesi bu kızı, O’nu delice seviyor ve her şeyden, herkesten aziz tutuyorlardı. Allah Resûlu’nun onların kalplerinde tasavvurlar ustu mumtaz bir yeri vardı.
Babası vefat edince Hz. FÂtıma, gunlerce kanlı goz yaşlarıyla cihanı ağlatmış ve yurekleri parcalayan mersiyeler soyleyip durmuştu. Zaten O’nun ayrılığına, o da, ancak altı ay dayanabilmiş, derken ardından babasının yanına, hem de buyuk bir sevincle goc edivermişti. Hicbir evlat, Hz. FÂtıma kadar babasını sevmemiştir. Hicbir baba da Allah Resûlu’nun -tabiî dengeli olarak- evlatlarını O’nun sevdiği kadar sevmemiştir. O’nun hanımlarıyla olan durumunu da aynı şekilde ifade etmek mumkundur.

Hicbir kadın, Allah Resûlu’nun hanımlarının, O’nu sevdiği kadar kocasını sevmemiş ve hicbir koca da hanımları tarafından, Allah Resûlu kadar sevilmemiştir. O’nun etrafında teşekkul eden, bu en yakın dairedeki sevgi hÂlesinin elbette bir sebebi vardı. Allah Resûlu, eli altında bulunanlara uyguladığı terbiye usûluyle onların kalplerinde, sonsuz bir alÂka ve bağlılık hÂsıl etmiştir. Sonra bu bağlılık, bu en kucuk daireden başlayarak dalga dalga genişlemiş ve Âdeta butun cihanı kuşatmıştır. İşte, bu da O’nun fetanetinin ayrı bir buududur!
Duşunun ki, Allah Resûlu vefat ettiği zaman, hanımlarının butunune bile tek bir hÂne bırakmamıştı. Hayat boyu hep daracık odalarda yaşamışlardı ve işte onlara bu odalar kalmıştı. Meğazî yazarları, sağıp sutunden istifade edecekleri birer de keci tevarus ettiklerini soylerler. KÂinat, kendisi icin yaratılmış olan İki Cihan Serveri, hanımlarına, sadece bunları temin edebilmiş ve onları işte boyle bir fakr u zaruret icinde bırakıp oyle irtihal etmişti. Ancak hanımlarından hicbiri, hayatının hicbir doneminde bu durumundan şikayeti işmam eder tek kelime soylememişlerdi. Bir aralık, bir-ikisinin kafasına boyle bir şey geldi ise de Kur’Ân’ın ikazıyla hemen zÂil oldu.
Hz. Ebu Bekir onlara beytulmÂlden bir şeyler veriyor onlar da bu verilenle iktif ediyorlardı. Verilen de oyle Âhım-şahım bir şey değil, sıradan herkese verilen miktar kadardı. Evet, Ebu Bekir onları, ilk İslÂm’a girenler seviyesinde dahi kayırmamış ve ilklere verdiği olcunun cok altında, o mubarek hanımlara kucuk bir maaş bağlamıştı. O, boyle amel etmişti; zira ictihadı bu merkezdeydi. Ancak Hz. Omer halife olunca, Allah Resûlu’nun hanımlarına birinci dereceden maaş bağladı. O’na gore peygamber hanımları sene itibarıyla ilk İslÂm’a girenlerden olmasalar bile, Allah Resûlu’ne en yakın olduklarından ve kıyamete kadar mu’minlerin anaları sayıldıklarından Sabikun-u Evvelûn’a dahil edilmeliydiler. Hz. Omer de boyle duşunmuş ve boyle ictihatta bulunmuştu. Ancak, bizim ısrarla uzerinde durmak istediğimiz husus bunlar değildir. Donup donup etrafında tahşidÂt yapmaya calıştığımız biricik mesele, Allah Resûlu’nun terbiye adına hanımlarına kazandırdığı erişilmez seviye meselesidir. O nasıl bir terbiyecidir ki, beraberlikleri cok kısa surmesine rağmen hanımlarının gonullerine ve ruhuna oyle bir girmiştir ki, artık O’nun otesinde hicbir şey duşunemez olmuşlardır. HÂlbuki dunya adına onlara verdiği şey sadece yukarıda işaret ettiklerimizden ibarettir. Demek ki O’nda apayrı bir cazibe vardı.. ve bu cÂzibe ile Âdeta cevresini buyuluyordu. İşte, bu durum da yine O’nun risaletinin ayrı bir yonunu dile getirmektedir.
Allah Resûlu’nun cok kadınla evlenmesinin, O’nun risaletine bakan apayrı bir delil olma keyfiyetini yeri gelince arzedeceğimizden, o meseleye şimdilik girmeyeceğiz. Ancak, burada şu kadar soyleyelim ki, Efendimiz’in mubarek hanesi, kadınlara ait hususların talim edildiği bir medrese durumunda idi. Efendimiz’in hususî durumları, hep o mahrem daire icinde oğreniliyor ve orada oğrenilenler de daha sonra ummete naklediliyordu. Aile hayatına ait hukumlerin yuzde doksanı bize, Allah Resûlu’nun pÂk zevceleri tarafından aktarılmıştır. Dolayısıyla, O’nun hÂnesinde, seviye ve durum itibarıyla muhtelif kadınların bulunması bir zarurettir. Allah Resûlu, sırf dinin hukumleri zayi olmasın diye, 53 yaşından sonra bircok kadınla evlenmeye goğus germiş ve bir mÂnÂda fedakÂrlık yapmıştır.
Evet, Allah Resûlu’nun hanesinde cok kadına ihtiyac vardı. Zira, erkekler, her zaman mescitte oturup Efendimiz’i dinleyebiliyorlardı. Eğer birisi o gunku sohbetleri kacırdıysa, arkadaşları butunuyle onun bu noksanını telafi edebiliyor ve o gun konuşulanları aynen ona nakledebiliyorlardı. Fakat kadınlar, ekseriyet itibarıyla boyle bir mazhariyetten mahrum kalıyorlardı. Cunku onların, her an Allah Resûlu’nu dinleme imkÂnları yoktu. Bu durumda kadınlara, hususiyle de kadınlığa ait meseleleri kim anlatacaktı? Allah Resûlu’nun hususi hayatını, tabiatıyla ilgili durumları, yatak odasında yaşadığı edep ve ahlÂkı ummete kim intikal ettirecekti? Acaba, dini, butun prensipleri, butun esas ve disiplinleriyle anlatıp intikal ettirmeye bir kadının gucu yeter miydi?
Beşeriyet itibarıyla, diğer kadınların maruz kaldıkları arazlara, onlar da maruz kalacaklarına gore, boyle hususi durumlarda, Efendimiz’e ait yeni bir hukum bahismevzuu olduğunda, bir tek kadın buna nasıl guc yetirecekti? Hayır, bir kadın butun bu durumları tek başına intikal ettirmeye gucu yetmez ve yetemez.
Onun icin de, her zaman, Allah Resûlu’nun durumunu kollayıp bize aktaracak, O’nunla surekli icli dışlı olacak cok kadına ihtiyac vardı. Bu ihtiyac asla, Efendimiz’in beşeriyetiyle alÂkalı değildi. Tamamen dinî ihtiyactan kaynaklanan bir zaruretti. Allah Resûlu de boyle zaruretten dolayı boyle bir ağır yukun altına girmişti.
Bu kadınlar, kendi kavim ve kabilelerinin Allah Resûlu’ne, karabet bağıyla bağlanmalarına vesile oldukları gibi, yuzlerce, binlerce hadisin korunmasına da en buyuk vasıta yine onlar olmuştu. Şunu kat’iyetle soylemeliyim ki, kadınlık Âlemi, Allah Resûlu’nun hanımlarına cok şey borcludur. Butun kadınlar, başlarını onların mubarek ayaklarının altına kaldırım taşı gibi sıralasalar, yine onların hakkını odeyemezler; evet onların dine bu kadar hizmetleri olmuştur.
Demek oluyor ki, Allah Resûlu’nun onlarla evlenmesi, ne cismanî bir ihtiyactandı -cunku Arabistan gibi sıcak bir yerde 53 yaşına gelmiş bir insanın cok kadınla evlenmeye ihtiyacı olduğu kat’iyen soylenemez- ne de hanımlarının O’nunla evlenmesi, O’nun cismaniyetiyle veya dunyalığıyla alÂkalıydı. Zira O, insanların en fakiri olarak yaşıyordu. Hanımları da O’nun bu durumunu bilerek, O’na zevce olmaya talip idiler. Allah Resûlu, aynı zamanda, bunlar arasında adalet ve hakkaniyetle muamelede bulunuyor, herbirine ancak haftada bir uğrayabiliyordu. Fakat, evvel-Âhir, butun hanımları O’ndan bahsederken şoyle diyorlardı: “Allah Resûlu, insanların en guler yuzlusu, hanımlarıyla en cok latife yapanıydı.”
Rica ederim, evinde uzun muddet yiyecek bulamayan, uzerlerine giydikleri elbiselerini de cok uzun muddet giymek zorunda kalan bu kadınlar, beşeriyetleri icabı, biraz hiddet gostermeli değil miydiler? Ama hayır. Onların, Allah Resûlu’ne karşı rıza ifade eden hareketlerinden başka bir şey bilmiyoruz. Tarih ve siyeri dikkatle tetkik edenlerin bana hak vereceklerini zannediyorum.
O, peygamberliğin ruhundaki mehabet ve vakara rağmen, hanımlarıyla latifeleşirdi. Onlarla kaynaşır, butunleşir ve icli dışlı olurdu. Arada ince bir perde kalırdı ki, o da, Allah’la irtibatlı bulunmanın hasıl ettiği uhrevîlikdi, zira O, bir peygamberdi. Hanımları da her şeyden evvel O’nun ummetiydiler...
O’nunla munasebet ve alÂka boşluğunu doldurmak mumkun değildi. Zira O, bu yonuyle de mustesna idi. Hanımları da asla O’nsuz bir dunya duşunemiyorlardı. Ve duşunemezlerdi de.
Sevde Validemizle, daha Mekke’de iken nikah akdi yapılmıştı. Yani Allah Resûlu’nun ikinci hanımı Sevde, validemiz oluyordu. Ancak hangi mulÂhaza ile bilemiyoruz, bir aralık Allah Resûlu, bu validemizi boşamak istedi. Kadın bunu duyunca beyninden vurulmuşa dondu. Ve hemen Allah Resûlu’nun huzuruna koştu. Hatta araya vasıtalar koydu ve yalvarırcasına şoyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlu! Senden dunyalık hicbir şey beklemiyorum. Bana ayırdığın bir gunu de Aişe’ye verdim. İstersen omur boyu benim hatırımı sormak icin dahi yanıma uğrama. Ama ne olur beni nikahın altında bulunmaktan mahrum etme! Ben Âhirete de Senin nikahlın olarak gitmek arzusundayım. Başkaca da hicbir duşuncem yok.”[1] Onun bu arzusu Allah Resûlu tarafından kabul edildi ve Sevde Validemiz Ezvac-ı TahirÂt’tan biri olarak kaldı.
İşte, Allah Resûlu, onların gonullerinde boyle yer etmişti. Eğer onlardan birini boşamış olsaydı, şuphesiz o, başını O’nun eşiğine kor ve kıyamete kadar beklerdi.
Hz. Hafsa Validemiz’den bir rahatsızlık hissedince, “İsterse ona yol vereyim.” gibi bir ifade kullandı. Bu kadarcık ifade bile, Hz. Hafsa’nın kolunu kanadını kırmaya yetti. Araya girenler, Hz. Hafsa’nın, nasıl cok namaz kılan, oruc tutan bir insan olduğunu Allah Resûlu’ne anlata anlata bitiremiyorlardı. Butun bu soz ve tavassutlardan sonra Allah Resûlu’ne yalvararak, Hafsa’yı boşamamasını istirham ettiler.[2] O da, bu en vefalı arkadaşının, en vefalı kerimesine, saadet hucresi sÂkineliğini bir kere daha tescil etti.
Onlar, Allah Resûlu’nden ayrı kalmayı olumden beter bir musibet olarak kabul ediyorlardı. Bu duyguda hemen butun hanımları muşterekti.. ve hicbiri farklı duşunmuyordu. Zira İki Cihan Serveri, onların gonullerine sokulup atılamayacak şekilde taht kurmuş, iclerine girmiş ve onlarla tam olarak butunleşmişti. O mubarek, o yumuşak, o tabii, o fıtrî hayatını onlarla oyle paylaşmış idi ki, O’ndan ayrılmaları mumkun değildi. Şayet ayrılsalardı, havasız kalmış gibi oleceklerdi.
Doğrusu, O’nun vefatından sonra gorduğumuz manzara hasrettir, hicrandır ve huzundur. Hz. Ebu Bekir ve Omer, Allah Resûlu’nun hanımlarından her uğradıklarını hıckıra hıckıra ağlıyor bulmuşlardı.[3] Hatta onlar da oturup beraber ağlamışlardı ve bu ağlama onlarda Âdeta bir hayat boyu devam etti. İşte Allah Resûlu, onlarda boyle silinmez iz ve cizgiler bırakmıştı. Belki beraberlikleri cok kısa surmuştu ama, İki Cihan Serveri onlar icin Âdeta bir hayat kaynağı olmuştu. Zaten bizim anlatmak istediğimiz husus da budur. Evet, O’nun aile reisliği de yine Allah’ın Resûlu olduğu hakikatini haykırmaktadır.
Bir donemde, beraber bulunduğu dokuz kadar hanımını, bir arada hem de ciddi hicbir probleme meydan vermeden idare etmişti. O, işte bu kadar ince ve narin bir aile reisiydi.
Vefatından birkac gun evvel: “Kul, Rabbiyle dunya arasında muhayyer bırakıldı. O, Rabbini secti.” demişti. Fetanet insanı Ebu Bekir, bu sozu duyunca hıckırıklarını tutamamış ve hungur hungur ağlamıştı.[4] Zira anlamıştı ki, o kul, bu sozu soyleyenin ta kendisiydi. Rahatsızlığı fazla surmedi. Gun gectikce hastalığı şiddetleniyor ve şiddetli baş ağrılarıyla kıvrım kıvrım kıvranıyordu. İşte bu esnada dahi, hanımlarına karşı incelik ve nezaketini terketmedi. Hanımları arasında gezecek hali olmadığından bir odada kalmasına musaade edilmesini talep etti. Butun hanımları O’nun bu arzusuna “evet” dediler. Allah Resûlu de son gunlerini Hz. Aişe’nin odasında gecirdi.[5] Evet, en ağır şartlar altında bile O, hanımlarının hak ve hukukuna riayetkÂr davranıyordu. İşte O, boyle bir ruh insanıydı.


[1] Mecmau’z-ZevÂid, 9/246; Muslim, RadÂ, 47
[2] NesÂî, Talak, 76; Mecmau’z-ZevÂîd, 9/244
[3] İbn HişÃ‚m, Sîre, 4/305
[4] BuhÂrî, SalÂt, 80; FezÂilu’l-AshÂb, 3
[5] İbn Sa’d, Tabakat, 2/231; İbn HişÃ‚m, Sîre, 4/298
__________________