Hani o eski, o bilge oğretmenler vardır ya… Kucağında bir kitapla gelir her defasında. Eski ama hep yeni bir heyecanla bakılmış bir kitap. Neresinden baksan, okunmuşluğu kapağına sinmiş ten izinden, sayfa kenarlarına kıvrılmış cileli bakışlardan belli o eskimiş kitaplardan bir kitapla… Bir yuzune bakarsın oğretmenin bir de goğsunde yetim gibi taşıdığı seluloz yığınına. O yuzun haresine sinmiş, o gozlerin cukuruna yağmış bilgeliği bir an once emmek icin yapışmak istersin kÂğıtların sıcacık goğsune. İşte oyle bir kitapla geldi oğretmenim oruc. Okuyarak, kendimi kendimden oteye taşırayım diye. Okuyarak, gozumu gorduğumden oteye taşıyayım diye.

Her kitap bin okuma borclandırır seni beni... Orada kelimeler davetkÂr bir edayla sıralanmış beklerken, sayfalar kat kat yolunu kesmişken, savuşup gidemezsin bir kapağın eşiğinden. Okuma borcumuzu hatırlatan nazik bir uyarıcıdır oruc.

İnsan, orucla bedeninden ruhuna taşınır; kendini kendinden oteye taşır/ır. Oruc, insana yeni bir goz takar, diline yeni bir soz... Yeni bir gonul sunar. Suyu, ekmeği, meyveyi, yeri, goğu, insanı, sokağı, geceyi, gunduzu taze bir heyecanla gorur oruc gozu. Sanki yeni baştan isimler koyar eşyaya oruc dili. “Bu ağac dun burada mıydı?” “Ben hic ıslanmış mıydım yağmurda?” Gormediği yaşamakları gordurur insana oruc gonlu. Iskalayışların hepsini ıskalayış… Yeni bir dolayıştır havayı suyu. Gulleri acemi bir koklayıştır. Mevsimleri eski(mi?) kalbimize yeni yeni sarıştır. Gecip giden, terk eden, yitirilen, eskiyen, eksilen “yuz”lerin eşiğinden donuştur. Gidenlere ağlamamayı oğretir oruc kalbi.
Oruc, yaşamanın sıcacık ve tanıdık şalını omuzlarından kaydırır insanın. Ezber bozar. Uzağı yakın, yakını uzak eder. Uzak ve unutulmuş kaygıları yakın eder. Goze batan luzumsuz telaşları uzağa surer. İnsanın icine başka turlu kıpırtılar sokar. İnsanın kendine dokunmamak uzere, tenine temas etmemek uzere, otelediği, halı altına supurduğu incelikleri gun yuzune cıkarır. Suskunları konuşturur. Konuşkanları susturur.
Bencilliğin kalın kabuğundan catlaklar acar oruc. Sanki daha bir gecirgen kılar gibidir insanı. Gonulden gonule gizli yollara ışık tutar. Bir şefkat denizinin icinde ağır ağır salınan şeffaf omurgasızlara doneriz. Yardımlar, sadakalar, şefkatler, acımalar saklandıkları yerden başlarını cıkarır. Oruc, insanı yeni doğmuş gibi alır kucağına. Cocuksu sevinclere, golgesiz lezzetlere, lekesiz hazlara komşu eder; sanki yeni baştan buyur edilir insan yeryuzu sofrasına.

Sessizdir oruc. Kitap da oyle. Bağırıp cağırmaz kitap, vıdı vıdı etmezler; insanın dokunuşuyla canlanır, yurumeye başlar, konuşur, icini acar, fısıldar. İnsan, bakışıyla, bir İsÂ[as] dokunuşuyla olmuş selulozları diriltir, nutka getirir. Gozlerinin karasına değdikce kÂğıt ve murekkep, yeni aklıklar devşirir aklına, kara sevdalar yağdırır kalbine. İnsanın oructa elinin kolunun bağlanmışlığı, Mûsa’nın [as] elini goğsune sokmasına benzer; cıkardığında “yed-i beyza”yı [beyaz el] bulur avuclarında. Elinde var olduğunu sandığı kudreti, kuvveti sahibine iade eder insan; goğsune bağlar elini, kalbine koyar dilini. Yeniden başlar gibi olur hayata. Kalbiyle dokunur eşyaya, canının terazisi inceliklere hassaslaşır, mucevherlere acıkır kefeleri.

Suskundur oruc. Tutanı olmazsa orucun, orada oylece sessizce durur, bekler. İcinde sakladığı cevherleri sacıp savurmaz ortalığa, incisini ışıktan sakınan sadef gibi kendi icine kapanır. Kitaplar da suskundur. Okuyanı olmazsa kitabın, o da bir koşede, suskunca bekler. Harfleri yanıp tutuşmaya hazırdır; sessizlikte kullenir ama insan nefesinin dokunuşuyla kor olup parlar, koze donuşur. Kelimeleri baharı bekleyen tomurcuklar gibidir; yağmur ve ışık dokunur dokunmaz ciceğe durur, meyve neşesi kuşanır. Oruc da kitap da insanını bekler soylemek icin, soyleşmek icin, dirilmek icin, diriltmek icin.

Oruc da kitap da insanı enfusune, icine doğru cağırır. Okumak da oruc tutmak da goruntuye, gosterişe tenezzul etmez. Oruc, insanı ice doğru buyutur, ice doğru tezyin eder, ice doğru derinleştirir. Dışarıya soyleyeceği bir şeyi yoktur orucun. Okumak, her ne kadar gorunur olsa da, goruntunun taşıyabileceğinden cok daha fazlasını saklar ardında. Okuyor gorunebilirsin; ama okumanın sana ettiğini kimse resme sığdıramaz, objektife duşuremez, renge, bicime buruyemez. Okumak, “goruntuyu kurtarmak”tan fazlasıdır cunku.

Elle dokunulur gozle gorunur olan Mushaf’ın, yani kağıt ve murekkepten ibaret bir cismin, “Kur’Ân”’a, yani “okunan” bir cağıltıya/kıpırtıya donuşmesi, senin nefesinin dokunuşunu bekler. Kitab’ın konuşan bir ruh kuşanması senin okuma eyleminle başlar. “Kur’Ân”, “kıraat edilen”, “okunan” anlamına gelir. Yani okumadığın surece o, “Kur’Ân” değildir; seni bir koşede Mushaf (sayfalar) olarak bekler, suskun ve sozsuz kalır. Senin nefesin iksirdir Mushaf’a; onu “okunur” eyler, “Kur’Ân” makamına cıkarır. Senin dilin ve damağın ana rahmidir Mushaf’ın murekkep pıhtısına. Sımsıcak sarmalar bir ciğnemlik lekeyi, ete kemiğe burur, tazecik nefeslere sarar, kalbine kıpır kıpır hayatlar duşurur. Kitab’a can olmaya, Kitab ile can olmaya başlarsın.

Ramazan’ı “Kur’Ân’ın indirildiği ay” olarak tarif eden Rabb-i Rahim-i Hakîm, oruc ile okuma arasındaki ikizliğe dikkat cekiyor . “Kur’Ân’ın indirildiği ay”da okumak, oruc tutmak kadar oncelikli olmalı. Ki orucun oğretmenliğiyle, “Okunası” Kur’Ân’ın anlamları daha bir acık ediliyor kalbe, nefse ve akla. Ve susuyorum… Kitab ile iftar edinceye…

__________________