Bismillahirrahmanirrahim
Bir sohbet havası icerisinde, aşağıdaki başlıklar altında sorulan sorulara zaman ve mekÂn sınırları icerisinde verilen cevapları, bazı husularda faydalı ipucları vereceği kanaatiyle, sunmayı uygun gorduk...
Sohbette ele alınan bazı konular:
Vahiy ne demektir? Metluvv ve gayr-i metluv vahiy;
Vahyin Cebrail’le gelmesi ve Cebrail dışında bir yolla gelmesi; Vahy-i gayr-ı metluv’un varlığını kabul eden alimler;
Hazreti Peygamberin teşrî’ yetkisinin olması, Kur’Ân’la celişmiyor mu?
Hz. Peygamberin ummilikle vasıflandırması;
Namazın rukunleri ve kılınış şekli cahiliyeden mi alınmıştır?
İsr ve Mi’rÂc hadisesi ve Namaz vakitlerinin sayıca indirilmesi icin Peygamber Efendimizin defalarca muracaat ettiği doğru mudur, doğru ise nasıl acıklanır?
Nesh olayı Kur’Ân’da var mıdır?
İtikadi bakımdan insanlar hakkında hukum vermek ve davette izlenebilecek en faydalı yol
Hocam, vahiy ne demektir , metluv ve gayr-i metluv gibi kısımlara ayrılması soz konusu mudur?
Vahy’in sozluk anlamı itibariyle pek cok manası var. Ancak bizi ilgilendiren yani Kur’Ân ve sunnet acısından, sorunuzla ilgili yonuyle vahiy, Cenab-ı Allah’ın dilediği şeyleri vasıtalı ve vasıtasız olarak peygamberine bildirmesidir.
Vahyin bu tanımına gore muayyen olarak Kur’Ân vahiydir, Kur’Ân’ın dışında vahiy yoktur diye bir sonuc cıkmamaktadır.
Dolayısıyla bu tanımı esas alacak olursak, “Cenab-ı Allah’ın dilediği hususları peygamberine vasıtalı ve vasıtasız olarak bildirmesidir” cercevesi icerisinde geniş bir alanda vahyi ele alıp bir tasnife tabi tutmamız icab ediyor. İslam alimleri de bunu vahy-i metluvv ve gayr-i metluvv olarak nitelendirirken, Kur’Ân ve sunnetin vahiy bakımından ortak olduklarını, fakat nitelikleri acısından farklı olduklarını anlatmak istiyorlar. Birisi okunan vahiy, diğeri okunmayan vahiy.
Ne demek? Birisi namazda ibadet olarak okunması meşrû’ olan, oburu ise namazda ibadet kastıyla okunması mumkun olmayan vahiy demektir. Demek ki bu yonuyle gayr-i metluvv, hicbir şekilde Kur’Ân gibi namazda okunamayan vahiydir ama bir hadis dua mahiyetinde ise, namazda da dua etmenin meşrû’ olduğu yerler vardır. Mesel kunut duası yapıyoruz. Kunut duasında Kur’Ân-ı Kerim’in dua Âyetlerini okuyarak dua edebileceğimiz gibi, Peygamber efendimizin hadislerini de okuyarak dua edebiliriz. Kendimizin, dunya ve Âhiretimizin maslahatına olduğuna inandığımız sozlerle de dua edebiliriz. Burada okuyacağımız dualar ister Kur’Ân’dan olsun, ister sunnetten olsun, isterse bizim kendi lafızlarımızla olsun, namazda kıraatin farz olan yerinde değil, farz olan kıraatin eda edilmesinden sonra kıraatin yapılmayacağı, kıraatin bitiminden sonra, duanın mumkun olduğu yerlerde yapılabilir.
Diğer taraftan vahy-i metluv, namazın dışında gunluk hayatımızda ibadet niyetiyle okunur; okunması ibadettir ama; sunnet-i seniyye, yani vahy-i gayr-i metluv, Kur’Ân gibi ibadet olarak okunmak şeklinde bir mazhariyete sahip değildir. Bu tilÂvet olunabilir ve olunmazlık acısından okunan vahiy ile okunmayan vahiy yani okunması namazda ibadet olan vahiy, ibadet niyetiyle okunamayacak vahiy arasındaki bir farkı ortaya koyuyor.
Bu acıklamalar, taabbud acısından iki vahiy arasındaki farkı ortaya koyuyor. Bir diğer fark da subût acısından soz konusudur. Kur’Ân’ın subutunda tereddut yoktur, mutevÂtirdir hepsi. Sunnet-i seniyyede ise mutevÂtir olan rivÂyetler, değişik goruşlere gore, en ileri derecedeki musamahalı goruşu dahi alsak sınırlıdır.
Ama sunnette soz konusu olan hukumler genellikle ya Kur’Ân-ı Kerim’deki mucmel, kapalı olan bir bolumu acıklıyor yahutta Kur’Ân’da bulunan bir hukmu aynı ifade ediyor veya Kur’Ân’ın bir hukmu ile alakalı bir hususu ayrıntılandırıyor, teferruatını ortaya koyuyor.
Kur’Ân’daki hukmu aynen tekrar eden sunnete ornek: MeselÂ, namaz kılınız diyor Kur’Ân-ı Kerim, peygamber de namaz kılınız diyor ama namaz kılınız diyen Kur’Ân-ı Kerim gunde kac defa, kac rekat, vakitler ne zaman başlar, ne zaman biter, rukû’, sucûd ne şekilde olacak, beş vakit namazın dışında farz olmasa dahi ne gibi namazlar kılınabilir? Bunlar ve benzeri hususlar acıklanmıyor. MeselÂ, gecenlerde guneş tutulması oldu biliyorsunuz, Turkiye’nin hemen her yerinde kusûf namazı kılındı. Kur’Ân-ı Kerim’de kusûf namazı ile alakalı bir işaret bile yoktur. Peygamber (a.s) kusûf namazını kıldı.
Kur’Ân-ı Kerim’de –meselÂ- korku namazı dediğimiz bir namazdan bahsediliyor. Sunnette bu korku namazlarının ceşitleri uzun uzadıya daha ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor.
Kur’Ân-ı Kerim’de zekÂt var, zekÂttan bahsediliyor. Kur’Ân-ı Kerim zekÂtın kimlere verileceğini belirtiyor ama nispeti konusunda bir malumat yok, periyodu konusunda bir malumat yok.
Peki, Peygamber aleyhissalatu vesselÂm Kur’Ân icin acıklayıcı olan bu hukumleri nerden getirdi, nasıl ortaya koydu? Birkac ihtimal var:
1- Allah-u Teal Kur’Ân-ı Kerim’i ona bildirdiği gibi, buradaki hukumleri de bildirmiştir.
2- Peygamber bunu başkalarından oğrenmiştir.
3- Peygamber bunu kafasından cıkarmıştır, daha ilmî bir ifade ile ictihad etmiştir.
İster Peygamberin bu hukumleri kafasından cıkardığınıyada ictihad ederek ortaya koyduğunu kabul edelim, ister peygamber başkasından oğrenmiştir, diyelim. Her ikisini de kabul edersek bence sonuc değişmez. Cunku neticede bunlar peygamberin bir sunneti olarak kabul ediliyor ve biz bunları uygulamak istiyoruz. Daha doğrusu uygulamakla yukumluyuz, bunlara riÂyet etmekle yukumluyuz.
Bir ozellik daha var, Cenab-ı Allah peygamber tarafından bunların uygulamaya gecirildiği zamandan vefatına, vahyin bittiği zamana kadar bunları takrîr etmiştir. Bir başka ifade ile, Cenab-ı Allah bunlara itiraz etmemiştir. Bu ne demektir? Bunlar Cenab-ı Allah’ın takririnden yani onayından gecmişlerdir. Cunku eğer Cenab-ı Allah bunların dine bağlı olmasını istemiyor olsaydı ve bunlarda bir kısım yanlışlıklar bulunmuş olsaydı, bunları tashih edecekti.
- Hocam, Abese suresindeki İbni Mektum olayının buna ornek olduğunu soyleyebilir miyiz?…
-Elbette, bu orneklerden bir ornektir ve buna benzer daha başka ornekler de vardır. Dolayısıyla Peygamber aleyhissalatu vesselÂmın ictihad ve uygulamları Kur’Ân-ı Kerim’ce aynen, olduğu gibi kabul edilmeyebiliyor, edilmediği yerler de var. MeselÂ, Peygamber aleyhissalatu vesselam Zeyd b. Harise’yi ne yaptı? Evlatlığı olarak ilan etti, kabul etti. Ondan sonra onu halasının kızı Cahş kızı Zeyneb (r.anhÂ) validemizle evlendirdi. Ondan sonra Zeyd (r.a), Zeyneb validemizi boşadı. Peygamber aleyhissalatu vesselam, onunla evlenemem diye duşunuyordu, cahiliye geleneklerine gore. Eğer Cenab-ı Allah bunu sonuna kadar kabul etseydi, vahyin bitimine kadar biz de diyecektik ki, evlatlık muessesesi İslam’da devam etti ve meşrudur. Evladın boşadığı hanımıyla babalığın evlenmesi meşru değildir; evet, boyle demeye devam ederdik. Ama Allah bunu tashih etti. Dedi ki: Evlatlık muessesi de yoktur, evlatlığın boşadığı hanımı ile evlenmemek gibi bir gelenek de yoktur.
Îl diye bir şey vardır İslam fıkhında, boşama şekillerinden birisi olarak kabul edilir. Kısacası bir erkeğin hanımına bir ay sureyle mesel yaklaşmamaya yemin etmesidir. Cahiliye doneminde bu bir talaktı. Kur’Ân-ı Kerim bunu aynen kabul etseydi, bu bir şeriat olacaktı bizim icin; ama Kur’Ân-ı Kerim dedi ki: “Hanımlarına îl yapan erkekler dort ay sure icerisinde yeminlerinden donebilirler. Donerlerse mesele yok, donmezlerse ayrılık vaki olur.”
Şunu soylemek istiyorum: Eğer son iki ihtimal yani sunnetin varid olması bir, peygamberin kendi aklıyla ortaya cıkmışsa, aklından ortaya koymuşsa; iki, peygamber bunu cevresinden ister cahiliyeden, ister rahiplerden, ister Yahudilerden kimden olursa olsun oğrenmiş ve Cenab-ı Allah da bunları peygamberin vefatına kadar tashih etmemiş ve duzeltmemişse; bunlar artık din olur.
Benim icin bu asgari paydada ilk aşamada bu kadarında ittifak onemlidir ve yeterlidir. Bundan sonrası insanların kendi kanaatlerinin ve ilmi neticelerin varacağı yerdir; ama bence bu iki hal de aslında peygamberin şanını ve seviyesini biraz kucultur. Boyle şeyler olmuş olabilir. Peygamberin ictihad ettiği olmuştur yahut cahiliye doneminde uygulanan hukuki muesseseler İslama da girmiştir. O da olabilir. Fakat genelde Peygamber aleyhissalatu vesselamın din ile alakalı varid olmuş olan sunneti, vahyin bir neticesidir ve dediğim gibi vahiy, Cenab-ı Allah’ın Peygamber aleyhissalatu vesselama herhangi bir hukmu, vasıtalı veya vasıtasız bildirmesidir.
Sunnet-i seniyyenin vahiy olduğuna dair bir ornek verecek olursak: Bir sahabi geliyor soruyor: Ya Rasulallah, eğer ben savaşa girsem, kÂfirlerle savaşırken, ileri de atılırken, geri donmem de sozkonusu değilken oldurulursem, butun gunahlarım bağışlanır mı? Peygamber tereddutsuz: Evet bağışlanır diyor. Sahabi donmuş gidiyor, memnun olmuş, alacağını aldı, artık onun icin bir şey kalmıştır, o da şehit olacak, bunu gercekleştirecek, Rabbinin huzuruna tertemiz, pırıl pırıl cıkacak; onun meselesi bundan ibaret kalmıştır.
Peygamber hemen arkasından: Az once soru soranı cağırın diyor, geliyor. Sen ne sormuştun? Boyle boyle sormuştum diyor.Ben de sana evet demiştim ama az once Cebrail geldi, bana dedi ki: Borc mustesnadır.
Burada “borc mustesnadır” ifadesi de, ondan oncesi de az once soylediğimiz iki tur vahyin orneğidir. Birincisi peygamberin ictihadı ile evet demesi, ikincisi o evet’ten sonra istisn edilmesi. Birincisi, peygamberin ictihadı onaylandı. Nereye kadar, borca kadar. Ondan sonra borc istisnÂdır dedi. Bu da Allah tarafından tahsis edilen bir konu oldu. Demek ki; Peygamber aleyhissalatu vesselamın aslında peygamberlik muessesesine yakışan sunnetin de, -ama Kur’Ân’ın farklılığına başta işaret etmeye calıştığım noktayı da kacırmamak şartıyla- bir vahiy olarak algılanmasıdır. Boyle bir algılama, vakıaya uygun olan algılamadır.
- Yani vahyin Cebrail’le gelmesi ve Cebrail dışında bir yolla gelmesi mumkundur, mu diyorsunuz?…
-Mumkundur, her turlu gelebilir. Vahyin bir cok mertebesi vardır. Cebrail’le gelir, cıngırak sesi şeklinde gelir, başka turlu gelir. Doğrudan gelir, Mi’rac gecesinde olduğu gibi, aracısız gelir, Allah’ın doğrudan kelamıyla gelir, Musa aleyhisselama olduğu gibi; kısaca farklı bir cok şekilleri vardır. Vasıtalı ve vasıtasız olabilir ama Allah’ın dilediği hukum vahiy olarak korunmuştur.
Sunnet şeklindeki vahiy de aslında peygambere ulaşıncaya kadar muhafaza altındadır. Onun muhafaza edilmemesi ihtimali nakil ile alakaladır. Cunku sunnet tevaturle nakledilmemiştir. Yani o sunnet, yalan uydurmak uzere ittifak etmiş olması mumkun olmayan buyuk kalabalıkların birbirlerinden nakletmeleri demek olan tevatur ile nakl edilmemiştir. Ama Kur’Ân-ı Kerim, boyle nakledilmiştir.
Sunnetin mutevatir olmaması da cok onemli değildir.Cunku sunnetin getirmiş olduğu hukumlerle alakalı olarak ilmen –ki bu, derin ve farklı bir konudur- zann-ı galip yeterlidir. Zann-ı galip ne demektir? Evet, yuksek bir ihtimalle, yuzde elliden daha yuksek bir ihtimalle bu soz veya bu davranış veya bu hukum peygambere aittir, denilebilme haridir. İhtimal buradadır, yoksa Allah’tan peygambere kadar ulaşması noktasında sunnetin vahiyliği ve hak oluşunun doğruluğu noktasında en ufak bir tereddut yoktur, tereddut nakildedir ama buna da tereddut demiyoruz zann-ı galip diyoruz. Yani sunnetin sabit olması ile ilgili mertebe, tevaturden daha alt bir mertebedir.
Bu manada, bu cerceve icerisinde sunnetin, bir vahiy olarak kabul edilmesi kanaati bende ağır basıyor ve acizane bu kanaatteyim, boylesi beni daha cok mutmain kılıyo, peygambere aklıyla ictihad etti, bunu yaptı dersek, o zaman deriz ki: Arkadaş benim de aklım var. Peygamber bunu gelenekten aldı dersek, başka gelenekler de var. Bu sefer gelenekler catışır, bu sefer akıllar catışır. Ama en azından bunları da onleyecek, Cenab-ı Allah’ın peygamber hayatında bu işi onaylaması var, onayladıktan sonra gerisi cok onemli değildir.
- Hocam vahy-i gayr-ı metluv’un varlığını kabul eden alimler kimlerdir ve hangi eserleri vardır. Bunları soyleyebilir miyiz?
-Aslında vahy-i metluv’u kabul etmeyen alimleri saymak daha kolaydır.
- Onlar daha azınlıkta mı kalır?
-Tabi kabul etmeyen daha doğrusu kabul etmeyene alim denilir mi, denilmez mi evvela onu tartışmak gerekir. Yani kabul etmeyen nasıl alim olacak? Neyle alim olacak, soyler misiniz? Muhaddislerin geleneğinde “ilim”, hadis demektir, hadis ilmini bilmek demektir. Ehlu’l-ilm denildiği zaman hadis ilmiyle uğraşanlar anlaşılırdı. İslamın ilk uc asrında Âlim denildiği zaman muhaddis anlaşılırdı. Sonradan kelÂm Âlimi, , fıkıh alimi denilmeye başlandı. Benzetmek gibi olmasın, nasıl ki batıda butun ilimler felsefe kaynağından dallanıp budaklandıysa İslami ilimler de aslında hadis ilminden dallanıp budaklanmıştır. Fıkıh da hadisten neşet etmiştir, tefsir de yerine gore sunnetten neşet etmiştir, kelam da oradan. Butun ilim disiplinlerinin esası sunnettir, hadistir.
Dolayısıyla gayri metluv ve vahy-i metluv ayırımını kabul etmeyenler, sonradan turemiştir ve bu iş Mutezile ile başlamıştır. Mutezile’de vahyi değil aklı onceleyen -ki Mutezile de cok geniş bir yelpazedir, sahih sunneti bir dereceye kadar kabul edenleri var, mutevatir sunneti bile tamamıyla devre dışı bırakanları bile var. Yani Mutezile de geniş bir yelpazedir. O ayrı bir konudur, ona girersek konu cok daha dallanır budaklanır- bir mezheptir. Netice olarak, alim denilebilecek turden olan insanlar vahyin metluv olanını da, olmayanını da kabul ediyorlar.
- Hocam, Hazreti Peygamberin teşrî’ yetkisinin olması, Kur’Ân’la celişmiyor mu?
-Olmaması Kur’Ân’la celişir. Cunku Kur’Ân Peygamber aleyhissalatu vesselamın buna ister teşrî’ yetkisi diyelim, ister tahkim yetkisi diyelim, ister başka bir yetki diyelim- Kur’Ân’da olan hukumleri -az once ilk sorunuzda acıkladığım şekilde- ya sunneti ile aynen acıklaması şeklinde bir yetkisi vardır, ya bunlara acıklık getirmek veya Kur’Ân’da bulunmayan bir hukmu koymak şeklinde bir yetkisi vardır. Kur’Ân’da bulunmayan hukumler koymasına az once ornekler verdik, ve az once zikrettiğimiz kusûf namazı bunlardan birisidir.
- Kur’Ân’da peygamberin bu yetkiye sahip olduğunu ortaya koyan deliller var mıdır?
-Tabii, bu yetkiyi Kur’Ân Âyetleriyle yuce Allah ona vermiş bulunmaktadır. Bu konuda Âyet-i kerimeler sayılamayacak kadar coktur. Bunlardan birisi –meselÂ- cizye Âyetidir. Cizye Âyetinde “Allah’ın ve Rasulunun haram kıldığını haram bilmeyenlerden, kabul etmeyenlerden” bahsedilir. Tevbe suresinde yer alan bu 29. Âyette, Allah’ın haram kıldıklarının yanında Rasulun de haram kıldığı şeylerin varlığı sozkonusu ediliyor ve ikisinin de haram kıldığını haram olarak kabul etmeyenler, kÂfir kitap ehlinden olurlarsa, onlardan cizye alınacağını soyluyor, kitap ehli olmazlarsa o da ilim adamları arasında farklı tartışma konusudur, orası zaten şu an icin bizim konumuz değildir.
Yani burada goruluyor ki, Cenab-ı Allah kendisinin de haram kıldığını, Rasulunun de haram kıldığını aynı bağlamda ve aynı bağlacla birini diğerine bağlayarak “ve” edatıyla bağlayarak zikretmektedir.
Yine Ahzab suresindeki o meşhur Âyet-i kerime... “Allah ve Rasulu bir işe hukum verdiği zaman erkek, kadın hic bir muminin, işlerinde istediklerini yapabilmek secenekleri yoktur” diyor. Boyle bir muhayyerlik sozkonusu değildir. “Onlar arasında ister hukmet, ister hukmetme farketmez”, “onlar senin hukmune başvurmadıkca, senin hakemliğini kabul etmedikce” Âyette boyle soyluyor, “ Rasule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” gibi..
Yani Kur’Ân-ı Kerim bu acıdan okunursa sayamayacağımız kadar pek cok Âyet-i kerime ile karşılaşırız.
- Hocam, Kur’Ân’ın Hz. Peygamberi ummilikle vasıflandırması ne demektir?
-Peygamber aleyhissalatu vesselamın ummiliğini eğer kitaptan haberdar olmamak manasına alırsak, Kur’Ân-ı Kerim, Peygamber aleyhissalatu vesselama hitaben diyor ki: “Sen bundan once kitabın ne olduğunu bilmiyordun, imanın da ne olduğunu bilmiyordun.”
Diğer taraftan da ehl-i kitabın, kitabı bilmeyen yani Tevrat’ı ve İncil’i bilmeyenlerini nitelendirirken: “Ve minhum ummiyyûne l ya’lemune’l-kitabe ill emÂniyye” diyor. “Onlardan ummi kimseler vardır, kitap hakkında bir takım kuruntuların dışında da bir bilgileri yoktur.” demek oluyor.
Bu iki Âyet-i kerimeyi nazar-ı itibara alırsak, Peygamber aleyhissalatu vesselam Kur’Ân kendisine nazil olmadan once Kur’Ân’dan habersiz olması manasıyla, imandan habersiz olması manasıyla ummiydi. Ama vahyin gelmesiyle ummilikten cıkmıştır.
Eğer ummîliği okuma yazma bilmemek manasına alırsak -ki ummiliğin manalarından birisi budur- Kur’Ân-ı Kerim’in bunu da dile getirdiğini goruyoruz. Yuce mevlÂ, rasûlune hituben: “Sen bundan once bir kitap okumaz ve onu sağ elinle yazmazdın. O takdirde batılcılar şupheye duşerlerdi” diyor. Yani peygamberin ummiliği onun icin -haşa- bir kucukluk değil, bir mucizedir.
Ummi olan bir şahsiyet yirmi uc yıl boyunca beşeriyet icin boyle mustesn bir hidÂyet kitabını getiriyor ve bu kitap bu kadar hacimle, en ufak bir celişki ihtiva etmediği gibi, beşeriyete şu ana kadar meydan okumasına rağmen benzerini meydana getiremedikleri, mustesnÂ, mucize bir kitap olarak karşımıza cıkıyor. Okuması yazması olmayan bir peygamberin yirmi uc yıl zarfında her bakımdan boyle mukemmel bir nizam ihtiva eden ve boyle harika bir kitabı ortaya koyması, onu başlı başına ve daha buyuk bir mucize haline getirir. Yani bazıları komplekse kapılırlar ve peygamberimiz okuma yazma bilmiyor mu diyeceğiz? derler. Okuma yazma bilenlerin de ortaya koydukları ortada, ne ortaya koyuyorlar bu okuma yazma bilenler? Ortaya koydukları ne?
- Zarardan başka hicbir şey.
-O halde, okuma yazma bilmekle iş olmuyor. Âişe (r.anhÂ) validemiz de okuma yazma bilmiyordu meselÂ. Fakat bir rivÂyete gore ezbere yuz bin beyit biliyordu. Hangi okuma yazma bilen, edebiyatcıları bırakalım, edebiyat profesorlerine bakalım, yuz binden vazgectik, hangisi on bin beyit ezbere biliyor?
O ummi annemiz (r.anha) oyle harika bir edebi usluba sahipti ki ben bu vesileyle edebiyatla ilgileneceklere seslenmek istiyorum, esel onun anlattığı kendisine iftira edilen ifk hadisesini anlatan hadisini okuyalım, ozellikle de Arapca bilenler arapcasından okusunlar, gorsunler orada edebiyat nasıldır? Ben iyi, kotu edebi eser de okudum epeyce, en cok zevk aldığım yazarlar arasında Dostoveski vardır. Dostoveski’nin Suc ve Ceza’daki o ruhi, psikolojik tahlilleri Hz. Âişe’nin kendi halini anlatması karşısında inanın solda sıfır kalır.
- O halde konuya nasıl acıklık getirelim?
-Ummilik okuma yazma bilmemek değildir, kendisini ifade edememektir. Kendisini acıklayamamaktır, insanlara ışık tutamamaktır. Okuma yazma bildin, insanlığı karanlığa surukledin. Sen de olma, okuma yazman da olmasın, sana da ihtiyacımız yok, okuma yazmana da ihtiyacımız yok. Nice okumuş tahsilli insanların işledikleri cinÂyetler, okuma yazma bilmeyen, kopru altında yetişenlerin cinÂyetleri yanında solda sıfır kalır. Turkiye’de bunun bir yığın orneğini her gun yaşıyorsunuz. Bilmem şusundan busuna kadar universite bitirmiş insanlar, profesorler var aralarında. Van’da bu hadiseyi biliyorsunuz, birebir yaşadınız. Buyrun okumuş. Batsın boyle okuma, yerin dibine gecsin boyle okuma. Bunlar okumuş, keşke okumasalardı da bu hale gelmeselerdi. Keşke cahil kalsalardı da bu soygunları, bu uc kağıtcılıkları, bu hainlikleri, bu gaddarlıkları, bu zulumleri yapmasalardı.
Amerika bugun okumanın, tahsilin, universitelerin zirvesinde… On binlerce universite var Amerika’da, gunde on binlerce araştırma, gunde on binlerce fuhuş oluyor Amerika’da. Ne yapayım ben bu okumayı? Aynı bilgi cağında olmakla oğunen Amerika, cahiliye doneminin gaddarlıklarından daha buyuk gaddarlıklar yapıyor. Demek ki ummilik oyle utanılacak bir şey de değildir, ovunulecek bir şey de değildir.
Utanılacak şey eserdir, eserden dolayı utanılır, sonuctan dolayı utanılır, yapılan işlerden dolayı utanılır. Aynı şekilde eserle ovunulur, eserden dolayı iftihar edilir. Ziya Paşa’nın dediği gibi: “Şahsın gorunur rutbe-i aklı eserinde.” Aklî seviyeniz, mertebeniz nedir? Ortaya koyduğunuz eser bunu ifade eder. Mesele budur.
- Hocam, yine Sunnet ile ilgili bir mesele olmakla birlikte, nisbeten farklı bir konuyu ele alalım: Namazın rukunleri ve kılınış şekli cahiliyeden mi alınmıştır?
-Benim bildiğim kadarıyla, cahiliyeden alındığını soyleyebilme imkanını veren bir delil bulunmamaktadır. Fakat alınmış dahi olsa, -az once soylediğim gibi- bu bir defa Kur’Ân’ın onayından, Allah’ın onayından gecmiş bir namazdır. Velid b. Muğire’nin yaşlılıktan dolayı secde edememe hadisesi anlatılırken -ki bu da sağlam bir rivÂyet değildir ayrıca, onu da belirtelim- herkes secde ettiği vakit yerden toprak alıp, alnına goturerek secde ettiği soylenir bu bir. İki, Kur’Ân-ı Kerim’de rukû’ lafzı var, sucud lafzı var, kıyam lafzı var. Namazda da bu uc temel hareket var. En azından Araplar kıyamı, sucudu ve rukû’u biliyorlardı, diyebiliriz. Cunku Arapca kelimeler bunlar.
Fakat bizim şu anda kıldığımız şekilde muretteb bir namaz yani boyle sıralı ve tertipli bir namaz kıldıklarına dair en ufak bir rivÂyet yoktur. Ne onların, ne kitap ehlinin. Cunku ne Hıristiyanlar, ne Yahudiler, ne muşrikler İbrahim aleyhisselamın geleneği dolayısıyla bunu belki –bir zamanlar- biliyor olabilirlerdi. Ama bunların bu şekilde kıyamlı, kıraatli, rukû’lu, sucudlu, tahiyyatlı bir namaz kıldıklarına ve butun namazlarının boyle olduğuna dair bir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz şu: Araplar secde ederlerdi, putların onunde, sadece secde ettiklerini biliyoruz. Yahudiler rukû’a varmadan secdeye varırlardı. Bu da bazı rivÂyetlerde naklediliyor. Ama bu şekilde butunuyle başından sonuna kadar boyle bir namaz bilmiyoruz.
Hadis kitaplarının bize naklettiğine gore bu şekilde namaz kılmayı, yine vahiy yoluyla Cebrail aleyhisselam vahyin ilk nazil olduğu donemlerde iki gun arka arkaya gelerek, Peygamber aleyhissalatu vesselama namazın ilk vaktinde bir gunu, diğerini namazın son vaktinde olmak uzere iki gun geliyor; hem abdesti oğretiyor, hem namaz kılmayı, Peygamber aleyhissalatu vesselama imamlık yaparak kıldırıyor, oğretiyor. Peygamber aleyhissalatu vesselama: İşte bu iki vakit, dun ve bugun her bir namaz vaktinin ilk ve son vaktidir. Bu iki vakit arasındaki bir zamanda bu namazları kılmalısın diyor. Namaz vakitleri de buradan geliyor.
Bir de şunu soyleyelim: Cenab-ı Allah’ın Mekke’li muşriklerin namazından, “onların namazlarının ancak ıslık calmak ve el cırpmaktan ibarettir” diye soz ediyor. “Beyt’in yanında onların namazlarının -isterseniz buna duaları da diyebilirsiniz- Beyt’in etrafında el cırpmak ve ıslık calmaktan ibaret olduğunu” soyluyor.
- Hocam, namaz vakitleri buradan geliyor, dediniz de bir de İsr ve Mi’rÂc hadisesi var. Orda meşhur bir hadis de var. Allah Rasulu gitti, ilkin elli rekat olarak namaz belirtildi, geldi ve yine geri gitti aynı şeyler oldu... Burada da farklı farklı yorumlar var. Bu konuda ne dersiniz hocam?
-Eğer kastettiğiniz şu ise -veya ben boyle soru sormanızı beklerdim-: Peki bu ne zaman oldu, gibi. İlk donemde biz, namazın iki vakit olduğunu biliyoruz, iki vakit ve ikişer rekat. Hatta bu konuda Hz. Aişe’nin cok acık hadisleri var, rivÂyet ettiği hadisler var. Muhtemelen bu beş vakitin nasıl kılınacağını Cebrail’in oğretmesi, beş vaktin farziyetinden hemen sonra olmuştur. Beş vakit de bildiğimiz uzere Mirac hadisesinde, Cenab-ı Allah tarafından emredilmiştir.
Şimdi burada eğer sorulmak istenen, Peygamber nicin bu kadar cok inip cıktı, bu yakışır mı? Dolayısıyla Mirac ile ilgili bu hadise ve dolayısıyla Mirac hadisesine golge duşurulmuş olmaz mı?
Eğer sormak istediğiniz bu ise ben hadiseyi şoyle anlıyorum: Bir benzetme yapalım. Biriniz gelir, birisine cok değerli bir şeyi ikram eder, bir defa ikram eder. Aynı ikramı o ikram ettiği şahsa defalarca tekrarlamak ister ve bunun icin sebepler bulur, bahaneler bulur. Nicin? Cunku o zata, o şahsa o kadar cok ikram etmek istiyor ki bahane olsun, ona ikram edeyim ve onun benim nezdimdeki değerini veya benim bu ikramımdan alacağı zevki, lezzeti daha cok tatmasını sağlayayım diye duşunmektedir, ikram eden zat. Bu, ikram eden kişinin, ikram ettiği o şahsa oldukca değer verdiğini, onun duygularını cok onemsediğini, onun duygularını bile cok değerli kabul ettiğini gosteriyor.
Ben bundaki yani Mi’rac hadisesinde namazın Musa aleyhisselam ile onun irşadı ile gidip gelmesinin hikmetleri arasında bir tanesi olarak bunu goruyorum.
İkincisi Musa aleyhisselam orada, -ifade yerindeyse- bir takım tecrubelerini Peygamber aleyhissalatu vesselama aktarıyor. İki kardeş peygamberin ummetlerine olan şefkatleri dolayısıyla, ummetlerinden edindikleri tecrubeleri birbirlerine aktarmaları da peygamberlerin birbirleri karşısında ne kadar guzel bir tutum icerisinde olduklarını gosteriyor.
Musa aleyhisselam kıskanclık ederek, -meselÂ- bilgisini kendisine saklamıyor. Senin ummetin zayıftır diyor, bu yuku kaldıramaz diyor. Bu, şahsen bana Musa aleyhisselamı daha cok sevmemiz icin bir sebep olarak gorunuyor. Bu yuce peygamber bu ummetin zayıf halini duşunerek, onların ağır bir yuk altında bulunmamalarını, yuk altına girmemelerini soyluyor ve nihÂyetinde beş vakit namazın bile bu ummete ağır gelebileceğini soyluyor. Git, Rabbinden bir daha iste, diyor. Ancak Peygamber aleyhissalatu vesselam, o kadar mustesn bir makam olan Rabbin huzuruna cıkmak bile olsa, bir talepte bulunmaktan -ummetin yukunun hafifletilmesi adına dahi olsa- haya ettiğini soyluyor. Bu da Peygamber aleyhisselatu vesselamın Rabbine karşı -ve aynı zamanda insanlara karşı- oldukca hayalı ve edepli olduğunun ayrı bir gostergesidir.
Bu manada aslında Mi’rac hadisi etraflı bir şekilde ve anlamak icin, -reddetmek icin değil, bu onemlidir bana gore- okunduğu vakit, cok mustesn bir hal ile karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılmış olur. Biz beş vakit namaz kılıyoruz. Namaz muminin mi’racıdır. Mi’rac bir manada yukselmek demektir. Cıkılan merdiven manasına da gelir, mastar olarak yukselmek manasına da gelir. Muminin de gunde beş vakit -Peygamber efendimizin o esnada defalarca cıktığı gibi- Rabbinin huzuruna cıkmasıdır, yukselmesidir. Saymadım hadiste kac defa gidip gelmesinin soz konusu edildiğini, bilmiyorum beş defa mıdır? Belki de beştir. Keşke saymış olsaydık, daha guzel olurdu. Acaba beş defa mıdır, sayalım, munasip bir zamanımızda[2].
Peygamber efendimizin defalarca Rabbinin huzuruna cıktığı gibi biz de Rabbimizin huzuruna defalarca cıkıyoruz. Cunku ihtiyaclarımız coktur ve o hali yaşamaya da cok ihtiyacımız vardır. Her bir Mi’rac bir namaz; yani her bir Mi’rac bizi yeniden yıkar, yeniden tazeler, yeniden dincleştirir ve yeniden İslama ve İslami bir hale dondurur.
Peygamber aleyhisselatu vesselam nasıl Musa aleyhisselam ile Rabbi arasında bu şekilde defalarca yukselmişse, biz de kıldığımız her bir namazda bu şekilde defalarca yuce Rabbimize yukselelim. Bu bir yukseliştir, bu yukselişin gunde defalarca tekrarlanması gerektiğine de muhtemelen bir işarettir diyorum, daha başaka hikmetler duşunmek de mumkundur. Yani bunun hikmetlerini kavramak, hikmetleri uzerinde olabildiği kadar duşunmek yolu daha zor bir yoldur. Fakat bizim icin daha iyi bir yoldur, dinimizi daha yakından kavramak ve anlamak acısından daha huzurlu bir yoldur, diye duşunuyorum.
- Hocam burada aslolan Mi’rac ruhunu yaşayabilmektir değil mi?
- Elbette.
- Nesh olayı Kur’Ân’da var mıdır?
-Nesh olayı Kur’Ân’da var mıdır, yok mudur? Buna nesih denir mi, denmez mi? Bence bunlar teknik ayrıntıdır, fakat Kur’Ân’da bazı şeyler vardır ki biz bunları biliyoruz: MeselÂ, “lekum dinikum ve liye din” Âyeti de vardır, yani “sizin dininiz size benim dinimiz bana” buyruğu da vardır; “o kÂfirlerle din Allah’ın oluncaya kadar savaşınız” buyruğu da vardır. Her ikisini de aynı kitapta buyuran aynı Allah’tır. Ya diyeceğiz ki bir sure muslumanlar konumlarına hangi Âyet konumlarına elverişliyse onunla amel edeceklerdir, yahutta diyeceğiz ki, nihai olarak ya şununla veya bununla amel edilecektir. Birinden birisini nihai olarak kabul ettiğimiz takdirde buna ister nesh diyelim, ister demeyelim nihai hukum budur, demiş olacağız.
Yine Kur’Ân-ı Kerim’de “takv sahiplerinin anne babaya ve yakın akrabaya vasiyette bulunmaları uzerlerinnde bir haktır” diyor. Onların uzerine bir haktır, bir vecibedir, bir gorevdir vasiyette bulunmak. Miras Âyetleri indikten sonra biliyoruz ki vasiyet kalmadı. Buna nesh mi diyelim, demeyelim mi? Bence istediğimiz ismi verelim veya hic isim vermeyelim. Onemli olan, bu Âyet te var Kur’Ân-ı Kerim’de, bu Âyet te var Kur’Ân-ı Kerim’de; bunu kabul edebilmektir.
Kur’Ân-ı Kerim’de fuhşiyatı işleyen erkek ve kadınlar icin onlara eziyet edin, evlerine onları hapsedin Âyeti de vardır. Zina eden erkeğe ve kadına yuz sopa vurun Âyeti de vardır. Hangisine gore amel edilmesi gerekir, İslam devleti ve İslÂmi yargı varsa?
- Yuz sopa.
- Elbette ki; cunku nihai hukum budur. Cihad ile alakalı olarak; İslam devleti varsa ve cihad edebilecekse hangi Âyetleri uygulayacağız? Herhalde “lekum dinikum vel iye din” Âyetini uygulamayacağız. Dolayısıyla bizim neyi ne zaman uygulayacağımızı bilmemiz onemlidir. Şartlar, zaman ve fıkıh acısından yani Âyetleri, hadisleri fıkhetmesi acısından, uygulanması gereken hukmu bilmemiz onemlidir. Bazı hallerde biriyle amel ederken, oburuyle amel etme imkanımız olmuyor. Biz bunu bilelim, yeter.
- Peki hocam, Âyet-i kerime vardır. “Biz daha iyisini ya da onun mislini getirmedikce bir Âyeti neshetmeyiz, onu kaldırmayız” şeklinde?
-İşte ben bunun uzerinde nicin durmuyorum? Şunun icin durmuyorum: Derseniz ki boyledir. Bu sefer eskiyi kabul etmek eğiliminde olmayanlar derler ki: Efendim işte oradaki maksat onceki kitaplardır. Onceki kitaplar kast edilmiştir. Yani o da ayrı bir problem. Onları ben kulfetten kurtarıyorum aslında. Yani onu oyle veya boyle adlandırmak uzerinde durmuyorum. Burada onemli olan tartışma değil, onemli olan Allah’ın ahkÂmının hayata gecirilmesidir. Nesh var veya yok, bunu bir kenara bırakalım. Şu anda hayat neshediyor Kur’Ân’ın tamamını. Şu anda icinde bulunduğumuz hayat Kur’Ân’ı neshetmiştir, arkadaş.
Demirel bunu cumhurbaşkanıyken acık acık soyledi. Kur’Ân-ı Kerim’in şu kadar Âyeti yururlukteki kanunlarımıza aykırıdır, dedi. Yani aykırı olduğu icin biz onları yururlukten kaldırdık, diyor. Medeni kanunun kabulu esnasında Mahmut Esat Bozkurt’un, medeni kanunun kabulu icin ileri surduğu layihada da benzeri fikirler sonuna kadar mudafaa edildi mecliste. Yani biz bırakalım Kur’Ân’ı, kendi bunyesinde nesh olup olmadığını tartışmayı. Gunumuz dunyasının ve vakıasının Kur’Ân’ı neshetmesi karşısında ne yapmamız gerektiği uzerinde duşunelim. Bence bizi ilgilendirmesi gereken mesele budur.
- Hocam Rahip Bahira olayı gercek midir?
- Rahip Bahira olayı gercek bile olsa ondan varılmak istenen, oryantalistlerin, musteşriklerin varmak istedikleri sonuclar gercek değildir, gercekle bağdaşmaz. Bir defa zayıf bir rivÂyettir. Sonucuna gelince, onlar şoyle sonuclar cıkartıyorlar: Muhammed Kur’Ân’ı, dini Rahip Bahira’dan oğrendi.
Guzel, oğrendi. Nicin gelir gelmez anlatmadı da kırk yaşına kadar bunları hatırlamadı da, kırk yaşında birden bunları hatırladı ve soylemeye başladı. Bunun izahı nedir?
O halde Rahip Bahira olayından ziyade bu olaydan cıkarılmak istenen sonuclar onemlidir. O sonucların ilmi bir tarafı yoktur. Yani Rahip Bahira olayı dediğim gibi bir defa zayıf bir rivÂyettir. Doğru kabul etsek bile cıkarılmak istenen sonucları doğrulayacak ne var? Yedi yaşında bir cocuk bir rahiple bir saat, iki saat hadi beş saat goruşmuş olsun. O yedi yaşındaki cocuk Kur’Ân-ı Kerim’in yirmi uc yıl boyunca arka arkaya gelecek olan vahyi nasıl bir cırpıda oğrenivermiş ve kırk yaşına geldikten sonra hatırlayıp dile getirmiş olsun ve nicin kırk yaşına kadar sakladı ki? Hem nicin Rahip Bahira bunları kendisi acıklamadı da Muhammed aleyhissalatu vesselama oğretti?
Yani ne tarafından bakılırsa iddialar sacma, tutar bir taraflarıı yok.
- Peygamber efendimizin mucizeleri hakkındaki goruşleriniz? Mesel ayın yarılması gibi.
- Âmenn ve saddaknÂ. Sahih rivÂyetle gelen şekliyle Peygamber mucize gostermeyecek de, şaklabanlar mı olağaustulukler gosterecek?
- Peki hocam, goğsunun yarılması olayı? Ki Âyet de var bu konuda. “Biz senin goğsunu acmadık mı?” diye. Yani ordaki de manevi bir boyut aslında, aslında manevi bir boyuttur anladığımız kadarıyla; ama bir de hadiste goğsunun yarıldığını, temizlendiğini anlatan rivayetler varmış?
- Bir defa Peygamber efendimizin goğsunun fiilen yarıldığına inanmak itikadi bir mesele değildir ama ben yontem olarak sahih kabul ettiğim hadislerde anlatılan her şeyi kabul ederim. Hadis sahih olduktan sonra benim icin o bağlayıcıdır.
- Bu konuda hocam sahihlik boyutuna da biraz değinsek.
-Hayır, hayır. Sahihtirler, rivÂyetler sahihtirler. Buhari’de de, Muslim’de de yer alıyor bu rivÂyetler. İslam alimleri -vakıada boyle olmamakla birlikte- Buhari ve Muslim tarafından ittifakla rivÂyet edilmiş olan hadisleri mutevatir gibi değerlendirirler. Cunku olculeri, kıstasları o kadar titiz ki, ikisinden de gecmiş olan bir hadis, titizliklerinden gecmiş olan bir hadis, demek ki cok sağlam, guvenilir bir hadistir. Bu boyle; yani benim bildiğim kadarıyla, ben şu anda bildiğimi soyluyorum, bunlar sağlam hadislerdir ve ben inandığım gibisini tavsiye ederim, en sağlıklı olan yolun da bu olduğuna inanıyorum.
Biraz ben insanlarımıza, Musluman kardeşlerime şunu tavsiye ediyorum: Musluman olarak bizi İslamı yaşamak noktasında, İslÂmı bu hayatın dışına itilmişlikten kurtarmak noktasında hayatın icine daha cok cekmek, İslamı daha cok geniş bir alanda hakim kılmak, İslamın hayatımızda işgal ettiği alanı ilerletmek noktasında payı olacak konular uzerinde duşunme taraftarıyım. Bunlar uzerinde duşunelim, bunlar icin cozumler uretelim ve bunları pratik olarak hayatımıza gecirelim. Az once dediğim gibi bu hayat Kur’Ân’ın tamamını neshetmiş. Bunun ızdırabını duyalım, bunun sıkıntısını duyalım, bunun cilesini yaşayalım ve bu cileyle, bu sıkıntıyla, bu ızdırapla, ilimle, tefekkurle, cehdle, gayretle bu hayatı Kur’Ân ile neshedelim. Bu sistemleri Kur’Ân ile neshedelim. Bize duşen budur. Yoksa tartışmaların sonu gelmez.
- Hocam son bir soru vardı. Kudsi hadis konusundaki goruşleriniz?
- Kudsi hadis ile ilgili goruşlerim olumludur.
- Hocam şunu sormak istiyorum, ozellikle gunumuzde bazı fırkaların işte topluma bakış acıları, bazı yaftalamalarda bulunmaları, işte muşrikti vs. gibi şeyleri sozkonusudur. Bu durumda yani topluma bu bakış acısıyla bakmak doğru mudur? Yani namaz kılan bir insana, Allah’a, Peygambere inanan, Kur’Ân’a inanan, dirileceğine, hesabın cezanın olacağına inanan bir topluma doğrudan doğruya kalkıp da muşriksiniz yaftasında bulunmak doğru mudur?
- Bu yaftalamanın İslam fıkhı acısından hukmune gecmeden once, bilmeliyiz ki bu, vakıaya ve insanların sosyolojik ve psikolojik hayatlarına aykırıdır. Siz diyorsunuz ki, omrunde ateş gormemiş, ateşin ne olduğuna dair en ufak bir bilgisi olmayan bir insanı, yangının ortasında bırakalım ve bu adam kendisini yangından korusun. Boyle bir şey psikolojik olarak ve sosyolojik olarak mumkun değildir. Vakıaya terstir. Eğer insanın ateş hakkında bir fikri yoksa, bir bilgisi yoksa, bir tecrubesi yoksa, bu insan yangının ortasında ateşe karşı kendisini nasıl koruyacak?
Gunumuzde insanlar da boyle bir yangının ortasına atılmış. İslami olmayan bir hayatın, İslamın hakim olmadığı bir hayatın, İslamın konuşulmadığı, İslamın tartışılmadığı, İslamın gundem oluşturmadığı, İslam ile bilgilerin yarım yamalak ve yalan yanlış olduğu bir ortamda, biz bu insanları kalkıyoruz İslam cemiyetinde yetişmiş, İslami tahsil gormuş, İslamın temel ilkelerini oğrenmiş, eskilerin zarurat-ı diniyye dedikleri İslamın kesin hukumlerini bilip oğrenmiş kimseler gibi değerlendiririyorz.
Bu haksızlık olmaz mı? Bu İslamın o engin adaletine uygun bir değerlendirme olur mu dersiniz? Bu acaba bizim onlara karşı olan, onları eğitmek, oğretmek, bitip tukenmek bilmeyen bir cehd ve gayret ile İslamı onlara ulaştırmak ve tebliğ etmek gayretimizi de dumura uğratmaz mı? Yani asıl yerine getirmemiz gereken vazifemizi hatırımızdan ve hafızamızdan silmez mi? Bunun zararı bu durumda onlardan once bize olur. Cunku yapmamız gereken işleri o zaman hatırımıza getirme imkanı kaybolur. Yapmamız gereken doğrulukları, istikametleri izlemek imkanını kaybederiz, ortadan kaldırırız.
Dolayısıyla bizim insanlara karşı durumumuz ve tutumumuz, onlara sen kÂfirsin, sen şusun, sen busun demek yerine, din budur, iman budur, kufur budur diye oğretmenin yollarını arayalım. Bu kendilerine tebliğ ulaştıktan sonra, bize tebliğ ulaşmadı denilemeyecek şekilde mazeretleri kalmadıktan sonra, insanlar hakkında soylenebilecek, yapılabilecek bir değerlendirmedir. Bunu da şu anda bizim yapmak gibi bir mukellefiyetimizin olduğuna inanmıyorum, ama birisi cıkar, acıktan acığa, Allah’ın ahkÂmını, dinini inkÂr eder, sover sayar bu ayrıdır, ama halk insanına baktığın zaman, sorduğun zaman, elhamdulillah muslumanım der.
Benim -coğumuzun olduğu gibi, Allah rahmet eylesin- dinine bağlı fakat dinin ayrıntılarını bilmeyen bir annem vardı. Bilmesi de mumkun değildi, beklenemezdi zaten. Bir gun İstanbul’a beni okula gitmek uzere tatil donuşu yolcularken bana, klasik olarak yaptıkları veya yapılması adet olan bir duayı yaptı. Okudu: Seni l ilÂhe illallah ile silahlandırdım. Bu hoş, guzel boyle devam etti. Bir de: “İşte Ali sağında, Omer solunda..” Bu ne dedim. Gayri ihtiyari parladım. Bir şey mi soyledim oğlum, dedi. Yani imam hatip okuduk, yuksek İslam enstitusune gidiyoruz, bizim iyi kotu dini bildiğimize inanıyor artık, ben yanlış bir şey mi soyledim, dedi.
Dedim ki: Ali’nin de, Omer’in de sağımda olmasının dine uygun bir tarafı yoktur. İmkÂnı da yoktur. Bu soylenmez dedim. Ya oyle mi dedi, hemen tovbe istiğfar etti, hemen. Ben de boyle parlamama ayrıca uzuldum. Halen hatırıma getirdiğim zaman, nicin ben boyle parladım diye muteessir oluyorum ama soylediğim doğruydu. Kadıncağız da hemen bundan vazgecti, tovbe istiğfar etti, bir daha da boyle bir şey soylemedi.
İnsanımız bu, bunlara oğretmek varken... bu teslimiyetleriyle bunlar bizim icin bulunmaz imkÂnlardır. Bu insanda hazır teslimiyet vardır. Namaza geliyor, bilmem ne ediyor yahut İslam icin şunu yapacağız dediğiniz zaman cıkartıp parasını verebiliyor, fedakÂrlıklarını yapıyor. Bu insanı bir de tekfir et, dışarıya at. Hayır, sadece somur, ona da hayır, caiz değildir. Bazıları da boyle yapıyorlar, parasını alır ama on sene once neredeyse, on sene sonra yine de ordadır. Din adına hicbir şey oğrenmemiştir, ama sadece sen hizmetine devam et, derler. Bu da caiz değildir.
Bizim insanların cebiyle alakamız yoktur. Bize lazım olan insanlara ileteceklerimizin ahirette yarın bizim icin derecemizin, mertebemizin yukselmesine katkısı olmasıdır. Bizim hırsımız bunadır. Başka bir meselemiz olmamalı, başka bir alışverişimiz olmamalı. KÂrımıza bakalım yani Âhirette bizim icin ne kÂr olacak? Bu adamı tekfir etmek kÂrlı ise tekfir edeceğiz, olmayacaksa o zaman tenvir edeceğiz, eğiteceğiz, oğreteceğiz ve bırakalım bir hizmet gorduğu zaman kendiliğinden kendisi bir şeyler cıkartıp versin. İslamın tabiatına uygun olan budur.
Elinizden geldiği kadar İslam adına bir şey yaptığınız zaman kimsenin cebine gozunuzu dikmeyin, istemeyin. Bırakın, onlar sizin hizmetinizi gorsunler, bu hizmetin paraya ihtiyacı vardır, bunu veriyorum, desinler, kendiliklerinden. Bir takım tezgahlarla, numayişlerle, bilmem nelerle insanlardan para toplamak İslama, İslam’ın ruhuna aykırıdır. Peygamber aleyhisselatu vesselamın yapmadığı bir şeydir. Peygamber aleyhisselatu vesselamın yaptığı şundan ibarettir: Şoyle şoyle bir iş yapacağız ey muslumanlar, herkes yapabileceğini yapsın...
Ama bundan once zeminini hazırladı. “Allah yolunda mallarını infak edenlerin misali yere bir tohum sacıp, her bir başağında yuz tane bulunan bir başak bitirmiş gibidir” esasına gore eğitti. Eğer bunlarla biz insanları harekete geciremiyorsak başka şeylere de luzum yok. Demek ki suc bizim kalbimizden cıkanda; yani sozlerimiz kalbimizden cıkmıyor, karşımızdakinin kalbine ulaşmıyor, kendimizde arayalım eksiği.
Obur turlu, muslumanların kendi aralarındaki ilişkilerin ticari ilişkileri en guzelinden olsun; fakat dava adına, din adına bunun adı altında ticaretleşmeye, şirketleşmeye, muesseseleşmeye gitmenin cok isabetli olduğu kanaatinde değilim. Bu bana gore isabetli değil. Bu sefer muesseseler davanın onune gecmeye başlar ve davayı muesseselere feda edersiniz. Boyle bir yanlış tutuma girmekten de Musluman olarak ben kendim adına Allah’a sığınırım.
kaynak
__________________
Bir Muslumanın Aklına Takılan Soruların Bazıların Cevapları İslam tim
Dini Sohbetler0 Mesaj
●50 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Sohbetler
- Bir Muslumanın Aklına Takılan Soruların Bazıların Cevapları İslam tim
-
12-09-2019, 07:41:52