Bu konuyu Genel bolume, bu sorunun cevabını merak edenlerin fakat araştırmayıp ve İslam ve İnsan bolumune bakmayanlara belki yararı dokunur diye attım. Eğer gerekcemi yeterli bulmuyorsanız uygun yere taşıyabilirsiniz.
Bu soru da cok sorulan sorulardan biridir.
Ben bu soruyu, Resûl-i Ekrem’in (sav) Peygamberliğinin bir alÂmeti olarak goruyor ve verdiği gaybî ihbÂrın tahakkuku karşısında boynumu bukup “Eşhedu enne Muhammede’r-Resûlullah.” diyerek şehÂdet ediyorum. Evet, Resûl-i Ekrem (sav) Allah’ın şerefli elcisidir. KıyÂmete kadar olup bitecek her şeyi, bir televizyon ekranından goruyor gibi seyretmiş ve soylediği her şeyi dosdoğru soylemiştir. Daha sonra meydana gelecek hÂdiseler hakkında verdiği hukumler, soylediği şeyler o kadar isabetlidir ki; yeri geldiği zaman hepsi de aynı aynına doğru cıkmıştır. İşte, bu da onlardan bir tanesidir. Buyurur ki: (Sahabenin aklından boyle bir şey gecmez) “Bir gun gelecek ayağını ayağının ustune atarak -gurur, kibir, enÂniyet icinde ve her meseleyi halletmiş gibi- bunu Allah yarattı, şunu Allah yarattı, Allah’ı kimi yarattı?” diyecekler. (1) Ben, bu soru tevcîh edildiği zaman kendi kendime duşundum ve “Eşhedu enne Muhammede’r-Resûlullah.” dedim. Nasıl da gormuşsun ve nasıl da doğru soyluyorsun!... Şu, nefisleri ve enÂniyetleri firavunlaşan, sebeplere ulûhiyet isnat eden ve her şeyi sebepler icinde izaha kalkışan insanların idraksizliğini, duşunce sefaletini bundan daha guzel ifade mumkun olamazdı...
Asıl meseleye gelince, bu da, inkÂrcıların ortaya attıkları sorulardan biridir. Cok defa, korpe dimağlar, bu turlu soruların altında kalır ve ezilirler. Evet onlar, nÂmutenÂhîliği anlayamaz; sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve boyle bir aldatmacanın bir şey ifade edip etmemesini kat’iyen değerlendiremezler.
Bundan oturu tereddude duşer de, zanneder ki; Allah da bir sebeptir; tıpkı herhangi bir sebep gibi... Ve Allah’ı, meydana getiren bir sebep vardır ki, Allah, ona gore musebbeptir (sonuctur). Bu, bir yanlış kanaatin neticesidir. Ve temelinde de Yaratanın bilinmemesi vardır. Allah, Musebbibu’l-EsbÂb’tır ve varlığının evveli yoktur.
Bugune kadar kelÂmcılar, sebeplerin, boyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini belli usûllerle ortaya koyarak “Musebbibu’l-EsbÂb’’ olan Allah’ın varlığını isbÂta calışmışlardır. Onların, bu husustaki duşuncelerinin hulÂsasını, bir iki misalle anlatmakta fayda mulÂhaza ediyoruz. KelÂmcılar derler ki: Sebeplerin zincirleme (teselsul) devam edip gideceğini duşunmek, o sebeplerin mahiyetini bilmemenin ve Yaratıcı’dan gaflet etmenin ifadesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri suregelen bir kısım sebepler zincirinden ibaret olduğuna ihtimal vermek doğru değildir. Boyle bir şeyi mumkun gorup ihtimal vermek sırf bir aldanmışlıktır. MeselÂ, yeryuzunun yeşermesi, hava, su ve guneşe bağlı olsun; hava, su guneş de bir kısım madde parcacıklarına; oksijen, hidrojen, karbon, azot... vs. gibi.. bu madde parcaları da daha kucuklere ve onlar da kendilerinden kucuklere... Bunun boyle uzayıp gitmesine ihtimal vermek ve eşyanın bu yolla izah edileceğine inanmak bir aldanma ve mugalÂtadır. Hele, bir yerde, bunun karşısına anti-madde, anti-atomla cıkılıyor ve metafizik fiziğe galebe calıyorsa... Ve hele, ilk ve son butun sebepler fevkalÂde Âhenk icinde birer kanun, birer memur gibi hareket ediyorlarsa!..
Evet, “Şu şundan, şu şundan, şu da şundan...” demek, herhangi bir meseleyi halletmesi şoyle dursun, bilÂkis, her şeyi icinden cıkılmaz hÂle getirmektedir. Zira, boyle bir meseleyi mumkun gormek, tıpkı “Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan...” duşuncesinin ilelebet surup gideceğine ihtimal verme gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudreti Sonsuz, Ezelî bir ZÂt’a vereceğimiz Âna kadar, iddialar hep mesnetsiz sayılır. Aksine, bunlar varlığı kendinden olan Yuce Yaratıcı’ya isnat edilince mesele birden aydınlığa kavuşur. Ondan sonra, tek bir hucre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek icin tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan cıkması arasında fark yoktur.
Bunu boyle kabul etmeyip de “O ondan, o da ondan…” demekle hicbir şeye aydınlık getirilemeyeceği gibi, cevaplandırılan her soruyla beraber birkac tane de istifham ortaya cıkacaktır. MeselÂ, yağmur, buluta bağlı; bulut, zÂit-nÂkıs (artı-eksi) habbeciklere, onlar buharlaşma hÂdisesine, o da suların mevcûdiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara... Boylece sebepler zinciri, belki birkac adım daha ilerleyerek devam eder durur; ama durduğu yerde yine “Şoyle de olabilir, boyle de” diyerek insan kendini faraziyelerin kucağında hisseder ve onlarla tatmin olmaya calışır. Bu ise, fevkalÂde bir nizam; bir Âhenk ve birbiriyle munasebet icinde, bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen butun eşyayı cocuk hezeyanlarıyla izah etmeye yeltenmekten başka, bir de ilimlerin ufkunu ve hedefini karartmak demektir. Oysaki, her netice icin mutlaka mÂkul bir sebebe ihtiyac vardır. Gayr-i mÂkul ve gayr-i mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi, uzayıp gitmenin kerÂmeti olarak mÂkul hÂle geleceğini duşunmek, imkÂnsızı mumkun gormek gibi bir hezeyandır.
Şimdi bir misalle bu hususu aydınlatmaya calışalım. MeselÂ: Ben, arka ayakları olmayan bir sandalye uzerinde oturuyorum. Sandalye, duşmemesi icin, kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış, o da bir başkasına... İl nihÂye devam edip gidiyor. Bu hÂl, zaman ve mekÂnlara sığmayan rakamlarla surup gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılmadıktan sonra, işi zincirleme uzatıp durmak, sandalyeye arka ayak olamayacaktır.
Bir başka numune, meselÂ: Onumuzde bir sıfır olduğunu duşunelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza gelmedikten sonra, mucerret sıfırların coğaltılması kat’iyen ona bir değer kazandırmayacaktır. Trilyon defa trilyon sıfırlar peşi peşine sıralansa dahi, kıymet yine sıfır olacaktır. Ne vakit soluna bir rakam konulacak, işte o zaman sıfır da solundaki rakama gore bir kıymet alacaktır. Bu, şunu ifade etmektedir: Bir şeyin mustakillen varlığı yok ve kendi kendine kÂim değilse, kendisi gibi muhtacların ona varlık bahşetmelerine ve esas olmalarına imkÂn yoktur. Hep aynı şeye muhtac ve aynı hususta Âciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı coğaltma ve aczi arttırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki –muhÂl farz- sebeplerin mudahalesi kabul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından “tenÂsub-u illiyet” prensibine gore, sebeple netice arasında mÂkul bir munasebetin bulunması şarttır. Buna gore, meselÂ; yer kurenin hayata musait hÂle gelmesinden, insanın duşunur bir varlık olmasına kadar, her şeye bir sebep bulmak, hem de mÂkul ve o neticeyi hÂsıl etmeye gucu yetebilecek bir sebep bulmak lÂzım gelir.
Oysaki, kure-i arzın hÂlihazırdaki durumundan; yani, hızı, Guneş’e olan mesafesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli; atmosferi teşkil eden gazların ihtiva ettiği maslahatlar.. gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebat ortusune; denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, ruzgÂrlar ve onların yuklendikleri vazifelere kadar binlerce, yuz binlerce hÂdise, oyle bir Âhenk icinde cereyan etmektedir ki; butun bunları kor-sağır sebeplere ve serseri tesaduflere havale etmek, aklın kendi kendini nakzetmesi ve curutmesi demektir.
VÂkıa, bu hususta, kelÂmcıların “devir ve teselsul” yoluyla butun sebepleri kesip bictikten sonra, işi musebbibu’l-esbÂp olan Allah’a ulaştırıp sonra da her şeye “mumkinu’l-vucûd” demelerine karşılık, butun sebeplerin, butun illetlerin gidip O’na dayandığı zÂta “VÂcibu’l-Vucûd” diyerek tevhide menfezler acmışlar ise de, onların elde ettikleri neticeyi daha selÂmetli bir yolda elde etmek de mumkundur. Evet, Yuce Yaratıcı’nın her eserinde kendine ait muhurlerin, sikkelerin bulunması, O’nun varlığına bir değil, binlerce delillerdir. İlimlerin, kÂinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı gunumuzde, her fen kendine has diliyle O’nun varlığını ilÂn etmekte ve O’nu haykırmaktadır.
Bu mevzuda pek cok kimsenin yazdığı cok kıymetli eserlere iktif ederek sadede donuyorum.
Evet, her şey sonradan var olmuştur. Var edense Allah’tır. Allah, Allah olduğu icin, yaratılmamıştır. Yaratılan her şey mahlûk ve muhtactır. O ise, varlığı kendinden ve kimseye muhtac olmayan bir Ganiyy-i Ale’l-Itlak’tır. Her şey gidip O’na dayanmakta; butun karanlıklar, izah edilemeyecek gibi gorunen şeyler, O’nunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O, varlığı surduren O, ceken O, iten O ve bir hedefe goturen de O’dur. Artık, O’ndan ote bir şey yoktur ki, O’na da bir sebep aransın!..
Bunu da yine bir-iki basit misalle izah etmeye calışalım: MeselÂ, vucudumu ayaklarım taşıyor, ayaklarımı da zemin. Artık boyle mÂkul bir taşıyıcı bulduktan sonra bunun otesinde yeni sebepler aramaya hic de gerek yoktur. Hem meselÂ: Diyelim ki, trenin en arkadaki vagonunu onun onundeki hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanınca; o, kendine has gucu, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle “Kendi kendine hareket ediyor.” deriz. Verilen bu misaller, Allah’ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mumkun olacak cinsten misallerdir. Ne var ki, durmadan lokomotif değiştirseler bile, tıkanıp kaldıkları noktaya “İşte sebeplerin bitişi.” deyip suratlarına carpacağız.
Burada zihinleri bulandıran diğer bir mesele de, sınırlı duşunen insanoğlunun, ezel mefhumunu kavrayamayarak, maddeyi ezelî gormesi, daha sonra da, rakamlarla izah edilmeyecek bir gecmiş icinde, hic olmayacak bazı şeylere olabilir ihtimalini vermesidir.
Bir kere ezel gelmiş zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Zamanlar, kentrilyon defa “kentrilyon” seneleriyle, ezel karşısında bir Âşire bile olamazlar. Oysaki, sebeplerin teselsulunde bir esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması bugun hemen herkes tarafından bilinip kabul edilen bir mevzudur. Elektronların hareketi, cekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden Guneş’teki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kÂinat capındaki gecerliliği, her şeyin bir sonu olacağına dair yıldızlar cesÂmetinde ve guneşler parlaklığında bin bir mesajdır. Sonu olan her şeyin bir başlangıcının bulunması ise, uzerinde munakaşa yapılmayacak kadar acık ve bedihîdir.
BinÂenaleyh her şey, başlangıcta varlığa mazhariyetiyle, Yaradan’dan bahsettiği gibi, sonup gitmesiyle de O’nun evvel ve Âhiri olmadığına delÂlet etmektedir. Zira, başlangıcı olanın bir gun sonunun geleceği tabiî olduğu gibi, evveli olmayanın, Âhiri olmayacağı da zarurîdir. Onun icindir ki bizler madde ve maddeden meydana gelen her şeye, bugun var olsa dahi, yarın yok olacağı nazarıyla bakmaktayız. Ancak, kÂinatların tedricî olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tukenmesi, coklarını aldatabilecek mahiyette ve oldukca Âhestedir. Ne var ki, yavaş da olsa, uzun bir gecmişten bu yana gelişip genişleyen dunyalar, bir gun buzule-cekile mutlaka silinip gideceklerdir. Evet madde bugun var ise de, bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında, başkalaşmaya doğru gittiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu size, yine bir tren misaliyle anlatmaya calışalım:
Farz ediniz ki, İzmir’den kalkan bir tren, “50-55” km otede bulunan Turgutlu istikametine hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte “55” kilometredir. Buna gore, trenimiz bu mesafeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar yuruyen tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya duşurur. Buna gore, yolun henuz kat edilmedik 27.5 kilometrelik mesafesi kalmıştır ki, hızını yarıya duşuren tren bu 27.5 kilometrenin ancak yarısını, yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini duşunelim; geriye kalan kısmın yarısını da yarım saatte kat edebilecektir. Boylece her yarım saatte bir hızını yarıya duşuren tren, Âdeta hicbir zaman Turgutlu’ya ulaşamayacaktır: ‘Aslında mesafeler bitecek ve varılması gerekli olan yere mutlaka varılacaktır. Ancak, bu tempo ile hareket edildiği surece, insan hicbir zaman oraya varamayacağını zannedecektir.
Bunun gibi, madde de bir cozulme ve inhilÂle doğru gitmektedir. Bu birkac milyon sene sonra dahi olsa mutlaka tahakkuk edecektir. Ve, Varlığı Kendinden olanın dışında her şey fen ve zevÂl bulup gidecek, sadece O kalacaktır.
Netice, Allah bizzat var ve her şeyin yaratıcısıdır. O’na yaratılmışlık isnadı, Yaratıcı’yı yaratılandan ayıramama gibi bir duşunce sefaletidir. Bu turlu urpertici bir tasavvuru ortaya atan zavallı munkirler, akıllı goruneyim derken, akılla nasıl bir tenakuza duştuklerinin farkında bile değillerdir. Evet bugun artık, birinin kalkıp maddeye, ezeliyet kesip bicmesi ve ZÂt-ı Ulûhiyeti inkÂr etmesi oldukca garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.
Ne var ki, eşya ve hÂdiselere gerektiği gibi nufûz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin ense kokune inen cozulup dağılmayı, atomun karşısına dikilen tukenişi, mÂn ve neticeleriyle sezip idrak edecekleri gune kadar duşuncelerinde hakikatsiz, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen, bir kısım safderûn kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir.
İşin doğrusunu, ilmi butun eşyayı ihÂta eden ZÂt-ı Ulûhiyet bilir.
Âşire: Saniyenin onda biri
Fena: Yokluk, yok olma
Ganiyy-i Ale’l-Itlak: Kayıtsız, sınırsız zenginlik sahibi Allah (cc)
Gayr-i mÂkul: Akla uygun olmayan, sacma
Gayr-i mantıkî: Mantıksız
Habbe: Tohum, tane
Hezeyan: Sacmalama
Muhal farz: Olabileceğini kabul ederek, varsayarak
Nakzetmek: Hukmu bozmak, yok saymak
Musebbibu’l-Esbab: Sebepleri birbirine bağlı icad eden, yaratan Allah (cc)
NÂmutenÂhi: Nihayetsiz, sonsuz
Tedrici: Yavaş yavaş, azar azar
TenÂsub-u illiyet: Sebep sonuc uygunluğu
Termodinamik: Isı enerjisi ile kinetik enerji arasındaki olayları inceleyen fizik kolu
Teselsul: Art arda gelme, birbirini takip etme, zincirleme
Zeval: Zail olma, sona erme
[1] Buharî, Bed’ul-Halk, 11; Muslim, İman, 2/4.
KAYNAK:http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri...tler/a525.html
__________________
"Allah Her Şeyi Yarattı, -HÂşÃ‚- O'nu Kim Yarattı?" Deniliyor. Bu Hususun İzahı
Dini Sohbetler0 Mesaj
●60 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Sohbetler
- "Allah Her Şeyi Yarattı, -HÂşÃ‚- O'nu Kim Yarattı?" Deniliyor. Bu Hususun İzahı
-
12-09-2019, 07:20:27