Dunyanın gecici makamlarını elde etmek icin mi koşturup duruyoruz, yoksa Kur'an'da (SÂffÂt, 60) "fevz'ul-azîm" denilen "en buyuk kazanc" icin mi?
Semerkand Dergisi / Ali Yurtgezen / Nisan 2009 / 124. sayı
Dunyanın gecici makamlarını elde etmek icin mi koşturup duruyoruz, yoksa Kur'an'da (SÂffÂt, 60) "fevz'ul-azîm" denilen "en buyuk kazanc" icin mi?
Bu dunyadaki kurtuluşu mu istiyoruz, ahiretteki kurtuluşu mu?
Eğer ahireti, Allah'ın mukafatını, ebedî mutluluğu talep ediyorsak, ki oyle olması gerekir, o zaman ancak "nefsinin hırs ve tamahkÂrlığından korunabilmiş kimselerin felaha erecekleri" (Haşr, 9) gerceğini unutmamak gerekiyor.
Buyuklerimiz der ki; "Hac farizasını yerine getirirken Mina'da zahiren cemeratta atılan taşların asıl hedefi, icimizdeki şeytan olmalıdır." Cunku "şeytan, kanın damarlarda dolaştığı gibi dolaşır durur insanın icinde". Onun boyle rahatca cirit atmasına izin verilirse eğer, nefsin butun kotuluklerini, butun zaaflarını toplar, kalbe doldurur. Artık kalp, kalp olmaktan cıkmış; vucut ikliminin başkenti şeytanın eline gecmiştir.
Şeytanın istilasına uğrayan bir kalpte kibir vardır, haset vardır, ofke vardır, riya vardır, ucb (gurur) vardır, hubb-ı cÂh (makam sevgisi) vardır, hubb-ı dunya (mal ve dunyalık sevgisi) vardır. Bu yedi kotu huyla yedi başlı korkunc bir ejderha gibi kalpte hukum surer şeytan.
Mina'da şeytan taşlanırken her seferinde yedi tane taş atılması bundandır.
Hubb-ı cÂh nedir?
Hubb-ı cÂh, şeytanın kalbe bulaştırdığı bu yedi hastalığın en masum goruneni, en sinsi ve hızlı buyuyeni, bu nedenle de galiba en tehlikelisi. Kabaca "makam sevgisi" diye cevrilen hubb-ı cÂh'taki "cÂh", aslında "dunyevî menfaat, ustunluk ve itibar, insanların teveccuhune mahzar olmayı sağlayan şey" demektir. Boyle bir itibar genellikle idari, siyasi, ilmi bakımdan yuksek bir mevkide bulunmakla kazanıldığından, cÂh, zamanla "mevki, makam, rutbe" anlamına kullanılır olmuştur. Nitekim bazı kaynaklarda hubb-ı cÂh yerine, "yonetme, baş olma, liderlik tutkusu" anlamına gelen "hubb-ı riyÂset" tabiri tercih edilir.
Bu tabirlerdeki "hubb" kelimesiyle de "bir şeye olcuyu kacıracak tarzda ihtirasla yonelme"nin kastedildiğini soyleyip hubb-ı cÂh'ı şoyle tanımlayalım:
Sırf insanlar nazarında itibar kazanmak, uhrevî olmayan menfaatler elde etmek icin bir mevki ya da makama gelmeyi istemek, bunun icin her yolu mubah gormek.
Hubb-ı cÂh, "zuhd" dediğimiz, "insanı Allah Teal ile meşgul olmaktan alıkoyan her şeyi terk etme hal ve kararlılığı"nın tam tersi bir tutum kısaca. Hem fert hem toplum icin buyuk tehlike. Fakat insanları hayatın bir mucadele olduğuna inandırıp "dunyadan ne koparırsam o kÂrdır" duşuncesiyle birbirine rakip kabul ettiren modern anlayış, bu hastalığı bırakın bir tehlike saymayı, meziyet gibi gosteriyor.
Bir kalp illeti
Hz. Peygamber s.a.v., iki kişi bile olsak, birimizin yonetme sorumluluğunu ustlenmesini tavsiye etmiştir. Kucuk buyuk butun toplumlar bir yonetilen-yoneten, ast-ust hiyerarşisine dayanmak durumundadır. Toplumsal yapılanmada gorev, yetki ve sorumlulukların zorunlu kıldığı farklı mevkiler vardır.
Kacınılmaz olarak birileri bu mevki ve makamlarda gorev yapacaktır. "Bu birileri nicin ben olmayayım.." diye duşunebilir insan. Kendini bir makama daha layık gorebilir, diğer insanlardan daha iyi hizmet vereceğini zannedebilir.
Fakat makam taleplerinin arkasında kendini başkalarından ustun gorme, bencillik, takdir edilme duygularının yahut cıkar sağlama, şohret ve daha rahat yaşama niyetinin olması da mumkundur. Hatta kişi bu suflî duygu ve hesapların farkında bile değildir coğu zaman.
İşte bu yuzdendir ki hubb-ı cÂh denilen kalp illeti ince bir meseledir. Fıtrî bir duyguyu, mukemmelleşme arzusunu istismar eder. Masum gorunur ama cok tehlikelidir. Diğer manevi kalp hastalıklarının artmasına sebep olacak bir potansiyeli vardır cunku.
"Edhemliğe" Talip Olmak
Kasas suresinin 79 ile 80. ayetlerinde, serveti, mevki ve imkÂnları dolayısıyla kendisine imrenilen Karun, ihtişam icinde kavminin karşısına cıktığında, onu goren insanların iki farklı tutumu aktarılır. Bir kısmı "Keşke Karun'a verilenlerin benzeri bizim de olsaydı" diye ic gecirir. Bunlar "dunya hayatını arzulayanlar"dır. "Kendilerine ilim verilenler" ise "Allah'ın mukafatını daha ustun" tutanlardır. Bu mukafatı dunyalığa yani Karun'un konumunda olmaya tercih ettiklerini "imanlarını koruyup salih ameller işlemek" suretiyle ortaya koyanlardır.
Esas mesele budur. Dunyanın gecici makamlarını elde etmek icin mi koşturup duruyoruz, yoksa Kur'an'da (SÂffÂt, 60) "fevz'ul-azîm" denilen "en buyuk kazanc" icin mi? Bu dunyadaki kurtuluşu mu istiyoruz, ahiretteki kurtuluşu mu? Eğer ahireti, Allah'ın mukafatını, ebedî mutluluğu talep ediyorsak, ki oyle olması gerekir, o zaman ancak "nefsinin şuhhundan (hırs ve tamahkÂrlığından) korunabilmiş kimselerin felaha erecekleri" (Haşr, 9) gerceğini unutmamak gerekiyor.
Kaldı ki Allah'tan ve O'nun rızasından gayrısına rağbet, rağbet edilen şey ne kadar buyuk ve yuksek gorunurse gorunsun insan icin tenezzuldur. Mumin, "maksudum Allah, talebim O'nun rızasıdır" diye diye ulaşılan takvanın en ustun makam olduğunun farkındadır. Allah indinde firavunların, karunların, kisraların değil, İbrahim Edhemlerin makamının yuksek olduğunu bilir; taca tahta meyletmez.
Peşin olanı sevmek
Olması gereken budur ama olan genellikle Kıyamet suresinin 20 ve 21. ayetlerinde ifade buyurulduğu gibidir maalesef. "(Ey insanlar!) Gercek şu ki siz peşin olanı (hazırda bulunanı, carcabuk gececek dunya hayatını ve nimetlerini) seviyorsunuz da ahireti bırakıyorsunuz".
Dunya sevgisi, hırs, riyaset tutkusu, insanı dunyevî makamlara yukseltirken, coğu zaman sahip olduğu en yuksek makamdan, "yaradılmışların en şereflisi" mevkiinden indiriyor oysa. Allah'ın yeryuzundeki halifeliğinden alıyor, nefsinin ve şeytanın oyuncağı haline getiriyor onu. Meşhur hikÂyede anlatıldığı gibi mevki, makam, rutbe sahibi oluyor belki ama "adam" olamıyor ya da Âdemiyetini kaybediyor.
Cunku insan bir makama sahip olmak icin, sahip olduğu mevkiini korumak icin yahut daha yukarılara cıkmak icin turlu ayak oyunları yapabiliyor, yalan soyleyebiliyor, olduğundan farklı gorunmeye calışabiliyor. Artan meşguliyeti, kulluk vazifelerini ihmale hatta busbutun terk etmeye sebep olabiliyor. Yakalandığı şohret afeti benliğini kabartıyor. Ovulmekten hoşlandıkca feraset ve basiretini kaybediyor; hak ve bÂtılı secemez, gunahlarını goremez hale geliyor.
Hele bir de bulunduğu makamın gerektirdiği niteliklerden yoksunsa, boylece zulmettiği insanların Âhını almakla kalmıyor, sonunda mutlaka rezil rusva olup ayrılıyor. Yetmiyor, o makamı bıraktıktan sonra da iyi hatırlanmıyor, hakaretlerle anılıyor.
Suruye salınan kurt
Bulunulan veya arzulanan bir makam, butun bunlara yol acabilecekse, zannedildiği gibi her zaman bir guc ve mutluluk vasıtası olmayabiliyor demek ki. Ote yandan makam sevgisi ve bu uğurda girişilen mucadele sadece kişinin kalbini oldurmuyor, toplumu da bozulmaya doğru yonlendiriyor. Kamplaşmalar, suclamalar, dedikodular, yalanlar, iftiralar.. kardeşliği, karşılıklı sevgi ve saygıyı yok ediyor. Onun icin Efendimiz s.a.v., kişinin mal, mulk, makam, şeref, itibar hırsıyla dine ve ummete verdiği zararın "bir suruye salınan iki ac kurdun, suruye verdiği zarardan daha buyuk" olduğunu soylemiştir.
Başka bir hadislerinde de yukarda zikrettiğimiz Haşr suresi 9. ayetinde gecen ve aşırı hırs, tamahkÂrlık, başkalarının elinde olana goz dikmek, kıskanclık anlamlarını iceren "şuhh" kavramına dikkat cekerek; "Şuhh'tan sakının, cunku şuhh sizden evvelkileri helÂk etmiştir. Onlar (bu yuzden) birbirlerinin kanlarını doktuler ve haramları helÂl saydılar." buyurmuştur.
Nisa suresinin 32. ayetinde kadın erkek farkı ve miras paylaşımı sadedinde ifade buyurulan "Allah'ın bazılarınıza diğerinden fazla verdiği şeyleri (hırs ve hasetle) temenni etmeyin." ikazına uymayınca aile icinde catışma kacınılmaz olur. Tıpkı bunun gibi, Allah TealÂ'nın takdir ettiği fıtrî farklılıklara rıza gostermeyen, ehliyet ve liyakati olsun olmasın her makama talip olan kişi ve grupların bulunduğu toplumlarda da catışma cıkar.
Zor sorular
Ozetle mumin, insanlar nezdinde değil Allah katında itibarlı olmaya meyleder. Dunyalık makam peşinde koşmaz. Peygamberimiz s.a.v.'in "Bir topluluğun efendisi, onlara hizmet edendir." hadisi mucibince efendiliği, izzet ve şerefi makamda değil hizmette arar. İnsana hizmetin Rabbimizin muradı ve belirlediği sınırlar dahilinde yapılması gerektiğini de, bunun icin mevki ve makamın şart olmadığını da bilir.
Peki bu tavır, her halukÂrda dunyalık mevki ve makamlardan kacınmayı mı gerektirir? Her makam isteği hubb-ı cÂh mıdır? Hakkını vereceğimize inansak bile bir makama talip olamaz mıyız? Toplumsal yapıda hemen her alanda zorunlu olarak makamlar silsilesi bulunduğuna, bu makamların mutlaka birileriyle doldurulması gerektiğine gore, bizim sakınmamız ehil olmayanlara fırsat vermez mi? Maksat hizmetse yuksek bir mevkiye gelerek, iktidar olarak bu hizmeti daha iyi goremez miyiz?
Bu soruların cevabı sanıldığı kadar kolay değil. Birtakım kayıt ve şartları var. Elbette bir makamın hakkını verebileceğimizi duşunmek hubb-ı cÂh olmaz. Elbette iktidar daha cok hizmete vesiledir. Makamı hedef kabul etmek başkadır, vesile saymak başka. Tevazuyu, adaleti elden bırakmayacak, kulluğumuzu aksatmayacak, meşru hedefler icin calışacaksak, bir makama getirilmekte beis yok. Fakat ozelikle kişinin bir makamı kendiliğinden talep etmesi azimet ve ruhsat cercevesinde ihtilaflı bir konu.
Terazi kendini tartamaz
Hz. Peygamber s.a.v.'in ashabına "Emirliğe kendiliğinizden talip olmayın." tavsiyesi, kendisinden yoneticilik isteyen hic kimseye gorev ve yetki vermemesi sebebiyle, ulemanın coğunluğu makam talebinin "mekruh" olduğu goruşundedir. Bunu en azından edebe aykırı bulurlar.
Yusuf suresinin 55. ayetinde Hz. Yusuf a.s.'ın Mısır melikine "Beni bu arzın (ulkenin) hazineleri uzerine getir." dediğinin nakledildiğine dikkat ceken bazı Âlimler ise buradan hareketle makam talebinin mubah olduğunu soylemişlerdir. Ancak bu, "ruhsat" mahiyetinde bir mubahlıktır. Ruhsat, dinin bir hukmune uymada, getireceği zorluk veya zaruret sebebiyle dinimizce izin verilen istisnaî bir kolaylıktır. Soz konusu ayetin bağlamından cıkan "gayri muslim yahut imanı zayıf bir cevrede, ehliyet ve liyakat bakımından daha ustun birinin bulunmaması" zarureti, normalde mekruh olan makam talebine ruhsat vermenin sebebidir.
Bir konuda zaruret yahut gucluğe rağmen kolaylığı tercih etmemeye, ilk ve asıl hukme uymaya "azimet" derler. Ruhsat da azimet de caizdir ama tasavvuf azimeti tercih eder. Bir terbiye metodu olduğu icin nefs konusunda daima uyanıktır. İnsanın kendini bir makama layık gormesini, yanılabileceğini hesaba katarak hoş gormez. Cunku terazi kendini tartamaz. "Falanca oluyor da ben niye olmayayım.." gerekcesi hem "kotu misal misal olmaz" hukmunce gecersizdir, hem de Resul-i Ekrem s.a.v.'in bize tavsiye ettiği bakış tarzına aykırıdır. Musluman, dunyalıkta kendisinden aşağıda olanlara bakar.
__________________
Makam,mevki hırsı
Dini Bilgiler0 Mesaj
●27 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Makam,mevki hırsı